- 521 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yetmişten Sonra Bir Gün
Mavi dar denizli, denizi bol gemili, altın boynuz Haliç’li, bin evli, çok minareli, yedi tepeli ve çok renkli bir yerdi.
Bin dokuz yüz yetmiş sonrasıydı ve mevsim sonbahardı.
O yıllar zor yıllardı.
İkinci cihan savaşının savaşsızlık sonrası, vahşi kapitalizmin acımasız hükümranlığı, Hippilerin başkaldırısı, sosyalizmin canlanışı, Vietnam savaşı…
Che Guevera’nın Bolivya’da yakalanışı, öğrenci olayları ve ayaklanış…
İşçiler, grevler, emekçi destekçisi öğrenciler…
Proleterler, devrimci gençler, dinciler, milliyetçiler, liberaller…
Ve örgütlenmeler…
Kötü niyetliler…
Kargaşa isteyenler, kargaşadan nemalanmak isteyenler…
Amerikan uşaklığından nefret edenler…
Emperyalist sopasıyla güdülenler…
Hak ve özgürlük isteyenlerin arasına girip farklı amaç güdenler… Saf duyguları acımasızca kullanmak isteyen kuduz köpekler…
Çakallar, tilkiler, leş kargaları…
Puslu hava sevenler…
Sinsi sinsi gezinenler…
Ve bölünmeler…
Altıncı Filo olayı…
Eylemler, direnişler, siyasi boşluk, yokluk, kuyruk, karaborsa… Yağma ve talanlar… Kapitalist oyunlar, kanlı Pazar ve masumiyetten ayrılışlar…
Ve on iki Mart, darbe…
Ve sıkıyönetim…
Demokrasinin askıya alınışı, olmayan özgürlüklerin iyice kısıtlanışı…
Kaçmaca, kovalamaca…
Kaçanlar, yakalananlar, sıkıyönetim mahkemeleri, yargılı yargısız infazlar, mahpuslar, idamlar…
Ve dram.
Ve Ali, Veli, Selami… Ve Elif, Hülya, Süheyla… Hiç hiçine vurulmuş, bir sürü fidan kurumuş, Deniz, Hüseyin, Yusuf geçen yıl darağacında susturulmuş, yani altmış sekiz kuşağına kan kusturulmuştu.
Bu, insanca bir yaşam isteyen tertemiz yüreklerin, önce insan diyen ve insan için bir düzen isteyen geniş ufuklu genç beyinlerin acı sonuydu!
Kim kazanmış, kim kaybetmişti?
Kazanan da belliydi, kaybeden de ama aslında kimse bir şey kazanmamış, hiç kimse de bir şey kaybetmemişti. Her şey aldatmaca, kandırmaca, savsata, zamanı uzatmaca; başka bir şey değil, çünkü gerçek tektir ve gerçek olan her ne ise, o, gerçek yüzünü elbet gösterecekti. Gösterecektir. Gün ola, harman ola...
Kimse doğaüstü değildir. Gerçek olan, doğanın kendisidir ve insanoğlu doğanın nesidir? Beyi, paşası, ağası mı? Etme bulma dünyası. Ne ekersen onu biçersin. Bugün bana, yarın sana. Her şeyi yedin, yuttun; ne kaldı ki yarına? El elden üstündür ama sevgi her şeyden üstündür…
***
Mevsim sonbahardı ve sonbaharlarda esen o yelden vardı. Yarı yaş, yarı kuru, sarı, sarıya yakını, kimisi toprak, kimisi kiremit rengi, dar, geniş, uzun, kimsi düz ve oval, kimisi biçimsiz, kenarları kanatlı gibi, büyük, küçük; kopmuş, dökülmüş, bazıları dalıyla birlikte düşmüş yapraklar…
Solgun yaprakları önüne katıp köşe bucak savuran, bahçe duvarlarına, bina kuytularına, otomobillere, insanlara çarptıran, koşturan, kovalayan; bir köşe dibinde, kuytu bir yerde binlercesini üst üste yığdıktan sonra bina aralarındaki boşluklarda yakaladığı kâğıt parçalarını, çer, çöp ne bulduysa ve kuru tozları da önüne katıp yitip giden bir yel…
Bilinmeyen bir yere doğru. Yedi tepeli koca şehrin güneyine, göğüne, denizine, daha ötesine…
Dün yağmur yağmıştı. Dün yağmış, önceki gün yağmış, ondan önceki gün de yağmıştı. İstanbul’un üstünde beş gündür hep yağmur vardı. Her gün ikindi vaktinde başlıyor, karanlık olup yatsı ezanı okunana dek sürüyordu. Yatsı ezanı okunduğu vakit yağmur yüklü bulutlar boşalmış oluyor, boşalmamış, yarısı dolu kalanlar da alıp başını çok uzaklara gidiyor; sonra gök perdesi açılıyor, karanlığın içinde parlayan yıldızlar açığa çıkıyordu. O zaman ışıklar da yanıyordu. Şehrin ışıkları. Kıpırtısız duran evlerin, çorapçıların, kunduracıların, köftecilerin, çorbacıların, lokantaların, kahvelerin, park ve bahçelerin ışıkları… Yoldaki otomobillerin, denizdeki gemilerin yürüyen ışıkları, minarelerin ışıkları yanıyor ve ışıklar yanınca bulutlar susmuş, yağmur da durmuş oluyor; yüksek yukarılardaki dar sokaklardan berilere doğru şırıltılar çıkaran küçük selcikler akıyordu. Yerler ıslak. Boyalı duvarlar, ışıklı camlar, çatılardaki kımızı kiremitler, kaldırımlardaki direkler, parıldayan lambalar, yapraksız kalmış çıplak ağaçlar, yuvasız kuşlar hep ıslak oluyordu. Durmadan dönen lastik tekerlekler, sağa, sola su fışkırtıyor, kuru kalmış kedileri, köpekleri de onlar ıslatıyordu.
Dün yağmur yağmıştı ikindiden sonra; yatsı ezanı büyük kubbeli camilerin minarelerinden okunana kadar. Her yer pırıl pırıl, bu sabah hava çok güzel. Yollar, binaların düz duvarları, kiremit örtülü damlar, yapraksız çıplak ağaçlar, taş kaldırımlar, kuşlar, köpekler, kediler; hep yıkanmışlar, hepsi pırıl pırıl. Hava güzlemiş, güneş kendini göstermiş, bahçe ve parklardaki otlar yeniden yeşermiş; bazı bitkilerin yaprakları dökülse de, güz gülleri çiçekteydi. Çiçekler gülüyor, deniz gülüyor, güneş de yeryüzündeki her şeye gülüyordu.
Her yer yağmur kokuyordu. Yağmur sonrasının ıslak toprağı misler gibi, sanki sonbaharda ilkbahar yaşanıyordu.
Bu yağmurlar da neyin nesiydi böyle; her gün, her gün? Bin dokuz yüz yetmiş üç sonbaharının bu günlerinde.
