Sayıklamalar "şiir nedeni üzerine"
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Çaresizliğin göğüs kafesimde bıraktığı yumuşak bir sancı olarak hüznü nasıl anlatırım bilemiyorum. Becerebilir miyim? Diyelim ki becerdim, anlar mısınız? Ondan da emin değilim. Yıllar oldu, hep kendimle konuşuyorum. Kimi zaman dilinden olgun ve gizemli kelimeler dökülen bir derviş edasıyla, kimi zaman haksızlığın ve adaletsizliğin karşısında bıçak gibi dikilen gururlu bir savaşçı edasıyla, kimi zaman karşımdaki beni cevapsız bırakacak kadar akıllı laflar eden bir alim edasıyla, kimi zaman da hiçbir şeye güç yetiremeyeceğinin farkında, yenilgiyi kabullenmiş, kaleleri kuşatılmış, son treni kaçırmış, kendi geçmişine ve çocukluğuna saplanıp kalarak hüzünlü laflar eden bir meczup edasıyla.
Benim adım Mustafa. Seksenlerde doğdum. Yürümekten ve yürürken kendi kendine konuşmaktan hoşlanan biriyim. En belirgin özelliğim budur diyebilirim. Uzun lafın kısası “deliyim”. Çoğu zaman kendimi televizyonda yayınlanan bir tartışma programının konuklarndan biri olarak hayal ederim. Program sahibine olmadık sorular sordurup, sonra o soruları büyük bir ustalıkla cevaplarım. Uçsuz bilgi hazinem ve en akla gelmedik konulara olan hakimiyetimle programın sunucusu başta olmak üzere ekranları başındaki insan güruhunu kendime hayran bırakırım. Onlara kainatın ve varoluşun sırlarını veririm. Diğer konukların alt edilemez üslubum karşısında sinirden dudakları titreyerek ve ağızlarından köpükler saçarak sordukları soruları bakışlarımı önüme düşürerek bir miktar tefekkür ettikten sonra soğuk kanlılığımdan ödün veremeden cevaplarım. Her şeye verilecek doğru bir cevabım vardır. Açık yüreklilikle, çekinmeden söyleyebilirim ki ün, şan ve şöhret zerre miskal umurumda değildir. Tek derdim doğru ve yanlışın ayan beyan ortaya konulması, neyin ne olduğunun herkes tarafından anlaşılmasıdır. İnsanlara doğruyu göstermek ve bu sayede kendi doğrularımı teyit etmek gibi bir felsefi misyonum vardır.
Bir kaç kere aşık olmuştum. Lafı dolandırmayı sevmem. Artık olamıyorum. Her şey fazla karmaşık hale geldi büyüdükçe. On beş yaşında aşık olmak kolaydı. Yirmili yaşlarda adeta bir zorunluluktu. Üniversite yurdunda altı adam aynı odada arzu görücü dinleyerek uyuyabiliyorduk. Aynı arzu görücü’den altı farkı aşk yarasına merhem olmasını beklerken yaptığımız şeyi hiç mi hiç garipsemiyorduk örneğin. Reçetesi yoktu aşk acısının. Merhemi de bünyeden bünyeye değişiyordu. Bir zorunluluk olarak aşk, hayatımızın baş köşesine kurulup, durduğu yerden yüzümüze arsız, arsız bakabiliyordu. Hiçbirimiz bunda bir beis aramıyorduk. Ben aramıyordum en azından. Öte yandan yıllar sonra aklıma gelecek, ve aklıma her geldiğinde beni beyninden vurulmuşa çevirecek sahneler, şarkılar ve kokular biriktiriyordum.
Günlük olaylar karşısındaki tavrım tıpkı bir Anglo Sakson yargıcının, suç teşkil ettiğinden süphelenilen olay karşısında takındığı, sırtını yüzlerce yıllık içtihatlar külüne yaslayan tavrı gibidir. Öten yandan zamanın değişen ve dönüştüren doğasını tekzip eder bir şekilde kadim özdeyişlerde bulurum hakikatimin temellerini. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, aşkı nefretten bu sayede ayırt ederim.
Ne ki, her kadim hakikat ille de kadim sözlerde gizli olacak diye bir kaide de yoktur. Yeni sözlerden değişmez gerçeği çekip çıkarmak pek tabi mümkün. Yeter ki buna ayıracak mesaisi olan ariflere tesadüf edebilsin insan. “Bunun için günlük hayatın köşelerine ve bucaklarına çevirmek lazım görmeyi becerebilen gözleri.”
