- 595 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
'Petersburg sirayetleri'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ayşe önce kâğıdı buruşturdu. ‘Yazın ne berbatmış senin’ dedi. ‘Biliyorum, yine de sağ ol söylediğin için’ dedim. ‘Ama hakikaten berbat’ derken, samimi olduğunu dudaklarını dışarı doğru iterek belli ediyordu. Diliyle damağını yalıyordu. Sonra dilini ön üst dişlerinin arkasını yalayıp, dilini öne doğru çıkardığı dudakları arasına sokup hızlı bir şekilde geri çekti. ‘O kızdan, neydi ismi, işte ondan haber yok mu?’ diye sordu. Merve’den bahsediyordu. ‘S ik tir et o kancığı’ dedim sinirle. ‘A a, niye küfrediyorsun kızcağıza’ derken samimi değildi. ‘İnsan bir kez olsun döner değil mi? Üç sefer yazdım, ona kendisinden haber beklediğimi söyledim. Tek ses çıkmadı. Üstelik yazdıklarımı okuduğunu biliyordum yine de cevap yazmıyordu. Belki sevgilisi ona akıl veriyor diye de düşünmedim değil ama hayır, hiç cevap vermedi. ‘Hepsini mi gönderdin’ dedi Ayşe. ‘Hepsini’ dedim, ‘hepsini!’
‘Bu ne?’ dedi. ‘Bu sen gelmeden önce yazdığım bir şey, karaladım bir şeyler.’ Ağzında kahvaltıdan kalmış bir şey olmalıydı ki, dilini dişleri arasında gezindirmeye devam ediyordu. ‘Canın mı sıkılıyor’ diye sordu. Çamaşır makinesi sesi gibiydi yürümek o an. Rüzgâr vardı ama üşümüyorduk. Maltepe çıktı birden ağzımdan. ‘Ne?’ dedi. ‘Maltepe’ dedim. ‘Ne olmuş Maltepe’ye?’ dedi. ‘Cami, sigara, semt’ dedim. Geçen yıldı bir semt. Camiydi yıllar. Kara bir lokomotifin gri dumanıydı sigara. ‘Artık yazmayacağım’ dedim. ‘Yazma, si k ti r et’ dedi. ‘Küfretme’ demedim. O da bir şey demedi. ‘Geçen bana attığın kısa filmi izledim’ dedi. ‘Hangisini’ dedim. ‘Ya oğlum öyle filmler izleme, manyak mısın, biri görecek, yanlış anlayacak’ dedi. ‘Ne anlayacak ki’ diye sordum. ‘Boş ver, şu müzik vardı ya, geçen bana dinletmiştin, o çok güzeldi’ dedi.
Sesini ver dedim bir kuşa, bana ‘martılardan bahset’ dedi. ‘Romantiğiz bu akşam, aslında biz hep öyleyiz, siz bir garipsiniz, siz insanlar’ dedi dişi kuş. Ölürken insan nasıl yaşamak isterse, işte öyle seviyorum akşamı. Kuş bir şey anlamadı. Martıya sevdalı bir kuştu gözlerindeki merhamet. Merhamet martının leşiydi, çiğ ve et. Köpek ve yemek. Korkunç bir kedi ürkmesi. Kağıttaki masa da, İrkilirken beceriksiz ve korkak bir kızın tenine yapışan şehvetin yalpalanmış cennetin hayali konuşuyordu.
Kan tutuştu.
‘kapı’
‘Getirdim dışarıdan istediklerini.’