Kırk ikindi yağmurları vardı eskilerin anlattığı. Eskilerin anlattığı bu yağmurlar ne zamanlar yağardı? Mart, Nisan, Mayıs; hangi ay? Oysaki Nisan ayı da, Nisan yağmurları da çok gerilerde kalmıştı. Zaman geçip gitmiş, bahar bitmiş, yaz bile bitmiş; şimdi sonbahardı ve Eylül ayıydı. Bu yağmurlar neyin nesiydi; kırk gün ikindiden sonra yağan? İlkbahar geri mi gelmişti? Zaman geçip gitmişti oysa, var mı geri çevirebilen?
Dün çok yağmur yağmıştı, ikindiden sonra. Sel suları, yerdeki sigara izmaritlerini, kibrit çöplerini, şeker kâğıtlarını, çekirdek kabuklarını, kaldırımlara ve asfalt yollara yapışmış salya, sümük insan balgamlarını, beygir boklarını yapıştıkları yerden kopararak, kimi mazgallardan akıtıp kanalizasyon çukurlarına sokmuş, kimi de kaldırımla yol arasındaki çukurlardan akıtarak aşağıdaki boğazın koyu mavi, kara yeşili sularına taşımıştı. Yağmur suları tertemiz yapmıştı kirlettiğimiz dünyayı. Yeni günün gülen yüzlü güneşi pırıl pırıl parlatıyordu her yeri. Dün değil yeni bir gündü bu gün. Yeni doğanlara yeni bir gün, uyuyup uyanabilenlere yeni bir gün, ölüp gidenlere de gelmeyen bir gün…
Sabahında bir bebek doğmuştu bu yeni güne. Güneşle birlikte. Ağlıyordu nedense. Kundaklı, kolu, bacağı bağlı, gözleri kapalıydı. Sahi, şiş kombalak gözleri neden kapalıydı? Yeni doğan bebek, sırıtıp gülmez de neden ağlardı? Bedeni çıplak ve her yeri kan revan içinde. Bu biçimdeydi. Aldılar onu anasının apışından, ayaklarından tutup baş aşağı sarkıttılar, çeşmeden akan suyla yıkadılar. Sonra yumuşak havluyla kuruladılar, sardılar, sarmaladılar, götürüp doğuranın yanına yatırdılar. Gözleri kapalı, ağlayan bebek sarılsa, kundaklanıp, kolu, bacağı bağlansa bile gene de çıplaktı. Yeni doğmuş bir bebek arıydı, saftı. Kirli olan dünyamız da bir zamanlar arı ve saftı. Kim kimi aldatmış, kim kimi yan yola sapıtmış, kim bu hayatı yaşanmaz yapmış? Dünya mı insanları şaşırtmış, insanlar mı onu zıvanadan çıkartmıştı? Bakalım, bugün doğan bu temiz bebek; büyüyünce ne diyecek, ne zaman, nerede, kimlerle eşleşecek, düzensiz düzen onu da mı kirletecek, ya da Veli gibi temiz kalıp isyan mı edecekti?
Ön camında Üsküdar-Beykoz yazan belediye otobüsü Paşabahçe’ye gelince durdu. Tıklım tıklımdı. Durağa girince, bekleyenler hayı huy içinde kıpırdandı, telaşlandı. Kadın, erkek, büyük, küçük, herkesin müthiş bir telaşı vardı. Sabahın altı yirmisiydi. Kiminin elinde çanta, kiminde şemsiye, defter, kitap, cetvel; kimi şapkalı, kimi şarpalı, kimi açık başlı, kimisi kel, hepsi bir telaşın içinde ve aniden bir gürültü koptu. Daha içerdekiler inmeden, itişip kakışarak, saygı duymadan; Ağustos sıcaklarında bunalmış, başlarını birbirinin apışına sokmuş yağlı, kirli koyunlar gibi onlar da insan başlarını yarı açık kapıdan otobüse soktular.
Saat, altı yirmiydi…
“Lütfen acele etmeyin! Herkes binecek. Lütfen, lütfen! Sakin olun! Bayanlara, yaşlılara saygılı olun, önce kendinize saygılı olun!”
İtiş kakış bitmiyordu. Telaş, gürültü; kim ne diyor, ne söylüyor; şoförün ikaz eden, uyaran sesi duyulmuyordu. Lütfen diyordu ya, saygılı olun, yani koyun olmayın demek istiyordu ama kimse duymuyor, duysa bile aldırmıyor, bu araca binemese işe ya da okula yetişemeyecek, bu yüzden saldırıyordu.
“İnecekler arka kapıya doğru yürüsün! Biniş ön kapıdan! Lütfen para vermeden geçmeyin! Yanaşalım beyler, arkaya doğru, inecekler arka kapıya doğru ilerlesin, ilerleyelim. Ortayı iki sıra yapın. Beyefendi, lütfen ilerleyin! Herkes binecek, herkes işe gidecek! Küçük kardeş, sen, oradaki! Lütfen oturun!”
“Ben mi efendim?”
“Evet, evet, sen! Bak, hanıma yer ver! Hamile ablana…”
“Teşekkür ederim”
“Özür dilerim abla, buyur…”
Otobüsün arka kapısından genç birisi indi. Yaşı, yirmi iki, yirmi üç gibiydi. Altında eskiyip ağarmış, rengi kaçmış kot pantolonu vardı. Ayağındakiler asker botu gibiydi ama siyah değil maviydi. Deri montu siyah renkliydi. Montun yakalarını ensesine dikmiş, içinde de kırmızı renkli, uzun kulaklı bir mintanı vardı, Kırmızı mintanın düğmeleri inadına gibi beyazdı. Atleti yoktu. Açık yakasından siyah göğüs kılları ve yanık renkli teni gözüküyordu. Esmerdi. Ortadan ayrılmış siyah uzun saçları biçimli fakat bakımsızdı. Sakallı suratı, yüz hatları, bakışları ve tavırlarıyla cana yakın bir tarafı gözden kaçmıyordu. Otobüsten inince biraz yürüyüp az ötedeki küçük parkın yağmurla temizlenmiş duvarı dibindeki banka oturdu. Deri montunun iç cebinden kırmızı yazılı birinci paketinden sigara çıkarıp filtresiz ucunu dudaklarına koydu. Sonra, Amerikan marka, İspanyol paça kot pantolonunun arka cebinden tekel kibriti çıkarıp içinden bir çöp çekti. Çöpün kırmızı başını kutunun ıtırlı kenarına sürtüp alevlendirdi; bir elini siper edip titrek dudağındaki sigarasını ateşledi. Birkaç kez peşi peşine çekip tütsüledi. Üfledikçe tütün dumanları gazal dumanı gibi tüte tüte havaya doğru yükseldi.
