duvarın a'starsız yüzü
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
yusuf’u rüyamda gördüm...dipdiri karşımda öyle güzel gülümsüyordu ki bana...eskiden de öyle yapardı...başını hafiften öne eğer mahzun ve biraz da mahcup halde selamlardı herkesi...soruyorum -kan sonuçların belli oldu mu?, -evet temiz çıktı, hiçbişeyim yokmuş merak etme- diyor...’neme lazım sen yine de manuka balını ye, hastalıktan koruyor çok iyiymiş’ diyorum...başını sallıyor...yusuf’u hep başını sallarken görüyorum zaten...yine öyle mülayim...eskisi gibi herkesle uyumlu...
bazı akşamlar oturmaya gelirdi bize...hoşuna giderdi bizimle vakit geçirmek, televizyon seyretmek vesaire...abimler şakayla takılırdı bazen...karşılık vermezdi...gülerdi sadece...o hali bazen bir şerit filmi gibi dakika dakika gözümün önünden geçer...olmasın ki bir kere de o tutuklu yarım gülüşüyle beni selamlamadan geçsin...hiç unutmuyorum bir gün yine bize oturmaya gelmiş, saat gecenin bir vakti...hafta sonu olmalı ki o saatte ayaktayız...korku filmi var ekranda...lambalar açık, kimse cesaret edemiyor yerinden kalkıp loş ışığı söndürsün ya da düşüncesi bile ürkütüyor o an insanı....birden bire ayağa kalkıp fırladı...-yine öyle gülerek ah yusuf ah!.yine öyle gülerek bize!- "ışığı söndürim mi öyle daha heyecanlı olur" dedi ...ne kadar gülmüştük... zaten gerilimi fazlasıyla yerinde olan bir filme -freddy’nin kabusuydu galiba- iyice dozunun üstünde bi heyecan yükleyip, nerdeyse küçük dilimizi yutarak, altımıza kaçıracak oluşumuzu da görmezden gelip üstelik, korkuyla karışık sempatik bir profil yüzünü çizip bize, farklı bir boyut kazandırması mimiklerimize aman tanrım yok böyle bi şey!..."iyi madem çok istiyorsun söndür sonra eve tek başına gideceksin ama?" demesi peşine abimin...sanki nereye gidecek o saatte...üst kata birkaç basamak çıkacak o kadar...bir de huy edinmiştik...kim lavaboya ilk önce giderse, -genelde abimlerin aklından böyle kurnazlık geçerdi- diğeri duvarın veya kapının arkasına saklanıp, "böööhhh!" veya buna benzer bi ses tonuyla karşısına aniden dikilip yüreğini ağzına getirmek...genelde işlerdi bu oyun...bildiğimiz halde -ki en çok bana yaparlardı bunu- yine de her seferinde bunu yutar ve çığlık atardım...annem de yataktan fırlar gelir bi ton azar da ondan işitirdim:))...
hatırlıyorum yusuf...daha dün gibi hatırlıyorum...üstünde çizgili bi kazak...diz kapakları yontulmuş mavi jeans bi pantalon...ve yine yüzünde o sadık gülüşün vardı...sonra kalktın ve kapıyı çekip gittin...giderken son kez yüzümüze baktın...o an farkettim... gülüşüne icra konmuş, yanağındaki çukura da gayriihtiyari hüzünler gelip çökmüştü hemen...
yusuf’u rüyamda gördüm...öyle güzel gülümsüyordu ki uyandırmaya kıyamadım...aramızda kalsın ama seni öldü biliyorlar yusuf...sen ki her gün gökte parlayan yıldızımızsın...nasıl da görmezden geliyorlar seni...
