- 714 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'gerisi hikaye'
yaşamak dedikleri, bir an için başkalarına sır yaratma adına aptalca şeylerden toplanmış çiçek gibi.
Asırlardır o anı bekliyormuş gibiydim. Yatağa uzanmamla beraber uyumuştum. Ta ki gece saatin kaç olduğundan habersiz olduğum, karanlıklar içinde bir an uyandığım vakte kadar. Bir yandan terlerken, bir yandan üşüyordum. Bu nasıl mı oluyordu? Tüylü battaniye başımdan başlayıp göbek hizasına kadar olan kısmımı sıcak bir atmosfer içerisinde tutarken, diğer yarım soğuğa esirdi. Çıkılması güç bir labirent gibiydi karnıma saplanan sancı. Defalarca denedim gitsin diye, ancak bir türlü çıkışa dair emare yoktu. Yanık bir demir sesiydi yansıyıp, insanın içini rahatsız eden o garip uğultu. Nurşen’e bunu anlatıyor olsaydım, bana hemen karabasan mevzusunu açardı. Kendisine de defalarca geldiğini, hareketsiz kalıp, o koyu karanlığın bir tür yaratık olduğuna inanıyordu. Olabilirdi, bu konuda zaten şüphem yok ama rüzgârla yağmur arasında o garip ilişkiden habersiz çalışan bir beyin yapısına sahip olduğu için bazen olayları karıştırıyor, hatta kızsın diye erotik örnekler verip, bana saçma sapan karabasan hikâyeleri anlatmasını engellemiş oluyordum. Biraz daha ileri gidip ‘kasıklarında bir ağırlık da hissediyor musun?’ tarzı sorular da sorabilirdim ama evlenmesine az bir zaman kaldığı için onu pek sinir etmek de istemiyordum. Zaten evlendikten sonra muhabbete siktir çekmesini bilecek kadar erdemli biriydi. Niyeyse olayın karabasan olayı olmadığını ben iyi anlamış olmama rağmen, hatta o kâbus ve sancı dolu geceden uyandıktan sonra, sabah yüzümü yıkarken beyaz lavabo taşına tükürürken boğazımın tahriş olmasından dolayı akan kana da farklı manalar yüklemeyecektim. Elbette Nurşen’i daha fazla rahatsız etmiş olsaydım ve hala az çok muhabbetimiz olsaydı, o da kendince çok ağır bir laf edebilirdi:’ Deliklerden girilen ilk ilişkilerde genelde az da olsa kan gelir. Senin ağzından gelmiş, ne iş?’ Ben mideden olduğuna adım kadar emindim ama yine de bazı hukuksuzluklar da canımı sıkmıyor değildi. Niyeyse metro gece yarısı olmadan kapanmış, Ayşe’ye sinir olmuş bir halde biten günün ertesinde evime varıp, ayaklarımı kış uykusuna yatan ayılar gibi hafif karnıma çekip, dünya tasasını hiçe sayarak az da olsa rahatlayabilmiştim.