Adı Veli’ydi. Kaç günlerdir hep böyleydi. Üsküdar-Beykoz otobüsü her sabah saat altı yirmide geliyor, yavaşlayıp Paşabahçe durağına giriyor, duruyor; hayhuy içindeki telaşlı insanlar birbirine giriyor, kimisi iniyor, kimisi biniyordu. O, sakin bir şekilde arka kapıdan iniyor, park duvarının dibindeki banka gelip oturuyor, elindeki iki kitap ve iki defteri yanı başına koyup tüttürdüğü birinci sigarasının acı dumanlarını boşluğa doğru salıveriyordu. Daha sonra ana caddeye inip elinde kitapları, ağzında sigarasıyla Beykoz istikametinde yürüyordu; biraz düşünceli, endişeli, ürkek bakışları boşluğun uzak bir yerinde kilitlenerek, bazen hızlı, bazen de yavaşlayarak. Tedirgin gibiydi. Korkuyor muydu? Sendika binası önündeki geniş yerden, dükkânların alacalı içlerine, süslü vitrinlerine görmeden bakarak, çömlekçinin önünden geçerken farkında bile olmadan tekrar geriye dönüp bu sefer de Üsküdar yönünde yürüyordu. Paşabahçe meydanını geçip rakı fabrikasının dibinden Tepeüstü’ne doğru gidiyordu. Yürüyüp giderken solundan devamlı arabalar geçiyordu. Gaz pedalına basıldıkça motorların çıkardıkları gürültülü sesler başının içini kemiriyor, egzozların üfürdüğü karbon monoksitlerin kokuları da genizlerini yakıyordu. Bir de başka bir koku vardı yamaç yolun bu kıvrımlı yerinde. Ağır, iğreti, burun deliklerinde tütüşen. Bunu rakı fabrikasının oraya geldiği zaman duyuyordu. Bu anason kokusuydu ve rakı fabrikasından çıkıyordu. Çıktığı gibi buğulanıyor, yayılıp havalarda uçuşuyor, dört bir yanda kokup kokup duruyordu. Sarhoş edici bir koku…
Küçük parkın dibinde, yağmur sularının yıkadığı bankın üstünde sigara içip bir süre oturdu. Dün sabahki gibi, önceki sabah, daha önceki sabah yaptığı gibi yapmadı. Sigara içip kalkmadı. Taylan, Tekin, Vehbi, Veysel; Elif, Hülya, Aysel gene gelmemişlerdi. Orada bekledi. Bir sigara içti, iki, üç, beş; arkası arkaya çok sigara içti. Yere saldığı izmaritleri yılanbaşı ezer gibi postallı ayaklarıyla ezdi. Faşist postallarıyla. Ve bekledi. Beklerken kitapları aklına geldi. Yanı başından alıp kucağına koydu. Sosyolojiyi açıp şöyle bir göz attı; anlamsızca sayfalarını karıştırdı. Canı sıkkındı. Sayfalar arasında gezinirken bir fotoğraf buldu. Onu bu kitabın arasına ne zaman koymuş, bilmiyordu. O kızın fotoğrafıydı bu. Adı Deniz olan, yüreği Veli’nin olan o kızın. Fotoğrafı alıp kitabı kapadı. Baktı. Fotoğrafa, fotoğraftaki bakışlara dakikalarca baktı. Bazen kendi kendine güldü, acı acı tebessüm etti. Resimdekiyle konuşurmuş gibi haller içine girdi. Çıkmayan sesiyle bir şeyler sordu, bir şeyler söyledi. Sonra cebinden kalem çıkarıp defterin arka sayfasına bir şeyler yazdı. Hüzünlendi. Gözleri dolu dolu oldu. Bakışları dondu. Sanki sessiz sessiz ağlıyordu.
Temiz bir yel esiyordu, yıkanmış, paklanmış, pisliklerinden arınmış yerin üstünde gezinerek. Yel, Tepeüstü’ndeki hastane yanından, rakı fabrikasının eğri yamacından beriye, meydana doğru geliyordu. Bu Akyel di. Geliyor, bankta oturan Veli’nin ayakları dibinde bir müddet geziniyor, yerlere dökülmüş sigara külleriyle kovalamaca oynuyor, sonra bu oyundan bıkıyor, uzayıp gidiyordu. Zaten hiçbir yerde sigara külünden başka zerre kadar toz yoktu. Yerler dünden ıslak, ıslaklıklar güz güneşinin pırıltılarıyla ipil ipil, havaysa, vakit henüz erken olduğu için serindi. Güz yeli, sigara külleriyle oynadığı oyundan bıkınca, kovalayıp durduğu külleri de yanına alıyor, rakı fabrikasından çıkan anason kokularına karışıyor ve orayı da aşıp boğazın içlerine doğru gidiyordu.
Veli, burada belki bir saatten fala oturdu. Taylan, Tekin, Vehbi, Veysel; ne Elif, ne Aysel, kimse yok, hiçbiri gelmemişti. Sonra; bakıp durduğu, sorup soruşturduğu, konuştuğu o fotoğrafı felsefe kitabının arasına koyup banktan kalktı. Kalkınca fark etti ki insanlar hala koşuşturuyordu. Saat altı yirmi değil, şimdi kaçtı? Saatine bakmadı. Dün yağmur yağmış, yolları, belleri yıkamış, sonra akşam olmuştu. Yatsı ezanı okunurken yağmur durmuş, gece karanlık olmuş, insanlar yatıp uyumuş, şimdi sabahtı. Akşam olunca mola, sabah olunca hayat yeniden başlıyordu. Yani, hayatın gündüz olan tarafı… İnsanlar koşuşturuyordu; sağa, sola, öteye, beriye, arkaya, öne… Otomobiller, otobüsler, kamyonlar, minibüsler, kuyruk kuyruğa yollarda; motor sesleri, kornalar, kıç taraflarından üfürdükleri zehirli karbon monoksitli dumanlar… Ve karman çorman sesler. En çok da kapitalizm ürünü satıcıların reklâm kokan bağırışları…
Banktan kalktığı zaman yanına bir simitçi yaklaştı. Simitçi de kapitalizm ürünüydü ve avaz avaz bağırıyor, bunca sese bir ses de o katıyordu.
“Simiit, simiit, simiit… Taze, gevrek, sıcak simit! Yeni çıktı bunlar. Kahvaltılık bunlar. Ancak alan anlar, tadına bakan anlar… Simiitçii…”
İki tane satın aldı. Hem taze ve sıcacık, hem susamlı ve mis kokuluydu. Simit aldı ya, taze, sıcak ve gevrek; bir de kakıştırmalık çay bulmalıydı. Aşağıya doğru yürüyüp meydana indi. Meydanı dörde bölen kavşaktaki trafik ışıklarında yeşilin yanmasını bekledi. Yeşil insanlara yanınca karşıya geçti. Karşıdaki dar yol iskeleye gidiyordu. İskele yolundan yürüyüp az ilerde, kaldırımın dibindeki kahveye gitti. Kapı açıktı. Eşiği adımlayıp içeri girdi. Selam verdi, selamın alınmasını beklemedi. Cam dibindeki tahta iskemlelerden birisini kaptı ve girdiği gibi çıktı. İskemleyi çınar ağacının dibine koydu, duvar dibindeki sehpayı önüne çekip oturdu. Garsona; “Büyük bardakta olsun…” dedi.
Garson:
“Hemen abi!”dedi ve ocakçıya seslendi; “Çay biiir, büyük bardakta olsun! Demli olsun. Abi demli mi olsun?”
“Fark etmez kardeş...”