p.s: yazın gittim yeni evinize gözüm...daha modern daha şık daha göz alıcı ama bence bişeyler eksik bu evde...nereye gidersem gidim...hangi köşk, hangi malikânede oturursam oturim, eski evimizdeki huzurun yerini hiçbir şey doldurmuyor...bir zamanlar beraber yan yana oturduğumuz o eski kanepeyi bodruma kaldırıp, yerine fiyakalı koltuk takımı da alsalar ...siyah-beyaz televizyonu başka bir muhtacın, garibanın eline de verseler -o da yeni sayılmazdı ikinci eldi zaten-...yamalı ceplerden düşürdüğümüz misketleri bulup çöpe de atsalar ya da parmak aralarından kayıp kanalizasyon suyuna da karışsa; dolu dolu geçen o çocukluk günlerinin yerini dolduracak başka güzellikte hiçbir şey yoktur...sen şimdi yanımızda olmadıktan sonra şu dört duvarın sıvası yeni vurulsa n’olur?..astarı çekilip rengarenk boyansa n’olur?..koltuk kumaşlarının avrupadan gelişi seni bize mi getirdi sanki ?..cilalı parlak mobilyalar....büyük yemek masası da tam on kişilik, oturma odasını biraz sıkıştırmış...yüreğim gibi sıkışmış...yüreğim gibi tıka basa dolu anlayacağın oturduğum her yer...biz eskiden yerde sofra kuruyorduk hatırlıyor musun?...dizlerimizin üstünde...ben beceremezdim ayaklarımı birleştirmeyi...senin haberin de yoktur şimdi! artık ekranlar daha büyük ve daha renkli gösteriyor film karelerini..plazmasıymış...hd’sisiymiş yanına kâr kalsın...söylesene yusuf! senin olmadığın yerde her yer parlasa, göz kamaştırsa n’olur?..
ç.alımlı evinize gittim...sırtımı sağlama alıp konforlu koltuğunuza şöyle yayıldım...yok sen ne dersen de! bi şeyler hâlâ eksik bu evde...bi şeyler boğuk...bi şeyler kemiklerime batıp duruyor sürekli..nasıl anlatsam...bişeyler saplanıp çıkıyor şurama durmadan...boğazımdaki yumrunun suyunu elimle sıktığım halde; kolay kolay yutulmuyor yine de gözüm! üst azı dişlerinin yanından sokulup, tükürük bezlerinin ağzımın içine salgıladığı leş sıvı...başka nasıl tarif edilebilir bu boşluk hissi bilmiyorum...sonra birden karşı cephenin, açık yavruağzına boyanmış tonu dikkatimi çekti...senin orda asılı bir resmin duruyor...o içi boş kolonda; senin çerçeveye sığmayan cüretkâr pozunu görünce koyuverdim kendimi...daha demin o geniş koltuğa holden gülümseyerek geçip az evvel oturmuştum...üstelik beş dakika bile olmamış nazarlı boncuğun altından boyumu eğeli...benim çıplak gözle gördüğüm manzara ise senin o içi gülen yanakların...gül kokusuyla aralıksız sulanan avurtların...sanki yalıtımlı duvarın başında her gün yirmi dört saat nöbet tutup, bahçeli yüzünü himayesine alıp üstüne kanat germiş...oysa boydan boya çitlerle kapatıp önünü, izole ederek; kasıtlı geçirmemişler sesini o sütundan karşı tarafa... ne güneşi içeri almışlar...ne de gökyüzünü seyretmene müsade etmişler gözüm...ömür boyu cezaya çarptırılmış bir mahkum gibi; duvardaki hücrende göz hapsinde tutarak seni, öyle boynu bükük bakmanı istemişler bize taş örgülü betondan...
yengem soruyor: "meral hoş geldin!..nasılsın?"...temeli sağlam şu karşıki duvara boş boş bakıyorum hâlâ elimde olmadan...demek içi delik s.ağır bir tuğlayı sana layık gördüler öyle mi?..kendi aralarında aldıkları ortak bir kararla, kesinleşmiş infazın önceden verilmiş bile gözüm...gönül rızan alınmadan, son arzun sana sorulmadan o soğuk betona yıllarca çivisiz asılmak ve vücudunun tüm parçalarından sonsuza dek ayrılmak için çok müsait bir yer olarak görülmüş orası...sen en çok orda boğulursun halbuki...en çok orda göğsünü delip geçer duvar dipleri...ah yusuf ah! bilmiyorlar mı en çok orda ölür insan...
yengem cevap alamayınca tekrar sorma gereği duyuyor: "meral nasılsın?"...başımı hafif aşağı eğiyorum tıpkı senin gibi...titreyen dudaklarımı zaptetmeye çalışıyorum ama bunun da bi işe yaradığı söylenemez...yanımdakilerin bu tavrıma bir anlam veremediklerini iç güdülerimle sezip, gözyaşlarımı ulu orta sererek içimi burkuyorum büsbütün...-ki sevmem aslında herkesin yanında böyle sızlanmayı (konuşmayı da)...kimse yokken, kendimi hiç ses geçirmeyen, sessiz bir odaya kapatır ve rahatlayana dek saatlerce oturur ağlarım...ağıza alınmayacak en sustalı küfürlerle boşaltırım içimi..sağır sultan bile duyar sesimi öbür taraftan...hatta tekniği sıfır gelişigüzel yumruklarla bi güzel sallarım o parazitli duvarı...kafa attığım bile olur bazen-
delinin ayarı yok n’aparsınız...