Minibüs beklerken, yanında duran tekerlekli valizle ilginç bir gösteri sunan adamın tavırlarını uzaktan pek kestiremezken, yanına yaklaşıp, garip bir yolcu tezahürü içinde ‘ne yapabiliriz’ sorusuna karşı, adamın iyi biri olduğunu anlar anlamaz başlayan o ilginç sohbetin peşi sıra Ayşe’yle öğlen yürünen caddeler, sokaklar bir bir hafızamdan yitiyordu. Adamın adı Ramazan’dı, Rusya’ya gidiyordu, uçağa binmesi gerekiyordu. Uçağa binmesi için önce İstanbul’a gitmesi gerekiyordu. Yaşımı sordu. Yaşımı beğenmemesine rağmen, ona yine de kendinden bahsedebileceği mesafeler bırakıyordum. Memleketini sordum, söyledi. İşini sordum, söyledi. Sorular ardı ardına devam ederken, onun hakkında her şeyi öğrenmiş bir yabancı gibi hissetmek beni rahatlatmıştı. Hızlı yürümeye başladığımız anlar da yeniden sol baldırımda kas spazmı gerçekleşiyordu. Ne lanet olası isim! Hâlbuki basit, bilinen ismiyle kramptan başkası da değil kendisi. Yine de birine arada ‘kas spazmı oluyor ben de’ derken, hafif bir kaykılma oluyor. İnsan hastalığın adıyla kıvanç duygusunu yaşar mı? Ben bu dünyada ne yaşıyor ve hissediyorsam, diğer insanların da aynı duyguları milyarca kez hissedip, yaşadıklarını biliyorum. Çünkü milimetrik hesaplar ve görüntü dışında bedenlerimizin pek bir farkı yok. Tabi bu kramp mevzusunda her ne kadar isme takılıp kalsam da, bazen her şeyi unutup, yalnızca kan dolaşımını hızlandırmanın çarelerini arıyorum. Lökotrien sentezinden bahsederken, bildiğimiz ‘ayağımıza kara sular indi’ meselesindeki kara su lafını laktik asit meselesine bağlayıp, herhangi bir analjezik antienflamatuar bir ilacın kolları altına girip, ondan şefkatli bir dokunuş beklemenin garip bir duygusu var. Buna aşk da diyebilirim, heves, şehvet vesaire duygular da olabilir. Hepsinden öte ‘arzu’ kelimesinin duruşu farklı. İnsan ‘arzuluyorum’ derken dudaklarını öne doğru çıkarır ve arzusunun şiddetini hatta bu dudağı öne çıkarma mesafesine göre derecelendirilebileceğine kanaat da getirebilir. Bir an için her şeyi unutabilmenin çekiciliği vardı. Dört tekerden inip, iki hevese binmek gibi! Bir ara Ayşe’ye de bu mevzuyu açtım. Ondan daha makul cevaplar bekliyordum. İki teker derken, aklıma daha öncesinde birisiyle araba alma mevzusunu konuşurken, ikinci el araba pazarından kız alma meselesine gelmiştik. Karşıdaki adam elbette rütbe makam sahibi, olgun gözüken bir insan olmasın karşın, ona bahsettiğim mevzuyu eğip, büktükten sonra ‘sen dört tekeri boş ver, iki tekere bin, akıllı ol git evlen’ derken ki hali gözlerimden gitmiyor. Ayşe’ye de iki teker mevzusunu açtığımda, ‘napacan olum iki tekeri, boş ver, bi sevgili filan yap’ demesini ilgiyle seyrediyordum. Artık bir başka seri numarası alıp, devam etmesi imkânsız gibi gözüken berbat bir filmin devamına göz ucuyla bakıyor olmanın o aptalca hissine yenik düşmüş, kimseye iki teker mevzusunu açmamaya karar verince rahatlamıştım. Bisikletin üzerinde denizi seyrederken de, aklıma kimi zaman bir başkası olmadan da böyle saçma düşünceler geliyor ama sonra belli bir frekansa sahip dalga gibi rölanti de bir ruh halini devam ettiriyorum.