Çay hemen geldi. Büyük bardak içindeydi ve tavşankanı rengindeydi. Sıcaktı, buğulanıp tütüyordu ve güzel kokuyordu. Çayı yudum yudum içti, ısıra ısıra simitlerin ikisini de yedi. Simitler bitti, büyük bardaktaki çay bitti, sigarasız gebermiş gibi peşinden bir de sigara içti. Birinci sigarasını tüttürürken bir çay daha istedi. Çay çabuk geldi. O sırada güneş biraz yükselmiş, ışığı karşı binaların arasından kendisine kadar geliyordu. Biraz güneşleyip çay ve sigara içince kalkıp ayaklandı. Sokağın hemen karşısında büyük kubbeli bir cami vardı. Tuvaletine gidip ağzını, burnunu yıkadı. Kasıkları iyice şişmişti, gerine gerine işeyip rahatladı. Elini, yüzünü yıkayınca, bir de işeyip rahatlayınca oradan ayrıldı. Kapıdan çıkıp kaldırıma ayak atınca durdu; başı dik, gözleri kocaman açık, kırpmadan, sanki bir yerleri gözlüyor, ya da birilerini bekliyor gibi orada bir süre dikildi. Gelen, giden yok. Beklediklerini göremeyince çay içtiği kahvenin yanındaki telefon kulübesini gördü. O zaman aklına Deniz geldi. Ona telefon etmek istedi. Acaba etse miydi? Karşıya geçip kulübenin yanına gitti. Hem gitti, hem de yürürken ceplerini karıştırdı, arandı; jetonu yoktu. Jeton olmayınca caydı. Zaten arayıp aramamakta kararsızdı. Kızı aramaktan vazgeçince yolunu değiştirip caddeye yöneldi. Tam köşe dibinde, büfe duvarının güneşe bakan yerinde üç tane boyacı vardı. Üçü de yan yana sıralanıp taburelere oturmuşlar, boya sandıklarını önlerinde, fırçaların tersiyle sandıklara vura vura trampet çalıyor, onlar da kapitalizm ürünü reklâmı böyle yaparak müşteri çağırıyorlardı. Yırtık pırtık üstlü, kanlı gözlü, kirli saçları karmakarışık, pantolonu beline iple bağlı ama gene de düşük olanı ona seslendi:
“Boyayalım abi…”
“Kaç para?”
“İki lira. Ayna gibi olacak, parıl parıl. Yüzünü görmezsen para verme abi!”
Öteki, kara olan çocuk, çabuk ve şevik hareketlerle fırçanın tersini boya sandığına vurarak bir iki trampet çaldı;
“Buyursunlar abiii… Ayna olmazsa para yok!”
Veli:
“Bundan var mı ya sende?” diye boyacıya sordu, “Benimkilerin boyasından...” Botları mavi renkliydi.
“Ayıp ettin abi,” dedi boyacı çocuk, “olmaz olur mu hiç? Deniz mavisi… Badem yağı da var.”
Veli, boya sandığının karşısındaki yüksek tabureye oturdu, bir ayağını sandığın üstüne koydu, on iki yaşlarındaki boyacı da hemen işe koyuldu. Boyayı sürerken, fırçayı oynatırken, “bu tamam öteki ayağını getir” anlamında fırçanın ağaç kısmıyla boya sandığına vururken boyalı küçücük elleri mekik gibi işliyordu.
Veli:
“Adın ne senin?” dedi ona.
“Buyur abi?” dedi boyacı çocuk.
“Bana bak,” dedi Veli, “Kürt müsün, Türk müsün sen?”
Başını kaldırıp ona gülümsedi çocuk.
Veli:
“Anladııım,” dedi, “çingenesin.”
Çocuk, gene gülümsedi. Başını eğip gözlerini işine çevirdi. Deniz mavisi boyayı müşterisinin ayakkabısına yayarken; “Abi ben Edirneliyim ama çingene değilim” diye cevap verdi.
Veli:
“Yalan atma ulan, bal gibi de çingenesin işte…”
Boyacı:
“Vallahi değilim abi!”
“Yalan konuşma!”
“Ekmek Kuran çarpsın abi…”
“Yemin etme!”
“Benim böyle olduğuma bakma sen…”
“Nasıl yani?”
“Böyle işte! Kara mara, yırtık pırtık…”
Veli:
“Ben de Kırklareliliyim. Bak hemşeri çıktık. Ben yalancı hemşeriyi sevmem!”
Boyacı:
“Yalancıyı ben de sevmem abi!”
Veli:
“Aferin!” dedi, boyacı çocuğa. Elini uzatıp kirli saçlı başını okşadı, “İster Türk ol, ister Kürt; ister Sünni ol, ister Alevi; Müslüman ol, Hıristiyan ol, Yahudi ol... İster dindar, istersen dinsiz ol. Sarı ol, beyaz ol, istersen kara bir çingene ol… Küçük kardeşim, yeter ki insan ol! İnsan gibi insan… Üst, baş mı; koy ulan üstü başı yırtık pırtık olmayanların güzel giyimine! Para, pul mu; koy zengin ibnelerin mezhebine, mektebine! Ekmeğin nasıl kazanıldığını bilmeyenlerin kendini beğenmişliklerine… Koy ulan böyle dünya düzeninin kirli deliğine! İstersen sıç kokuşmuş içine. Aferin kardeş! Sana takıldım kusura bakmadın ya? Şaka yaptım. Şakayla karışık kaka yaptığımı sanma; seni azıcık sınadım. Sakın ha, ırkçılık yaptığımı da sanma! Ayrımcılık yaptım, ekmek elden su gölden diyenler gibi dev aynasına bakıp seni aşağıladım sanma! Biz sosyalistiz. Çiftçiyiz, işçiyiz, emekçiyiz… Sömürgeci sülüklerin karşısına dikilen üniversitelileriz. Biz devrimciyiz kardeş! Ama yamuk olanları devirelim derken galiba kendimiz devrildik… Koy ulan… Boyanın içine biraz da badem yağı koy. Adın neydi senin? Bir sürü gevezelik ettik ama adını öğrenemedik. Ee?”
Boyacı:
“Adım Selim, söylemiştim ya Veli abi! İlk sorduğunda…”
Boyacı çocuk ona Veli abi deyince delikanlı birden ayağa fırladı. Hızla kalkıp, ayağını da hızla çekince küçük çocuğun viran boya sandığı devrildi. Delikanlı, korku tüneline düşerken acayip bir telaşın içine girdi. Çocuk onu tanımıştı! “Veli abi...” Vay anasını be!
Veli:
“Adımı nerden biliyorsun sen?”
“Bilmiyorum abi!”
“Öyleyse neden Veli abi dedin bana?”
“Attım abi…”
“Atma!”
“Benim bir abim var, şimdi hapiste. Ona benziyorsun diye…”
“Ben de inandım…”
“Ölmüş anamın mezarı üstüne…”
“Yemin etme, inandım.”
“Özür dilerim abi!”
Veli, endişeli gibiydi. Sağa, sola, ileriye, geriye, öteye, beriye göz attı çabucak. Kendisi için tehlike arz eden bir durum görmeyince sakinledi. Yüksek boyacı taburesine yeniden oturdu. Bu arada çocuk da devrilen sandığını kaldırmış, yerlere dökülen boya malzemelerini topluyordu.