ne kadar geçti bilmiyorum...kaç saat...kaç parçalı bulut...hacimli kaç sağnak yağmur üstümüzden...hep bildiğin kapalıydı işte gökyüzü...kör düğümle iki kolunu birbirine dolayıp, sıkı sıkıya ilikleyerek düğmesini önünde; güneşi göstermemeye yeminliydi her ihtimale karşı başımızı yaslayacağımız göğsü...düşündüm sonra kendi kendime... kim bilir? çok kaba bile görünmüş olabilirim o an herkese...ama yengem perişan halimi anlamamış gözüküyor ve anneme endişeli bi ses tonuyla karışık ısrarla sorup diretiyor...sabırsız kadın cevap almadan rahatlamayacak o da...-n’oldu Allah aşkına korkutmayın beni!-...
yusuf! dedi annem..."yusuf’un resmini şimdi gördü ya ondan"...
bilmiyorlar yusuf bilmiyorlar!...seni her gün gördüğümü...her gün konuştuğumu nerden bilsinler gözüm!...
oysa ben seni bulanıksız, gayet net ve öyle iyi görüyorum ki yusuf...üstünü iyi örtmemişler... üşürsün şimdi orda...orda yani her yerde, dokununca kaptığımız bulaşıcı parmak izin var avucumuzda...bir de alyuvarlarla akyuvarların fazlasıyla suyunu çektiği kan örnekleri; tek tek yolunan takvim yapraklarında çarpı işaretiyle gözümüze batıp duran geriye kalan sayılı günlerinin...öyle ki hiç vakit kaybetmeden, oksijensiz soluğu tükenen yarı açık boynundan; çıplak duvara mıhlama gereği duymuşlar çabucak, pansumanlı gövden yere düşer korkusuyla...masaj efektli koltuktan aşağı sarkan ayaklarını düzeltip toplamaya kimsenin eli varmıyor yusuf’um...her iki omuzun da taşımaya gücü yetmiyor seni, bir eliyle koltuk altından destek verip, diğer eliyle de başını yukarı kaldırmaya...her gün üç öğün kurulan sofradan gölgen karşılarına dikilecek diye, masanın jilet gibi parlayan aynalı üstünü sade bir muşambayla örtüp, buruşturuyorlar yüzünü ütüye gerek duymadan...her taşın altından bir çığlığın yükselecek diye herkes yüreği ağzında dolaşıyor yusuf...o solgun ve belirgin yüz hatlarınla aniden buluşacaklar diye evin içinde ecel terleri döküyorlar bütün gün...dantel işlemeli perdelerin; her örgüsüne nüfuz etmiş serum kokuları ne yıkamayla çıkıyor, ne de sabunla...burunlarını delip geçerken ilk yardım nöbetleri...panjurlu camda uykusuz astığın buğulu gözlerin hep uzaklara ayarlanmış sanki... yakınında seninle birlikte solup gidenleri hiç görmüyor...o mesafe mayınlarla döşeli patlamaya hazır tetikte bekliyor her an... o kapalı gökyüzünde kim bilir, kaç tipi fırtınayla boğuşup, tek başına göğüsledin hüzünlerini ...hangi birini sayayım yusuf...yerinde duruyorlar mı diye hangi birini elimle yoklayayım...konuşsana gözüm! hangi birini çocuğum gibi kucaklayıp b.ağrıma basayım...değil mi ki zaten dokunduğum her şey elimde kusurlu kalıyor...belki de onun için önüme bu kadar duvar örmeyi marifet bildim hep...
öyle güzel uyuyordun ki yusuf, içim el vermedi kaldıramadım seni...dokunmaya kıyamadım bağışla!...
üstünü yıldızlarla sıkı ört emi üşütmeyesin sakın orda!..sevgiyle ısıtsın yüreğini açan güneş, çakılırsa göğsüne kanı bozuk bir şimşek!..
...
kanadı birkaç yerinden kırık meleğimizin güzel anısına sonsuz sevgimle...
mer@lgül
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.