Ayşe kitabını çıkarırken, imza atıp, millete kitap dağıttığı mekânı işaret ederken, zamanın o deva gibi görünen ancak insanın kendini uzunca bir aldatma sürecine girdiği yüz ifadesiyle bakıyordu. ‘Sıkıcı’ dedim, ‘neyse s.iktir et ibneleri’ derken gözüme el işi malzemeler takılmıştı. İpli, boncuklu kolyeler, bileklikler, örgü atkılar, başlıklar, duvar yazıları, portreler, kanaviçeler… Tezgâhlardaki ve camekânlardaki ürünlerden birini almaya kalkmak, Porno sitesinde kategori yazan kısma tıklamış ve karar vermenin en aptalca sınırına yaklaşmışken, alakasız, manasını dahi bilmediğin bir kelimenin üzerine tıklayıp, girmeye benziyordu. Kararsız kalmanın bir diğer türü de, nefret etmektir. Bunu başarıyordum. Aslında şahsımda Özlem bunlardan birini hak ediyordu ama gerçek hayatta Özlem bir kayıp demekti. Bazen onun yanında küfrederken, ‘sus, öyle küfretme’ derdi. Aslında kallavi, açık ve net aileli, organlı küfürleri o ara sıra ediyor ve bundan da haz alıyordu. Bir tür orgazm yaşıyordu. Bunu anlayacak bir zekâya sahip değildi ama ruhunun yorulmuş bedenine uyum gösterme çabasında küfredip, rahatladığı an orgazm süreciyle bağdaşıyordu. Çoğu insan orgazmı bedenin rahatlaması olarak algılıyor, sanırım Ayşe’de böyle zannediyor. Ama vücut yorgun olduğunda, ruh bu yorgunluğa uyum göstermek adına, kafa elli altı bir fahişe gibi vurdumduymaz hale bürünürken de orgazm yaşayabiliyor. Özlem’e ‘motosiklet aldığımda arkama biner misin’ diye sorduğumda, ‘hayatta binmem’ cevabını alacağımı bilmeme rağmen, bir de işi araba mevzusuna getirdiğimde, ‘anca araya camekân koyarız, öyle bineriz’ derken içimdeki temiz hücreleri bir yana bırakıp, tüm o kirli, pas tutmuş, zebanilerin iniltilerimi saklayacak cehennem çukurlarını gösterdiği hücrelerle ‘hadi s.iktir’ diyordum. Sanki arada sırada giren ancak günlerce şişkinliği inmeyen o kramp olayındaki mevzuya derman olacak kalsiyum ya da potasyum o iki kelime de yatıyordu. Üstüne bir de ‘ulan bu adamın namını sapık diye çıkarır, senin zekâna sıçtığımın’ cümlesi ilaç gibi geliyordu. Tabi, evvelde sormakla kendim kaşınıyordum ancak yine de insanları tanımak için en ilginç sorular sorulmalı ki, tepkileri ışığında o insanın ne olduğu ortaya çıksın.
Kedinin biri miyavlıyor. Geçen de köpeğin biriyle on dakika beraber sahile kadar yürüdüm. İlk başta anlayamadım. Daha sonra köpeğin bana bakıp, durduğunu fark edince gülümsedim. Belli bir mesafe aralığını koruyarak benimle beraber yürürken, bir köpeğe sahip olmanın o değişik hazzını tadıyordum. Bu gerçekten de aptalca bir olaydı, bir köpeğin sahibi olmak. Üstüne her ne kadar zekâsı ve kavrayışı ara sıra insanlıktan da üstün gibi dursa da, kısaca bir hayvandı. Hayvana sahip olmanın doğasında da, insanlığın önceden bir başka insana sahip olma, o köleleştirme arzuyu yattığını benden başka kimse bilmiyor muydu? Bazen yalnızlığımı düşündüğüm oluyor. Bunu düşünürken de yatakta filan değilim. Televizyon izlerken, kitap okurken ya da tuvalette karikatürle haşir neşirken bu düşünce var oluyor. Aslında önceden var olmuş bir düşünceden bahsetmemiz gerekiyor ki, bu onun devam ediyor olduğunu gösterir, evet, tam olarak işte ben de bundan bahsediyorum ve o devam eden, süregelen düşüncenin elektron sayısını iyonlarıyla beraber su gibi yutup, uyarılmamış halinin dizilimini ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Bismillah der gibi olaya ‘1s2, 2s2, 2p6 ‘ile başlamış gibi, hadisenin kökenine iniyorum. Ayşe’ye buna sorma imkânım hiç olmadı. Bunu anlayabilirdi ama bana sunabileceği bir çözüm önerisi olamayacağı gibi, benim gibi düşünmemek için kendini zorlayacaktı.