Veli:
“Bak Selim kardeş,” dedi ona, “özür dilemesini bilmek güzel bir şeydir. Lakin özür gerektirecek bir yanlışı yapmamak daha güzeldir. Ola ki bilmeden, istemeden bir hata, bir yanlış yaptın… Yanlış bişey… Gerçi düşünen insan belki hata yapar ama yanlış yapmaz ya, neyse, gene de amenna… Yani orasını boş ver. Anlamazsın desem seni aşağılamış olurum ki hiç hoş olmaz, neyse… Özür dilemek erdemliliktir. Hatada ısrar etmek, yanlışa devam etmek olur mu?”
“Olmaz…”
“Tabiî ki olmaz!”
“Doğru olmaz abi!”
“Ama sen bir hata yapmadın ki! Yanlış hiç yapmadın, neden özür diliyorsun?”
“Abi, galiba seni korkuttum…”
Veli:
“Âlemsin be Selim abi!” dedi gülümseyerek. “Ama boş ver… Aslında boş ver sözü de çok yanlış. Hiçbir şeyi boş vermemek lazım… Yamaç aşağı giden araba bile boşa salınmaz. Dünya boş vermişlerin dünyasıymış ama… İnanma yalan! Sakın kanma, hepsi aldatmaca. Sen boş verme! Hep öyle derler; boş veeerr… Sana boş ver diyenleri bile boş verme! Haklıysan hiçbir zaman boyu eğme! Hatalı, yani düşüncesiz davranıp yanlış bir iş yapmamışsan Kraldan bile özür dileme! Ezilip büzülme, başını hep dik tut boyun eğme ama kendini de dev aynasında görme! Senden kötü durumdakilere bakıp da haline şükret diyenleri önemseme! Bilgiye inan. Bilgisi olana inan ama çokbilmişlerin… Yaa… Selim be! Şu boş ver kelimesi hayatımıza nasıl da girmiş! Gene, boş ver be Selim diyesim geldi sana. Neyse… Demek istediğim; yıkılma, ayakta kal! Tökezlenip yıkılsan bile toparlanıp gene kalk! Hiç insanca değil ama yere düşeni eziyorlar. Anladın...”
“Anladım abi”
“Bir de şu… Galiba sana yanlış bir söz söyleyip şimdi bir kenara çekilip bize kıs kıs gülenlere yanlış bir mesaj verdim! Sana devrimciyiz dedim ya… Ama deviremedik, kendimiz devrildik dedim ya; bu yanlış. Çok yanlış. Biz devrilmedik, çelindik, biraz sendeledik. Mesela Senin sandık… Devrildi de devrik mi kaldı? Bak, tutup ucundan kaldırdın. Anladın...”
“Anladım abi!”
Veli, az geriye yaslandı, kaşlarını alnına kadar kaldırıp kocaman yaptığı gülen gözleriyle Edirneli boyacı Selim’e yüksekten ama sempatiyle bakarken; “Pek bişey anlamadın ama boş ver be emekçi kardeş!” dedi. “Boş ver…” Sonra sğzını sıkı sıkı yumup başını iki yana sallayarak küçük emekçiye kendi çaresizliğini ifade etti. “Taylan, Tekin, Vehbi, Veysel.”diye mırıldandı. “Elif, Hülya, Aysel… Bu sabah da gelmediler! Gene gelmediler…”
Gelmemişlerdi. Galiba bazı şeyler bitmiş, ya da bitmek üzereydi…
Mavi botlarını boyattı, boyacı çocukla vedalaştı, “size kolay gelsin emekçi dostlar!” deyip oradan uzaklaştı. Biraz yürüyünce az ötedeki köşe yerde gene durdu. Telefon kulübesi! Telefon kulübesi içini depreştirmişti. Okuldan soğuduğunu, mücadeleden yorulduğunu, aslında çok çaresiz olduğunu düşündü.
Zaten okula gittiği mi var? Okul mu kalmıştı, o da ne ki? Okul ne ki? Oysa ne umutlarla gelmişti bu koca şehre. Önce kendi hayatını kurtarma amacı güderken rüzgâr başka yönden esmiş ve neyin ne olduğunu anlayamadan kendisini ülke ve dünya meseleleri içinde bulmuştu. Bir sürü sorunun içinde… Önce kültür devrimini gerçekleştirip toplumu bilinçlendirmeden, tepkisiz kaderci insanların üzerindeki ölü toprağını silkelemeden, ölçmeden biçimlendirmek istemişler, delikanlı yüreklerine güvenip bozuk düzeni devirip değiştirmek, yeni bir düzen kurmak istemişlerdi ama kumaşı yanlış kesmişler, biraz ziyan etmişlerdi. Neyi bu kadar kolay değiştiriyorsun? Bu kadar kolay neyi deviriyorsun? Sadece buranın olsa; koca bir dünyanın, parayla, topla, tüfekle, yani silahla güçlenmiş, yani önüne etsiz bir kemik sürüverip bir sürü köpek beslemiş egemen güçlerine delikanlı yürekle, yani tek böyle, tekme tokat nasıl karşı koyuyorsun? Nasıl koyarsın? Koyamazsın kardeş, koyamazsın! Tabii ki olmamıştı. İzin vermemişler, müsaade etmemişler; olmamıştı. Olmamıştı. Olacağı varsa bile böyle olmaz, böyle kolay olmaz. Yedirmezler. Pasta büyük. Hem büyük, hem çok leziz! Tatlı, yağlı, kaymaklı… Meyveli, çikolatalı, kremalı, karamelli… Pasta çok büyük, lakin açgözlülerin işkembesi de büyük. Açgözlüler doymak bilmezler, doysalar bile doyduklarını bilmezler, pastayı açlarla paylaşmayı hiç bilmezler. Onlar doyumsuzdur. Dünyadan soğumuş gibiydi. Telefon kulübesine gidip ona telefon etse miydi acaba? Kitap sayfaları arasında sakladığı kıza… Telefon edip onunla konuşsa mıydı? Ona çok şeyler anlatsa. Anlatsa; sen haklıydın Deniz, haklı olan sendin, ben yanlış yerdeydim diye. Çıkmaz bir sokağa girdim. Fark edip geri dönseydim, dönmedim ki! Acaba çıkmaz bir sokağa mı girmişti, hala emin değildi. Deniz’e telefon etse, ona çok şey söylese! Ama o dönek değildi ki! Deniz kızla konuşmak döneklik değildi gerçi ya…
Konuşamadı…
Şimdi birçok şeyden pişmanlık duyuyordu. Özellikle ona gönül vermiş birinin gönlünü kırdığı için, bir ideal peşine düşüp onu unuttuğu için, kaç zamandır arayıp sormadığı için… Bu yolda neleri unutmamıştı ki o. Kimleri unutmamıştı. Kendisini bile unutmamış mıydı? Yok yoksul bir köyden çıkıp okumak için bu koca şehre gelirken asıl ideali neydi? Okuyup hayatını kurtarmak mı istiyordu, yoksa devrimci olup deli yüreğinin peşine düşerek çivisi çıkmış bu memleketi bozuk düzenden mi kurtarmak istiyordu? Sonra ne oldu? Her şey karman çorman olmamış, birçok kimsenin hayatı kararmamış, kimilerinin yıldızı kayıp toprağa akmamış mıydı? Bundan sonra ne olacak? Taylan, Tekin, Yahya… Meral, Süheyla, Hülya… Bundan sonra okula devam etmek; ressam olmak, yazarçizer olmak da koca bir rüya…
Ne yapacaktı? Ne yapmalıydı? Birçok yoldaşı yoktu. Fotoğraftaki kız? Şimdi yanında o bile yoktu. Bugün başka bir gündü. Dün gibi değil, önceki gün gibi hiç değil; kendisi için zor bir kararın arifesindeydi. Kafası allak bullak…
Bu, kaç gündür hep böyleydi. Kaldığı yerden kalkıyor, belediye otobüsüne binip buraya geliyor, küçük parkın dibindeki banka tavuk gibi tünüyor, sigara üstüne sigara içiyor, çayla simit yiyor, caddeyi karşıya geçiyor, cami avlusuna giriyor, orada rahatlayıp çıkıyor, sokaktan aşağı iskeleye doğru gidiyor, gene dönüp caddeye geliyor. Caddenin kenarındaki kaldırım taşlarını çiğneyerek bir Beykoz tarafına gidiyor, sonra sendika binasının önünden dönüp Üsküdar’a doğru yürüyor babam yürüyordu…
Bu koca şehirde beş milyon insan var. Tam beş milyon! Birbirini tanımayan bu kadar çok insan! Kim kimin umurunda? Kim zengin, kim fakir? Kimin karnı tok, kim aç? Kim ağlıyor, kim gülüyor? Kim kime, “ne derdin var ulan!” diye sorup sual ediyor?