Ne istemişti ki sahi? Unuttum çoktan hışır hışır ses çıkaran poşetin içinde neler olduğunu. Sırtımdaki ağrının küstahlığına daha fazla dayanamayıp kanepeye uzandım. Kırlentlerin ikisi de ayaklarımın ucundaydı. İki ayağımın arasına kırlentlerden birini aldım. Ellerime doğru fırlatmaya çalıştığım kırlent hedefi tutturamamış, zavallı bir askerin komutanından yediği azarı işitiyordu. Masanın altına kaçmıştı. Diğerini de masanın altına kaçmış olan kırlent gibi ayaklarımın arasına atıp, yüzüme doğru fırlattım. Bu sefer zor da olsa yakalayıp, başımın altına kırlenti koyabildim. Fakat oturduğum yer de kendimi hiç yere zorlamıştım. Dışarıda rüzgâr vardı. Yine küfredesim geliyordu ev sahibine. Evin tüm pencerelerini pvc yaptırmıştı ama balkon kapılarını ahşap olarak bırakmıştı. Ev haddinden fazla eskiydi. Büyük deprem görmüş, birçok insanın cansız bedenine şahitlik yapmış, sağlam evlerden biri de bizim kaldığımız evdi. Ahşap balkon kapısına izole bantlardan yapıştırmış olsam da, ses ve rüzgâr yine de içeri girebiliyordu. Geçenlerde yazın kullandığımız kilimi kapı altına koymuştum, şimdi göremiyorum. Göremediğim gibi az önce artarak içimi sıkmaya devam eden o histen de kurtulmaya başlamıştım. Menteşesi yağlanması gereken banyo kapısının sesi geliyordu. Sonra burnunu çektiğini duydum. Daha sonra tahmin ettiğim gibi yanıma gelirken terliklerinin çıkardığı sesi.
‘Hoş geldin. Erken gelmişsin. Hap şu... Ay, şifayı kaptım ben ya!’
‘Az dolanırım, biraz geç kalırım’ demiştim ama yürümek istememiştim. Sırtımı işaret ettim. ‘Ha’ dediğini duyar gibi olduğum an tekrar hapşırıyordu. Bu sefer iki kez üst üste hapşırmıştı. Burnunu çekiyordu. Önce tiz bir ses gibi, bir saniye içerisinde, sonraysa çekiş süreleri artıp, şiddetini de arttırıyordu. Üzerindeki gri, tüylü hırkanın altında pamuklu pijaması vardı. Tavana bakıp, gözlerimi kapayıp onunla konuşuyordum.
‘Kalın kazağını niye giymedin?’
‘Of, sıkıyor, çok sıcak oluyor o zaman da!’
Ona âşık mıydım, yoksa iyimser, menfaatini bize harcayan yanını mı seviyordum? Tam olarak kendime bile cevap veremiyordum. Bazı geceler kendimden vazgeçip, hiçbir şey arzulamadığım zamanlarda, onun yumuşak karnına başımı dayayıp, bu sessiz kalışın, mutlu anın diyetini nerede vereceğim konusunda kafa yoruyordum. Sanki bir el…
‘O değil de sanki benim de burnum tıkandı.’
‘Şifayı kaptık desene ikimiz de…’
‘Nereden kaptık ki biz gribi şimdi ya?’
‘Geçen arkadaşların gelmemiş miydi? Bayadır kimse gelmiyor bize, bir onlar geldi işte.’
‘Sahi ya, Fehamet’in işi bu! Dur, dur doğru ya. Kız iki paket kâğıt mendil bitirdi. Kısırı bile yiyemedi, tadım yok diyordu.’
‘İyi halt etmiş, ne hale geldin bak!’
‘Aman, ne yapalım, olacağı varmış.’
‘Akşama ne yapalım yemek?’
‘O değil de, dur sana şeyi söylemedim değil mi?’
‘Neyi?’
‘Bizim Vildan var ya, hani Ragıp’ın kızı.’
‘Ha, evet, ne oldu?’
‘Çocuğunu düşürdü garibim ya! Beş aylıktı hem de biliyor musun?’
‘Hadi ya, ciddi misin?’
‘Evet, maalesef…’
Vildan tazecik kızdı. Liseyi bitirir bitirmez, nişanlamışlardı. Altı ay geçmemişti ki, evlenmişti. Kocasıyla arasında on üç yaş olduğunu duyunca şaşırmıştım ama sonra ani bir şaşkınlığın geçiş gösterimi sona erip, yerine sebebini sormak kalmıştı. Evlendiği adamın şehirde toptancı dükkânları, üç şubeli de marketi varmış. Babası kızına ‘bir daha böyle fırsat bulman zor kızım, evlenirsen senin iyiliğine’ demiş. Kız da görünce, sevmiş adamı, olur verince de evlilik netice bulmuş. Her şey bir yana Vildan’ın çocuğu neden düşürdüğünü söylemiyordu. Merak ettiğimi de iyi biliyordu ama susuyordu. Üstelemedim.