-E, sen ne yapıyorsun? Yine hep ben konuşuyorum.
-Ben mi? Ben, ben ne anlatayım. Zaten sen konuşuyorsun ikimiz yerine de.
-Ne malsın olum sen ya! Konuşmuyorsun, susuyorsun, bir de bu ne sigarası böyle beyaz, çamaşır suyuna yatmış gibi. İçme şunu Murat mıdır, nedir…
-Yok, içmiyorum da, bir değişiklik olsun dedim. Aslında bıraktım.
-He, belli oluyor.
-Akşam ayrılalım erkenden, sevgilin gelmeden önce…
-Ne diyorsun olum yine?
-Akşam diyorum, Kızılay’a gidip kan vereceğim.
-Ne kanı ya?
-Uçtun gittin sen, yavaş yürüyelim, dizine ağrı saplanmasın.
-İnsan bazen delirmek istiyor, akıllı gibi olmak rol yapıyormuşçasına insanı rahatsız ediyor.
-Rahatsızsan, rahatsız olduğun duruma ya sabredersin ya da o durumu terk edersin.
-Ben hep terk ediyorum sanırım. Sabretmek bana göre değil!
-Aslında sana göre, sen bilmiyorsun. Fark edemiyorsun.
-Boş ver ya, sen ne yapacaksın?
-Neyi?
-Bilmem, insan hep bir şeyi bir şey yapar, yapmalı. Hayat böyle devam ediyor. Sen o kızı, Özlem miydi, onunla bir bok olmaz olum bak…
-Ben sana olur dediğimi hatırlamıyorum.
-Resmini gösterdin ya!
-Merak ediyorsundur diye gösterdim.
-Neyi merak edecem, mal mısın, ben sana göster mi dedim?
-Göster derdin sonradan, ben baştan gösterdim.
-Her neyse, görüşüyor musun onunla?
-Aynı yer de çalışıyoruz, bir zahmet görüşmüş olalım yani.
-Öyle demiyorum, öbür türlü.
-Ya sıkıldım ben bu muhabbetten. Aslında konuşmaktan, yürümekten, sigara içmekten, yemekten, işeyip sıçmaktan, uyumaktan, kalkmaktan…
-Sana yemeği salçalı yapmayan ancak kalçalı biri lazım.
-Sıkıldım diyorum.
-Çekirdek olsa da çitleseydik biraz. Neden sıkıldım, sıkıldım deyip duruyorsun? Sıkılma ya, sıkıl biraz.
-Espri mi yapıyorsun?
-He, beğenmedin mi?
-Eskiden en sıkıntılı dönemlerini paylaşan, kederlerini seninle paylaşan insanlar, zamanı gelince götleri kalkıyor.
-Kimden bahsediyorsun?
-Ya isim olarak değil, genel olarak söylüyorum.
-Ya, senin genel olarak söylemen saçma bir kere. Hayatındaki insan sayısı belli, lüks mağazalar gibisin. Toplu bir alışverişte dükkan da mal kalmayacak kapasiten var.
-Yani?
-Şu var. Aslında sen birini önemsiyorsun. Onunla belli başlı güzel muhabbet kuruyorsun. Sonra, sonra da bir zaman geliyor ki, her şeyin bittiğini, yalnızca onun adını önemseyen biri olduğunu fark ediyorsun.
-Nasıl yani?
-Eğer senin ismin onun götünü daha çok kaldırabilecekse, o zaman adın daha unutulmaz oluyor.
-Bu göt meselesi bir yana, hakikaten egolarını tatmin ederken rahatsız olmuyorlar mı?
-Bilmem.
-Aslında sen de denedin. Bir nevi sen de bu tadı aldın ve bu tadı almak derken, senin de o kadar yorgunluk üstüne garip bir heyecanlanma sürecin de oldu. Her şey bir yana, şu mekânın senin için en büyük hatırası imza günün. Ama hepsi boş geliyor, kitaplar evde üst üste tozlanıyor. Edebiyat mevzusunda başarılı olmak istiyorsan gerekiyorsa pazarlamacı zekan olacak ancak bu pazarlama işinde şehveti daha üst yerlere çıkarman gerekiyor.
