- 835 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
En Sevdiğim Resim
Perdenin kıvrımında mı yakaladım ilkin o küskün, mahçup gülüşü? “Onun gerisinde gezinen o gölgenin sahibi öyle hayata meydan okuyanlardan olsa, korkmadan baksa; neden öyle kıvrık bıraksın ki o perdeyi?” dedim; “Hemen düzeltir, olması gerektiği gibi olsun diye bir hamle yapar.” Sanki düzensiz olmak için ille de esaslı bir neden gerekirmiş gibi… Galiba kıvrımı falan bahane ettim ben, nerden vardığımı bilmediğim bir yargıyı haklı çıkaracak bir kılıf yaptım ondan.
Hem gördüm ben o kadını, sadece tüllerin gerisinde gezinen bir gölge olarak değil, düpedüz canlı kanlı karşımda… Çiçeklerini suluyordu balkonda bir keresinde. Sabah sabah ne iyi gelmişti o toprak kokulu, bahar dolu sahne!.. Bahardaydık gerçi zaten ama içlerin de baharda olması anlamına gelmiyordu ki bu! Sabahları o yarı uykulu, benliklerin uykunun eşiğinde kararsız salınıp durduğu, kendimize yabancı, ıssız anlarımızda bir an önce uyanıp yalnızlığımızdan sıyrılmak için ılık bir şeylere ihtiyaç duyarız ya hani! Ağustos’ta da olsak, üşüyen içimize en sıcak hava bile deva olmaya yetmez. İşte o kadın o sabah deva oldu bana sunduğu o görüntüyle, içimi ısıttı. Çiçekler daha bir parıldadı hemen, o üzerlerine eğilip de bin bir özenle sularını verirken. O mahçup gülüşü bana yöneldi birden, “rahatsız etmedim sizi, değil mi” der gibi bakışları gezindi durdu kısa bir süre için yüzümde. Gördüğü neyse hoşuna gitmiş olacak ki daha da utandı, sürahiyi alıp içeri kaçtı hemen.
O kadında olup da bende olmayan bir şey, öyle büyük bir eksik ki hayatımda aslında! Belki de bu yüzden bakıp kaldım, o gün balkonda çiçeklerini sularken. Kahkaha atan kızlar, kadınlar var çevremde… Ezikliğin zerresi olmayan, dolu dolu gülüşleriyle dünyayı küçültüp duruyorlar. Ta ki ellerinde oyun hamuru gibi evirip çevirebilecekleri bir şeye dönüşünceye kadar… Onlar güldükçe öyle, ortalığı kahkahalarıyla çınlatarak; yüksek topuklu ayakkabılarla ıssız bir sokaktan geçen bir kadının çıkardığı sesi çıkarıyorlar aynen… “Ben buradan geçiyorum” diyorlar o çıngıraklı gülüşleriyle, tıpkı o topukların çıkardığı ses gibi.
Ya en küçük bir ses çıkarmaktan bile korkarak yürüyen kadınlar..? Herkesin çoktan uykuya daldığı bir saatte çok susamış da mutfağa gitmek üzere yatağından çıkmış birinin evdekileri uyandırırım endişesiyle kendini bir gölgeye dönüştürmesi gibi… var olmaktan utanırcasına, nerdeyse nefes almaktan bile korkarak terliklerini usulcacık sürüyen yerde; “buradan az önce bir kadın geçti”ye dair küçücük bir iz bırakmamak için an be an yok eden kendini… Öyle kadınlar da başka türden bir kahkaha yollamıyorlar mı dünyaya? Onların gürültüsü kulakları tırmalamıyor diğerlerininki gibi, ama fısıltılarıyla bile çok daha güçlü duyuruyorlar seslerini. Hitap ettikleri kulaklarımız değil çünkü, kalplerimiz… Ve o kadınlar da o parçamızla konuşmasını çok iyi biliyorlar: Varlıklarıyla fısıldamayı… Karşı komşum da işte onlardan biri…
Geçen gün ondan bahsettim arkadaşım Şebnem’e. Varlığı epey gürültü çıkaran kadınlardandı o da, çevremdeki kadınların büyük çoğunluğu gibi… O konuşurken o bomboş sokak geldi aklıma birden ve yüksek topukların tıkırtısı… Bana kocasından şikâyet ediyordu. “Ne olmuş yani oraya gittiysem? İlle hesap vermek zorunda mıyım ona?” diyordu, söz ettiği yer bir bar değilmiş de sıradan, öylesine bir yermişçesine içten bir serzenişle… “Ne zamandır görmediğim arkadaşlarımla birlikte bir yerlere gidip iki kadeh bir şeyler içmek için izin mi alacağım ondan yani? Hangi zamanda yaşıyoruz biz?”
“Bence çok fazla ses çıkarıyor topuklarımız” demek istedim ona bu sözlerinin hemen ardından. Diyemedim tabii, ama en azından ucundan kıyısından geçebilirdim. “Değil gece yarısı arkadaşlarıyla bara gitmek kocasından izin almadan bakkala gidemeyen kadınlar var bu dünyada.” dedim. “Üstelik çok uzakta da değil… Her an karşı karşıya gelebileceğimiz kadar yaşamımızın içinde bir yerlerde gezinip duruyorlar.”