Canı çok sıkılıyordu. Şimdi yanında o kara kız bile yok; keşke olsaydı! Elini tutsaydı, sarılsaydı, onunla konuşsaydı… Onda teselli arasaydı. Üzgünse teselli etseydi. Ama yok! Hâlbuki bugün son… Bugün belki her şeyin sonu olacak. Kim bilir, belki… İşte, yatsı ezanı şu karşıdaki caminin minarelerinde patladığı zaman, karanlıkta… Kim bilir, belki bu gece yağmur yine yağacaktı. Oysa beş gündür yatsı ezanına kadar hep böyle ıslanıyordu. Arkadaşları yoktu. Sevgilisi yoktu. Yanında kimse yok, pek de umudu yoktu. Artık karar verip yeni bir yol ayrımına girmeli, hangisinden yürüyüp nereye gideceğin seçmeliydi. Seçim yapmalıydı. Mektebe mi, köye mi, kızın evine mi?
Canı çok sıkılıyordu. “Öööff ulan öf!” çaycıyla çan çan etti, boyacıyla dalaşıp yalan yanlış birçok laf etti, camiye gitti, geldi, bir öteye, bir beriye gez babam gez, ses, koku dinledi, yeri göğü, her yeri seyretti ama olmadı! Faydası yok, şu Allah’ın belası sıkıntıdan kurtulamıyordu. Korkunç bir sıkıntı içindeydi. Yakanı, bağrını aç, başını kaldırıp yukarı bak, derin bir nefes al ve ver, ondan sonra oh be de! Demesi kolay…
Caddeye çıktı. Yürüyor ama ayakları geri geri gidiyordu. Beykoz tarafına doğru yürüdü. Sıcak bastırmış, güz güneşi yakıyordu. Bir zaman yürüdü. Her adım atışında içindeki sıkıntı daha da büyüdü. Sanki yürürken düşecek, düştüğü yerde soluksuz kalıp pattadak ölecekti. Ter bastı. Buram buram terliyordu. Az ötede durdu. Ya şüphe çekerse! Ya birisi onu bilirse! Küçük ayakkabı boyacısı bile ona; “Veli abi” demiş, adını zikretmişti. Hapisteki abisinin adı Veli’ymiş, yalan! Ya gazetelerde resmini görmüşlerse! Kim olduğunu bilmişlerse! Sıkıyönetime haber vermişlerse! Yeniyle alnının terini silerken göz ucuyla karşı köşedeki bankayı seyretti. Bankanın önünde nöbet tutan eli silahlı asker sanki onu gözlüyor, takip ediyordu. Askerden korktu. Polisi biliyor, ona alışıktı ama asker başka… Sıkıyönetim vardı ve askerin vur emri vardı. Durmasıyla geri dönmesi bir oldu. Koşar adımlarla oradan uzaklaştı…
Meydana ne zaman geldi, yokuşu ne zaman çıktı, rakı fabrikasının yanından ne zaman geçti, anason kokusunu duydu mu, duymadı mı; egzozlardan çıkan karbon monoksitler ciğerlerini yakmıyor, gaz pedallarının körüklediği motor uğultularını duymuyor, bir uyurgezer gibiyken kendisini Paşabahçe Sigorta Hastanenin yanında buldu. Tepenin tam üstündeki otobüs durağının oraya gelince durdu. Geriye dönüp arkasına, aşağılara doğru bakındı. Peşinden gelen şüpheli birisi yoktu. Yolda, belde, kenarda, köşede eli silahlı, başı miğferli asker filan yoktu. Durağın altına girip boş banka oturdu. Oturur oturmaz da bir yel esip geldi ötelerden. Yer temiz, yel temiz, hava temizdi ama yukarıdaki hastaneden ilaç kokuları geliyordu. Sağ tarafında geniş bir alan ve alanın düzlük yeri dev çam ağaçlarıyla doluydu. Çamlı tepenin ötesinde lacivert deniz ve denizle tepenin birleştiği yerde küçük bir plaj vardı. Bu plajı biliyordu. Çünkü o zamanlar boğaz suyuna girilip yüzülebiliyordu. İlk denize bu plajda girmişti. O zaman Deniz isimli kız onun sevgilisiydi. Bankta çok oturmadı. Çünkü içinin sıkıntısı daha da artmış bir durduğu yerde fazla kalamıyordu. Duraktan çıkıp çamlı tepeye indi. Ulu bir çamın dibine gidip dikildi. Eski günlerdeki gibi. Sırtını ulu çamın gövdesine verdi, Deniz’siz denizi seyretti. Boğazın lacivert suları ayaklarının altında gibiydi. Ah Deniz, ah be Deniz, kara saçlı Deniz!
Kulakları uğulduyordu. Boğazın denizinde gemiler geziyordu. Büyük gövdeleri, yüksek bacaları, tüten kara dumanlar, siren sesleri, köpükler ve köpükleri kovalayan martlar… Arkasındaki yol ana baba günü gibi; yayan yapıldak insanlar, sesler, bağırışlar, vızır vızır arabalar… Güneş ısıtmış, yer kurumuş, şimdi tozlar havalarda uçuşuyordu. Oysa günlerdir yağmurlar yağmış, her yeri yıkayıp paklamıştı.