-Boş ver, bize ne!
-Evet, bize ne be değil mi? Güzel insanlar ölüp gittiler. Geride kalanlar da bir gün gidecek. Bir gün gidenlerin ardından da ‘güzel insanlar ölüp gittiler’ diyecekler. Biz yaşayanlar, yaşarken pek değer bilmiyoruz.
-Aslında biz kötü insanlar değiliz!
-Aslında biz kötü insanlar değiliz ki!
-Bunu bilmeyen çok!
-Bunu bilmeyeni, yani kendilerinin kötü olmadığını bilmeyen çok!
-İyiler nerede?
-İyiler öldüler mi yoksa?
-Fotoğraf çekelim.
-Çekelim mi?
-Kim çeksin?
-İyiler nerede? Hey, iyiler…
Hava soğuk mu değil mi pek anlamıyorum. Gurultu seslerini duyabiliyorum. Karnımda bir yer de suyun ve gazın çıkardığı sesler bunlar. Bir kadın olsaydım, karnımda da çocuk olsaydı, demek ki çocuğun rahimdeki hareketlerini çok rahat bir şekilde algılayabilirdim. Bu his herhalde başlarda pek hissedilmeyecek. Sonra, birkaç hafta içerisinde bu hissi kadın alabilecek. Ama en kötüsü, dokuz ay sonra içinde bir parça gibi hissettiğin çocuk vajinadan dışarı çıkacak. Peki, kalan o boşluk hissi ne olacak? Rahimi mideye de benzetebilir miyiz bilmiyorum ama mide belli bir boş kalma süresinden sonra tekrar besin istiyor. Rahimdeki süreç daha çok balon gibi, illa ki dolması gerekmiyor. Tabi şişip söndükçe de esnemeden ötürü büzüştüğü zaman uzamalar meydana geliyor. Bunu gidermenin yolu da lohusa dönemimden sonra bir kadının spor yapması gerekiyor. Bunu uygulayan kadınların sayısı artıyor ama bu artışın oranı eşleri pek de sevindirici kadar değil. Leğen kemiğinin genişlemesinden dolayı, bir kadının fizyolojisi değişirken, erkeklerin daha çok göbekleri çıkıp, bidon halleriyle evde ağır vasıta gibi dolaşmalarına sebep boğazdan geçiyor. Tabi, kadının şişmanıysa erkeğe göre daha çekilmez oluyor. Bunları bana düşündüren şeyin, odaya soğuk ve temiz hava dolmasını sağlayan açık pencere olduğunu kim bilebilir ki!
Gözlüğümün camı acayip tozlu ve pis yerine, gözlüğün camı demek gerekiyor. Bunu düşünmeme sebep uzak doğulu bir bilgeye ‘ben şunu bunu istiyorum’ diyen adamın meselesiyle alakalı. Hayatta insanın başından bir sürü hadise geçebilir. Bunlar gelip geçerken en önemlisi insanın bunlardan bir ders alabilmesi. Ben mi? Sanırım umursamıyorum ama gerekli olan o dersi alabilmek ve dahası, mana denen soytarı bu nüans da gizli. İnsan aşkta ihanete uğrayabilir, çok sevdiği birinden ayrılabilir, entelektüel seviyesinin yetersizliğini birileri yüzüne çarpabilir. Bu tür hadiseler de insan daha çok kendini düşünmeye yönlendirmelidir. Çok öğretici olmadı ama teorinin canı cehenneme!