Bunları söylerken karşı apartmana bakıyor olmalıydım ki “Hatta karşı komşumuz bile olabiliyorlar, değil mi?” dedi arkadaşım şakrak bir kahkaha patlatarak. “Yani halimize şükredelim diyorsun. Ben Ozan’a sövüp saymak yerine bu akşam işten döndüğünde özürlerimi bildirmek için mumlu, çiçekli, dört dörtlük bir sofra hazırlamalı; onunla ilk çıktığım günlerdeki gibi büyük bir özenle süslenip püslenmeliyim. Değil mi ya, ondan habersiz sokağa çıkabiliyor, alışveriş edebiliyor, hatta köpeğimi bile gezdirebiliyorum… Bu lütfu için yatıp kalkıp şükredeceğime bir de kalkmış bar diyorum, içki içmek diyorum…” Ardından öncekinden de gürültülü bir kahkaha daha attı bu konuya kesin bir nihayet vermek istermiş gibi… Sonra da bambaşka bir konuya atladı. Keşke bu kadar acele etmeseydi konuşmamı kesmek için… Biraz sabretseydi o da görecekti belki; ses çıkarmaktan korkmamak, gölgeliğe isyan etmek için ille de ortalığı gürültüye boğmak gerekmediğini. Hatta belki benim gibi o da soracaktı: Yanlış noktalara mı odaklanıyorduk biz?
Mesela bu sabah karşı komşumun evinden yükselen sesler eşliğinde kahvaltımı hazırlarken ben de o güzel kadını çiçeklerini sulayan zarif görüntüsüyle kafamda canlandırmakta epey bir zorlandım, ne yalan söyleyeyim. Sanki birileri fotoğraf albümümdeki en sevdiğim resmimi hoyratça çekip yırtmış, paramparça etmişti. Diğerleri arasında beni bana en çok anlatan, hayatın yüzümdeki yansımasını en doğru şekilde aktaran o resim yoktu artık yaşantımda… Artık kendimi yeni baştan keşfetmem gerekti.
İşte aynen böyle bir kayıp duygusuyla karşı pencereye bakakalmıştım. O kaba saba erkek sesi öyle bir tırmalamıştı ki kulaklarımı, karşı komşumun duruşuyla, gülümsemesiyle bana fısıldadıklarını duyamaz olmuştum artık. Ne demişti o adam? “Salak karı” gibi bir ifade kullandığını hatırlıyorum. “Bir ütüyü bile becerememişsin” gibi bir şeyler demişti galiba. Zaten kelimelerin ne anlamı vardı ki?! Ses yeterince anlatıyordu her şeyi. “Sen bir gölgesin, hatta gölge kadar bile yoksun. Yerin yok senin benim yaşadığım bu dünyada. Bir hiçsin sen!”
Aradan saatler geçtikçe o ses gitgide hafifledi neyse ki zihnimde, çok geçmeden de kayboldu. Sonra birden sevinçle fark ettim ki; o kayıp fotoğraf sapasağlam duruyor yerinde… Karşı komşum aklıma geldiğinde o toprak kokusunu duyabiliyorum.
Onun çiçeklerin üzerine eğilirkenki görünümünde saklı şeyi, -“kadınlığı”- ayan beyan seçebiliyordum yine, zihnimdeki onca kadın görüntüsü içinde. Hayır, bunun o kaba saba adamın sözleriyle en küçük bir alakası yoktu. Eğer o adam öyle bağırıp çağırmak yerine “sevgilim” deseydi o güzel kadına ve ona öylesine bir şeyler söyleseydi… Kelimelerden bağımsız bir şekilde sevgisini anlatsaydı sesiyle… O yine sabahları aynı özenle sulayacaktı çiçeklerini, buna adım kadar eminim. Çünkü bu kadar büyük bir hoyratlıkta bile içinde böyle bir şefkati yeşertebiliyorsa hâlâ, ayazın ortasında bile güller açtırabiliyorsa yüzünde; ince bir şeyler hâlâ hüküm sürebiliyor demekti dünyasında, onun bu bahar dolu gülümsemesi öyle mevsime falan bakmıyordu.
Eğer arkadaşım lafımı ağzıma tıkamasaydı muhtemelen bunları anlatacaktım ona. “Hayatımızdaki erkekler üzerimize bu kadar titrerken nasıl bu kadar kabalaşabiliyoruz?” diyecektim. “Kocası böyle bas bas bağırırken karşı komşum zarafetini yitirmemeyi nasıl becerebiliyor böyle?... Ve nasıl bizden çok daha fazla kadın olabiliyor? Bence kadınlığı yüceltelim derken fena halde bir şeyi gözden kaçırıyoruz biz: Bağıran, kırıp döken erkeklerin hayatındaki kadınları anlatan o resimde her şey de yanlış olmak zorunda değil… Sırf o çerçevenin içinde bir yerde diye en güzel, en ince şeyleri de yanlış olanların safına katıyor, kadınlığı var eden en baş şeyleri yaşantımızdan çekip çıkarıyoruz. Kendi resmimize bakalım bir kez de. Bağırıp çağıran tarafın kim olduğunu keşfedelim. Diğer resimdeki kadınların kimilerindeki o inceliğin nedeni –bazı kadınlar tam da o adamların dönüştürmek istedikleri ‘duyarsız mahlûklar’ haline gelebiliyorlar maalesef- nasıl ki o adamların hoyratlığı değilse, bizim resmimizdeki kimi erkeklerin nezaketinin –saygısızlığımıza hak ettiği tepkiyi gösterip kendimizi sorgulamamızı sağlayan erkekler de var neyse ki kimimizin hayatında- nedeni de bizim hoyratlığımız değil… Ve iki resimdeki bir ortak noktayı da keşfedelim ayrıca: İkisinde de o zarafeti hak etmeyen insanlar var.”
Böyle şiir gibi konuşmazdım tabii ki. Ama daha gündelik cümlelerle de olsa aynen bu anlama gelen şeyler söylerdim.
YORUMLAR
Her iki resimde de zerafeti hak etmeyen yüzler var. İşte bu anafikir, işte bu sonuç. Tebrikle.