Kuzeyden yeni bir yel daha geldi. Demek ki yön değiştirmiş; artık akyel değil karayel esiyordu. Beraberinde getirdiği anason kokusuyla birlikte, yolda, belde, kenarda, köşede ne bulmuşsa kucaklayıp kaparak, çeri, çöpü de yanına alarak tepeyi çabucak aşıp boğaza doğru ırayıp gitti. İstanbul boğazına. O gitti, ardından başka birisi geldi. Biri daha, biri daha; ardı arkasına bir sürü yel geldi. Yel dalgaları, boğazın Karadeniz tarafından geliyordu. Geliyor, tepeyi yalayıp geçiyor, çabucak da boğazın içine iniyordu. Yelle birlikte kara bir bulutun koyu gölgesi az yukarıdaki yolun üstüne indi. Sonra beri tarafa geçip çamlı tepeye geldi ve gölge gelince güneş gitti. Oysa güz güneşi çok güzeldi. Gölge gelip güneş gidince ulu çamın gövdesine sırtını verip boğazı seyrederken başını kaldırıp havaya baktı. Gök kubbe lekelenmişti. Alçalmış yağmur bulutları az yükseklerde, yel kovalıyor, onlar da durmadan geziyordu. Güneşi çelen koca bulut şimdi tam başının üstünde bir yerdeydi. Gölgesi çamlı tepeye inince onunla birlikte birkaç büyük damla da yere düştü.
İkindi mi olmuştu? Vay anasını! Zaman mevhumunu unutmuş, artık birçok şeyin farkında değildi. Boğazın güzelliğini bıraktı, tuzlu suya ilk kez girdiği plajı boğazın kıyısında bıraktı, Deniz isimli kızı koca ağacının dibinde bıraktı, çamlı tepeden yola çıkıp Beykoz tarafına doğru koşmaya başladı. Rakı fabrikasının eğri büğrü yokuşunu koşarak inip gene Paşabahçe meydanına vardı. Meydanı geçti, trafik ışıklarını geçti, köşe yerdeki bankanın önünden geçti. Bankanın önünden geçerken kalbi çok kötü çarpıyordu. Asker gene oradaydı tam tekmil. Getirip buraya dikmişler, sanki vazifesi buymuş gibi vatan evladına sermaye bekçiliği yaptırıyorlardı.
“Savaşta ve barışta, kuruda ve yaşta, havada, karada, her yerde ve her zaman; vatanı koruyacağıma…”
Veli talebeydi. Henüz askere gitmemişti ve askerliği bilmezdi. Onlar bir avuç cesur kişi, devrimci bir zihniyetle kapitalizmin ve emperyalizmin, insanları acımasızca ezen vahşiliğin karşısına dikilmek istemişlerdi. Aslında onlar sevgi peşindeydiler. Dünyada ne varsa “yârin yanağından gayri” bölüşüp paylaşmak istiyorlardı.
Dünya malı kimsenin değil, herkesindir. Katil Amerikan deniz filosunun İstanbul’da ne iş var? Amerika nere, burası nere? Buralarda niye cirit atıyorlar? Akdeniz sularında niye dolaşıyorlar? Dünyayı neden karıştırıyorlar?
Asker onun kardeşi, ondan korkmadı ama içindeki sıkıntı dayanılmaz bir hal almıştı. Bankayı bekleyen askere bakmadan yanından geçti. Bu sıkıntı neyin eseriydi? Endişenin, tedirginliğin, çaresizliğin mi? Korkuyor muydu? Bankayı geçip az gidince bir dükkânın önünde durdu. Dükkânın büyük bir vitrini vardı ve içi dopdoluydu. Orada dikilip bir süre seyretti. Dikilirken bir de sigara içti. Vitrinde altın bilezikler, takılar, gerdanlıklar, yüzükler vardı. Yüzükleri görünce içi cız etti. O geldi gözlerinin önüne. Deniz, kara yağız bir kızdı. Saçları uzundu. Gözleri kara mı, ela mı, ya da koyu kahve; ne renkti? Vitrin aynasında göz göze geldiler ama kızın gözleri ne renktir bilemedi. Ne renk olduğu belli olmayan gözleriyle gülümsedi. Gülümseyen Deniz’in yanakları gamzeliydi. İçerdeki kuyumcu kalın ense, şiş göbek, sevimsiz birisi; deri koltuğa gömülmüş, gülüyor, alaycı gözlerle onları süzüyor ama Veli onu görmüyordu. Cam aynada gülümseyen Deniz var, yüzünde tomurcuk gül var, gül yanaklarında gamzeleri var... O da kıza gülümsedi. Bu gece son, dedi içinden. Bu gece son… Yarın sabah, ilk ışıklarla… Kız onu duymuyordu. Ama gülümsüyordu. Gül, gül, dedi içinden. O içinden konuşuyor, kız sanki onun içini okuyordu. Deniz; “neden yarın?” dedi, “Şimdi değil de neden yarın? Dün neden değildi, önceki gün neden?” Kız bunları söylerken kızarıyor, esmer yüzü al al oluyordu. Veli’nin alnında boncuk boncuk terler oluştu. Boğazı düğümlendi, tıkandı. Tıkanınca yutkundu. Yutkununca düğüm çözüldü. “Çare yok, çare yok. Yoktu, çaresizdim Deniz! Biliyordun… Sen de biliyordun. Gerek yoktu ama sana kaç kez, kaç kez anlattım. Biliyordun… Bugün olmaz Deniz! Bu gece olmaz. Yarın…”
Yazık, yazık! Aşkımıza yazık. Sevgimize, sevdamıza… Yazık! Herkese yazık ama en çok bize yazık! Neyin savaşıydı bu? Neyin kavgası? Kim kimin kavgasını yapıyordu? Kim kiminle savaşıyordu? Bu savaşı kim çıkarıyordu? Sağcıyı solcuya, solcuyu sağcıya kim kırdırıyordu? Kardeşi kardeşe kim vurduruyor, hücrelere can taşıyan güzelim kanı kimler akıtıyordu? Tüh, tüh! Allah kahretsin! İçindeki bir ses diyordu Veli’ye; Bin otobüse git! Git ve bir daha da bu yerlere gelme. Kimsenin kölesi olma ama oyuncağı da olma! Onu da yanına al ve git. Uzak diyarlara. Sülüklerin kan emmediği, insanların ölmediği, kötülerin giremediği, öyle bir yere git. Okul mu? Ne okulu, okul mu var? Okul diye bişey kaldı mı ki? Şu elindeki kitapları da çal yere. İşte şu sonbaharda esen şu kuduruk yelde dağılıp gitsinler istedikleri yere. Kitaptan sana ne okul kalmamışken! Okul kalmamışken… Dayamışlar ensene delikli bir demir, bir tane de eline vermişler; neyin savaşı bu? İşte bu gece son! Belki biraz sonra yine yağmur yağacak. Belki de bir şimşek dallanarak koca kubbeli caminin üstünden denizin karanlık sularına çakılacak. Gök, yanlış yaşatılan dünyaya kızgınlığından gürleyecek, gümbürdeyecek. Yatsı ezanı okunacak karanlıkta, işte o zaman… İşte o zaman belki de her şeyin sonu olacak. Geçmişin, geleceğin, her şeyin… Ben vazgeçtim bu işten. Vazgeçtim. Vazgeçmeliyim. Çok kimse öldü, çok değerlim öldü, bari sevdam ölmesin!