‘Gribe et iyi gelir. Et yapayım akşama.’
‘Hiç yiyesim yok benim.’
‘Sahi, et yok değil mi evde?’
‘Kıyma vardı iki küçük poşette.’
‘Yok, kuşbaşı lazım! Ben birazdan çıkıp alayım, sen de dinlen. Kombinin derecesini arttırayım da, üşüyor musun?’
‘Gerek yok arttırma ya! Bu ay çok geldi zaten. Battaniye alırım üzerime birazdan.’
Dairenin dış kapısı da ahşaptı. Tokmağını yavaşça çekmek gerekiyordu ki, elde kalmasın. Getirdiğim poşetin sesini duyuyordum. Çıkan hışır hışır ses onun ellerinde karıştırdığı poşete aitti. İçinde al dediği ağrı kesici ve soğuk algınlığı ilacı olmalıydı. Ne getirdiğimi hatırlayabilmiştim! Ayrıca mentollü bir krem de almıştım. Uyumadan önce göğüslerinden başlayarak, omzundan sırtına kadar o kremi sürecektim. Beyaz bir atlet giyip, üzerine tekrar pamuklu pijamasını giyindikten sonra yatağa girecekti. Odanın kapısını kapamadığım için bir türlü gözüme uyku girmeyecekti. Ayağa kalkıp, mutfağa gidecektim. Akşam pişirip de yiyemediğim etleri tencere içinde buzdolabında görecektim. Soğuk bir maden suyunu iki dikişte bitirirken, tekrar yatağa girdiğimde beyaz, Amerikan kapının buzlu camından içeri girmeye çalışan sokak lambasının ışığına bakıp, dalacaktım.
Yarın açılması gereken daha pek çok kapı olacaktı.
‘Bitti mi, bu muydu?’
Ayşe de biliyordu, bazen insan aynı kelimeleri çokça kullanabiliyor. Kendimi güçsüz bildiğim zamanlar motive bulayım diye hep aynı filmi izliyordum. Filmin adını bir zaman birine söylediğimde kahkahayla gülmüştü. Oysa bir çocuk gibi incindiğimin farkına dahi varmamıştı. Ayşe yazdığım şeyden sıkılmıştı. İstersen şu iki kitabı sen al dedim. Elimde iki tane Haydar Ergülen kitabı vardı. Kitaplar inanılmaz güzeldi. Ayşe’de hayran kalmıştı kitaplara. ‘Al’ dedim, ‘okumasan da çok güzeller.’ Ona nasıl anlatabilirdim ki, hani çocuksu arzuyla okumasan da yanında hep bulundurmayı istediğin bir kitap. Düşen süt dişi gibi, emekle, alın teriyle kazanılan ilk kâğıt para gibi.
Bir çocuğun düşüyüm ben, mızıkamın sesi yeryüzüne değer
Uyurum uyanırım hep aynı şarkı, ne sesim eksilir ne umut biter.
Güzel şiirleri vardı şairin. Bir bilsen daha da güzelleri var. Ben böyle okumayayım. İstersen arabana benzin koyalım. İstersen basıp gidelim bu dünyadan bir gökdelen terasından bakarken çorak ovaya. Çalım atmadan, sen sarkıt göğüslerini, örümcekler tutunsun kısa saçlarıma.
‘O kız güzel miydi peki?’
‘Bazı resimlerinde çok çirkin duruyor, sevgilisiyle çektirdiği bir resimde daha güzeldi. Ne bileyim, yoklukta gider cinsten.’
‘Sahi, bir daha dönmedi değil mi? Hiçbirine cevap da vermedi?’
‘Defalarca sorma, olmadı işte, tek bir cevap bile vermedi. Kesin sevgilisi ona akıl verdi.’
‘Nereden biliyorsun?’
‘Sheep shagger, fuck her hand with fancy man’
‘Küfür mü ediyon lan? Fak mak dedin, anlamadım sanma. ‘
‘Yok yahu, öyle şarkı sözü gibi şey ettim. Acıktım ben ya, bir şeyler yiyelim.’