Güzel bir şarkı çalıyor. Son sigaramızı içip, izmariti ayaklarımız altında ezerken gülerek ‘bu son sigaramız’ diyoruz. Bedenimizde merhamet dileneceğimiz gün çok yakın! Söylediğimiz her şey bir kum tanesi kadar gereksiz gelebilir önce ama sonra farkındalığın faydadan öte, menfaatle alakalı olduğunu gösteriyor rüzgâr. Balıklar ne güzel kuşlar; uçuyorlar denizde! Bulutlar, ah bulutlar; sensiz bu yol gitmez, erimez, yağmur da yağmaz, ateş kahverengiyi, toprağı incitir. Ölüyor. Yaş fidanlar daha çabuk ölürmüş. Koca ağaçlara bak! Nasıl da gururlu ve başları dik! Bırakmadan öğrenemeyiz ayrılığı ve çekmeden acıyı, öğrenemeyiz hiçbir şey. Bu çalan güzel şarkı hiçe gidiyor. Hiçliğe gidiyor. İki teker diyorum, herkesin yüzünü görüyorum. Kendi yüzümle eş irin akıtıyoruz. Ben, kahrolası ben, yine ben… Bir çare bulamıyorum. Şehirlerde haritalardaki o uzak yerler! Fiziki haritalardaki dağların o koyu kahvesine âşık olası geliyor insanın. Doruklara, doruklara sevdalanıyor insan. Doruklarda hiç… Rüzgâr al al yanaklarını seğiriyor toprağın. Her şeyin bir sanatı olmalı, sevdanın başta. Sonra karikatürleri saklayabilmeli. Biri unutturmadan yenisini getirmeli. Ah şu rüzgârı ezan sandığım gece!
Gitmiş. Daha doğrusu Ayşe giderken arkasından bakmadım bile. Önüme baktım, yürüdüm, yürüdüm ve yürüdüm. Ayaklarım artık bu kadar yürümeyi kaldıramıyorken, yürüdüm, yürüdüm. Durdum, düşünülesi bir şeyi düşünmek için düşünmeye başladığımda, otobüs bir yaya çarpıyor ve biz gözlerimiz önünde koca tekerin adamın üzerinden nasıl geçtiğini seyrediyoruz. Ayşe çoktan kalabalığa karıştı. Ben eldivenlerini çıkarıp, kartopu oynayan çocuğun psikolojisini daha iyi anlıyorum. Üniversiteli bir genç montunun içine giydiği polar yeleği kaldırımda uzanmış, tüyleri kirli beyaz köpeğin üzerine örtüyor. İnsanlar gelip geçiyorlar. Bazıları daha meraklı gözlerle bakıyor. Gözlerimi bulamıyorum.
Işığı kapatıyorum. Pencere camının mukavemetini de merak etmiyorum artık. Nasıl olsa aylardan Şubat, nasıl olsa aylardan en kısası! Günler daha çabuk geçecek, oh, işte bu ay, o ay! Daha çabuk bitecek o dayanılması güç yaşama ağrısı. Ellerimle seviyorum kutup arzusunu, büyürken sitoplazmasında su kaybına maruz kalıyor. Hala güzel salata yapabildiğim için de şanslıyım. Bunu kimseler bilmiyor ve mısır, nar ekşisine, reyhan domatese iyi geliyor.
Bu aralar domatesin kabuğunu soymadan yiyorum. Terli, ekşi, tüylü ve sıcak bir yer burası. Çıkmak istemiyorum.
…
YORUMLAR
farkındalığa uyanmış bir bilinç düşünmeye başladı mı akışına set koymak mümkün olmuyor. özellikle şu ifadeler enfesti:
Aslında biz kötü insanlar değiliz ki!
-Bunu bilmeyen çok!
-Bunu bilmeyeni, yani kendilerinin kötü olmadığını bilmeyen çok!
evet, ancak bu kadar güzel anlatılabilir. eğer kötü olmadıklarını bilselerdi her şeyi berbat edip kötü olmaya meyletmezlerdi. birinin onlara doğal iken kötü değilsiniz diye fısıldaması ne güzel olurdu. çok tebrikler.