Kendi varoluşunla aranda bir husumet, bir mesele olmalı çözemediğin.
Modern insanın işi en zoru bu bağlamda.
“Nasıl?” sorusunu cevaplamak uğruna harcadığı asırların semeresini doğaya hükmetmek anlamında topladıkça “Neden?” sorusunu unutmaya olan meyli artıyor. İnsanlık olarak kolektif bilincimiz “Neden?” sorusunun üzerinde yazılı bulunduğu kalıplı duvarı delemeyeceğini anladıkça, “Nasıl?” sorusuna yakın yerlerde meme yapıyor, balon veriyor. İçeride biriken, köpüren ve ancak bilinmezliğin ortadan kaldırılmasıyla tatmin edilebilecek olan basınç yolunu “Nasıl?” sorusunun haddinden ve gereğinden fazla cevaplanmasında buluyor. Nitekim buna bilimsel ilerlemişlik ve gelişim diyoruz. İlla ki modern bir fetiştir yine modern olan insanın bilimsel ilerlemeye imanı. Öyle ki, bilim gibi varsayımlardan teşekkül bir okyanusun içerisinde, bin bir zorlukla dalgalarla boğuşarak vardığı ıssız adanın koordinatlarının kesinliğine olan değişmez inancı.
Şiiri önemsemek işte tam da bundan. Bir bilinmezlik olarak şiiri. Keskin hatları önceden belirlenmiş, köşeleri olan, siyahı ve beyazı olan modern uğraşlara karşı zihnimizden kopan bir çığlık olan şiiri. Bir deli saçması olarak şiiri. Mekaniğini ve mantığını anlayamadığımız, bir mekaniğe veya mantığa tabi olup olmadığından bile emin olamadığımız, bize haddimizi bildiren şiiri. Binlerce yıldır formülünü bir türlü bulamadığımız, en şair olanlarımızın dahi “hadi bir tane daha söyle bu şiirden” denildiğinde dillerinin tutulmasına neden olan şiir’i. İyisi, kötüsü olmayan şiiri.
Şiir’in kötüsü olmaz. Kötü olan zaten şiir olamaz.
Hecelere bölünür, bir ölçüye oturtulur, kafiyesi bulunur, imgelere ayrılır, nihayetinde bir şekilde sınıflandırılır... lakin şiiri şiir yapan o “öz” bir türlü bulunamaz, açıklanamaz. Şiir’in özü, tabiatı uyarınca, gölgesi “Neden?” sorusunun topraklarına düşen bir ağaç gibidir. İnsanlık çölünün tam ortasında insanlık tarihi kadar eski, dehşetli bir ağaç. Zamandan ve mekandan beri bu ağaca “Nasıl?” sorusunun cevaplarıyla aydınlatılmış, işaretlenmiş bir yol ile ulaşılamaz. Öyle ki, yazılmış bütün şiirleri ezberlemiş, ölçülerini çözümlemiş, şairlerinin hayatına vakıf olmuş bir insanın şiir yazabilme garantisi yoktur. “Orada dur” der şiir “bu yol yürümeyle aşılmaz, bu yol zamandan ve mekandan beri”.
Şiir bugün neden para etmiyor? diyorsun ya. İşte tam da bundan. Şiir’in bizi kulağımızdan tutup sürüklediği belirsizliğe ve konforsuzluğa tahammül edemediğimiz için. Hala “Neden?”i “Nasıl?” ından önemli olduğu için kaçıyoruz şiirden. Ve ara sıra çıkıp bir kenardan göz kırpmasına müsaade ediyoruz yalnızca.
Dediğim gibi benim adım Mustafa. Yıllardır çıkıp yürüyorum. Önce çizgilere basmadan yürüyorum. Çarşıda yürüyorum. Vitrin camlarında yansıyan şaşkın yüzüme bakakalıyorum. Yalnızım... yalnız kendimle konuşuyorum. Konuştukça çizgilere basıyorum.
...
Saat beş nalburları pencerelerden
Madeni paralar gösteriyorlar,
Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,
Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.
Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
...
(Cemal Süreya, Eşdeğeriyle Yan)
YORUMLAR
Sahil şeridinde bulunup, kasabavari bir semtte oturan hemen hemen herkes bilir aslında Mustafa'yı.
Yalnızlığın minik sancıları, ayrılığın pesimist tavrı.
Kısacası benim içimde de bir Mustafa var, ve saygıyla selamlıyor sizi.
Sevgiyle.
Tayyar
güzel kelime. her yere yakışır
ama
...
En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
öteden beri yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
...
(Turgut Uyar)