‘Ben kahvaltıyı iyi yaptım. Aç değilim.’
‘Belli oluyor, ağzının içini yalayıp duruyorsun bir saattir.’
‘Sigaran var mı? Yoksa tütün var, sarmıştım geçen.’
‘Dilek evlendi, söylemiş miydim sana?’
Altmış kişi bir anda gelecek ve bir anda gideceklerdi. Önemli olan tepsi ne kadar büyükse ve ne kadar çok tabak içine sığıyorsa, o kadar çok tabak götürülebilirdi. Birine Yurttaş Kane’yi izle dedim, diğerine Kozijat’ı. Biri flashbackler süper dedi, diğeri aşkı, saflığı, merhameti, inancı. ‘Her neyse’ dedi Ayşe, ‘sen de artık buraları iyi biliyorsun. Söyle bir yer de gidelim. Ben çay içerim.’ Çayı berbat hızlı yemek yenilebilecek bir yer biliyordum. Yürümek istiyordum. ‘Dizim’ diyecekti. Saate baktım. Midem ağzıma doğru asitle karışık su fışkırtırken, manometre gibi açık hava basıncına maruz kalıyordu ağzı açık yemek borum. Suyun var olduğu her yer de, yükseklik fark etmeksizin basınç eşit dağılıyordu. Laktik asit birikiyordu. Hacamat yaptırmak için güzel bir yaz günü gerekiyordu. Kirli, siyah, dalağa benzeyen kılcal damarlarda kalmış kan pıhtılarının zevkle akışını arzuluyordum. Ayşe hâlâ o kızdan bahsetmek istiyordu. ‘Kızın götü çıktı desene’ diyordu. Ona benden çok sinirlenmişti. Hızlı tren geçiyordu. Martıların öpücük bıraktığı camlara dadanan dişi güvercinler kavgaya tutulmuşlardı. ‘Dizim’ dedi. Kitaplardan biri yere düştü. Ayşe’nin kısa saçları tutuşmuştu. Bütün şehir tahliye edilircesine insanlarını delirtmişti. Ayartılmış bir sakinlikle ilerliyorduk.
‘Bence yazma bir daha, sen de artık b.oktan yazıyorsun.’
‘Bilmem’ dedim, ‘pistonlarım sarsıntı geçirmiyor değil, vuruş sayısı da artık eskisi gibi kaliteli değil, keskin bir şahin gözü de yok, olabilir, her şey bitebilir, bekliyorum, umuyorum, istiyorum.’
Yağmur başlamıştı. Yakın bir zaman sonra karla karışık yağacaktı. Armağan otobüsten inecek, markete uğrayıp yoğurt ve ekmek alacaktı. Dünden haşladığı hazır mantıya sos hazırlayacaktı. Ergenliğinin izleri olan yüzündeki sivilce delikleri olmasa güzel kızdı. Zaman zaman çok içerdi, bazen ağlardı. Ağlarken bazen içtiği kadar ağladığını düşündüğü olurdu. Annesini kaybedeli iki yıl olmuştu. İki yıl önce bir miting zamanı annesinin cenazesini hastaneden çıkaramadığı için delirmiş, pijamalı olduğu için insanlar onu yargılamışlardı. Ablasıyla beraber dünyanın en yalnız insanları olduklarını düşünüyorlardı. Başbakanlığın koruma polislerinin gözlüklü havalarından geçilen nemli gözlerin ağır bakışları şehrin ruhsuz sokaklarına doğru kayıyor, ağaçlar sessizce geceyi bekliyorlardı. Yaprak kıpırdayıp, hışırtı çıkarmak istemiyordu.
Ayşe kusmak üzereydi. Bir büfenin önünden geçiyorduk. Karikatürleri görünce ’bir ara bakardım, çok eğlenceli şeyler oluyor içinde, fırat filan da vardı, hani hatırlıyorsundur sen de, a a hepsinden aynı şey yazıyor’ dedi. ’Fransa’da ki olaylardan dolayı, hepsi aynı başlıkla kapaklarını yaptılar bu hafta’ dedim. ’Sen nereden biliyorsun’
diye sordu. Cevap vermedim. Tuvalette geçen o özel zamana dair bir sorunun kendisiydi bu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.