Yürüyüp iskeleye gitti. İskelenin tahtaları eskimişti. Ötesinde, denizin dibinde iki tane balıkçı teknesi ve bir sürü de kimse vardı. Bu kimseler balıkçıydı. Teknelerini rıhtıma yanaştırıp kalın halatlarla çakmışlar, şemsiyelerini açmışlar, yuvarlak sinilerini sıralamışlar; hepsi kargaburunlu gibi, Laz şiveli, lastik çizmeli; plastik maşrapalarını denize daldırıp su alıyorlar, çıkarıp savurup balıklarını ıslıyorlardı. Kediler vardı ıslak iskele tahtalarının üstünde. Sessiz kedilerin yanından geçip rıhtımın ucuna gitti. Orada durup bir süre dikildi. Denize baktı uzun uzun. Gökteki bulutlar durmadan alçalıyorlar, alçaldıkça kovalaşıyorlar, gölgeleri boğazın dalgalı sularıyla oynaşıyorlardı. Bu oynaşın içinde kendisine de bir yer ararken, hayal dünyasına dalıp gitmişken acı acı öten siren sesiyle irkilip kendisine geldi. Büyük bir yolcu gemisi boğazın derin sularını yara yara geliyor, ak köpükler çıkartarak iskeleye yanaşıyordu. Bir sürü martı da yeri göğü inleterek geminin etraflarında uçuşuyordu. Gelip yanaştı, kapılar açıldı, iskeleye bir sürü insan bıraktı, bir sürüsünü de içine aldı. İnenler bıkkın, yılgın, yüzleri asık, birbirlerine yabancı ama renk renk giysileri, boyalı iskarpinleriyle ıslak iskeleden geçip yukarı, Paşabahçe’ye doğru yürüyüp gittiler. Koca gemi inenleri bırakıp binenlerle beraber; böğürerek, siren öttürerek, mavi denizi ak ak ederek Beykoz’a doğru ırayıp gitti. Martılar da peşinden… Yolcular inip, yolcular binip, gemi gidince oraya tahtaların üstüne oturdu. Islaktır, kurudur, her neyse... Kitaplarını kucağına aldı, ellerini iki yanına dayadı, ayaklarını denize sarkıttı.
Şimdi sonbahar. Yaz bitiyordu. Üniversite hayatı üç yıl önce başlamış, bugün o da bitiyordu. Tamamen… Oh be, dedi içinden, “okuyan büyüdü, büyük oldu, başı göğe değdi de okumayanlar öldü mü?” Olsun, o da ölmezdi. Belki başı göğe ermez ama yerin dibine de girmez. Hemen şimdi, şu an… Hiç beklemeden, tez günde; anarşinin, terörün erişemediği, havasının, suyunun, patikasının, yolunun pislenmediği, henüz insanlarının kirlenmediği köyüne dönmeliydi. Hemen, hiç beklemeden…
Oh be!
Solcu; bu düzen bozuk bir düzen, fakiri fukarayı ezen, zengine hizmet eden bir düzen; değişsin, demiş. Sağcı, bu söylemden yanlış mana çıkarmış, yanlış anlamış. Öteki; din elden gidiyor, ahlak bitiyor yetişin, demiş. Bir başkası; komünistlik etme ulan, demiş, bütün dünya insanlarının kardeşliği demek de ne demek? Biz dinciyiz, biz milliyetçiyiz. Biz ülkücüyüz, biz insanların en üstünüyüz deyip faşistlik etmiş. O, onu çiğnemiş, bu bunu deşmiş, vurmuş, kırmış, kesmiş. Herkes başka telden söylemiş. Ben haklıyım, ben haklıyım deyip kendi bildiğini yinelemiş de yinelemiş. Aslında korkmuş. Korkudan tir tir titremiş de erkekliğe bok sürememiş. Altta kalmamak için terör estirmiş. Ne altta kalan ölmüş, ne üstteki ölümsüzleşmiş. Bu bir güreşmiş. Sonra darbeci generaller gelmiş ve hepsinin ensesinde boza pişirmiş…
Oh be!
Şimdi özgürdü. Adam vurmama, ıslak mahpushane betonunda uyumama, emperyaliste kızmama, faşistin kalleş kurşunuyla vurulmama, okumama, okumuş olup da bir sürü entrikadan rahatsızlık duymama özgürüydü. Elini koynuna soktu, belindeki tabancayı usulca çıkardı, getirip apış arasına sakladı. Sonra sağa, sola, uzağa, yakına bakındı. Düşündüğünü yapmalıydı. Bacaklarını iki yana açıp ayaklarını araladı ve kalleş tabancayı denize saldı; oh deyip rahatladı. Birisini vursaydı şimdi mahpusta olacaktı. Yakalanmamış olsa vicdanı sızlayacaktı. Banka soysaydı askere vurulacaktı. O zaman anası ağlayacaktı. Başını çevirip tahtaların eskimişliğine baktı. Ekmek peşindeki balıkçılara, onlardan balık isteyen dilsiz kedilere baktı. Kitaplarını, defterlerini de atmıştı. Dalgalardaki sallanışlarına baktı. Okusaydı ressam olacak, yağlı boya resimler yapacaktı. Yazar olup somut, soyut yazılar yazacaktı. Olmadı. Olsun. Canı sağ olsun.
Mevsim sonbahar, yaz gene bitiyordu. Belindeki tabancayı çıkarıp atmış, defter, kalem, silgi, kitaplar; hepsini denize atmıştı. Okul da bitmiş, bitmemiş yarım kalmış; hayalleri, düşleri, umutları yarım hep kalmış. Olsun. Canı sağ olsun!
Ellerini iskelenin iyot kokan, tuz kokan, balık kokan, küf kokan, yosun kokan ıslak tahtalarına dayayıp ayağa kalktı. Aslında büyük bir sıkıntıyı içinden çıkarıp atmış, rahatlamıştı. “Oh be!” dedi. Hani özgürlük istiyorlardı! Daha çok özgürlük… Demokrasi, daha çok demokrasi… Sosyal adalet, herkese iş, herkese aş... İnsanca bir hayat, onurlu bir yaşam istiyorlardı. Paracı bozuk düzen gitsin, sevgiyle işleyen adam gibi bir düzen gelsin diyorlardı. Onlar istiyorlardı, ötekiler vermiyor; kol gösterip alın size düzen diyorlardı. İnsan için düzen ne ki; en iyi düzen insanları düzen, düzen…
Mevsim sonbahardı. Sonbaharlarda esen bir yel vardı. Karar verdi. Verdiği karar yeniydi. Yanına Deniz’i de alacak, her şeyi burda bırakacak, yeni bir hayata yelken açacaktı. Yani, köyüne gidecekti. İstanbul’un canı cehenneme!
Şimdi harman sonu zamanıydı. Eğer buraya yağan yağmurlar oraya da yağdıysa meralarda güzleme vardı. Kırlara çıkıp avazı çıktığı kadar haykıracaktı: “Özgürlük buu, özgürlük buu, özgürlük buu…”
Tevfik Tekmen. Mayıs/ 1984/Lüleburgaz
YORUMLAR
Herkesin bir hikayesi var. Yetmişli yılları, genç bir insanın bakışıyla yalın bir şekilde aktarmışsınız. O yıllarda daha bir dirençli ve inançlı olsaydık bugün daha güzel bir ülkede yaşayacaktık. Ama her şeye rağmen güce biat etmeyenler kazanacaktır er veya geç. Ellerinize sağlık, öyküyü biraz daha kısa tutmak, sürükleyici olur diye düşünüyorum. Saygılarımla,