- 674 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kaybedecek ne kaldı ki K ( ÖYKÜNÜN DEVAMI )
Barutun kokusu bütün ormana sinmiş hala ölüm kokuyordu. Birisi kötücül bütün ruhları ormanın ve dağın gölgesine çağırmıştı sanki. Güç bela kayalık yerden dağın diğer tarafına doğru güçsüz adımlarla yürümeye başladı. Dışarıda olmak içeride olmak kadar korkutucuydu. Medine korkusunu yenmeye çalışmadan gelişi güzel yürüyordu. Birden zaten ölmüş olduğuna ve ölülerin kaybedecek bir şeyi olmadığına ve her şeyin bittiğine kendini inandırdı. Rahatlamış korkusu gerçekten geçmişti. İsteseler de kendisine bir şey yapamazlardı. Hatta ağrıları ve bitkinliği geçmiş ayakları güçlenmişti. Güneşe yüzünü çevirerek yürüyordu artık. Mutlu bir gülümseme hali vardı üstünde.
Tamı tamına bir ağız dolusu kahkaha atarak ilerliyordu artık. İçinden bir kaç tane ince belli orman çiçeği toplamak geldi. Yarı, ama coşku dolu içinin sesi bunu söylüyordu. ormana, ormanın bitki örtüsüne, kaya yosunlarına daha bir dikkatli baktı. Allah iyi bir mimar olamalı idi ve her şey Medine’nin kalbini çeliyordu.
’ En güzel papatya bir kayanın üstünde biter ’ demişti annesi onu hatırladı. Kayalık bölgeye yöneldi bakışları ve birden irkildi. Yerde bir kaç parça gelişigüzel dağılmış bazı eşyar gördü. Başı yeniden dönmeye ve artık boynunda bir muska gibi taşımak zorunda olduğu korkuyu iliklerine kadar yeniden hissetti. Çaresiz bir hamle ile bileği kalınlıkta bir ağacın arkasına saklanmaya çalıştı. Bir süre öylece kaldı. gözlerini kapatmış, birileri tarafından çağrılan kötü ruhların gelip kendisini almasını bekledi. Teslim olmuştu.
Ama onu almaya kimse gelmiyordu. Merakı ve umudu artıyordu. Dağlarda ve böyle zamanlarda umut insanı delirtebilir. Gözlerini açtı.Ne olduğunu anlamaya çalıştı bir süre. Yerdeki eşyalara bakıyordu. Acaba kime aitti ? Peşindeki ölümün seslerini biraz unutmuş başka şey düşünür olmuştu. Eşyalara doğru sessizce yaklaştı. Lastik ayakkabılarını yine eline almıştı. Bir ses duyar gibi oldu. Ağacın tepesinde bir kuzgun ona bakıyordu. Eşyaların yanına yaklaştı. Sağa sola, aşağı yukarı her yeri arandı ama görünürde kimsecikler yoktu.
Yerde acele ile çıkarılmış bir kuşak, hemen yanında arazi ile uyumlu genişçe bir pantolon, biraz ileride yırtılmış bir puşi, biraz daha ileride bir kaç yerinden delinmiş, siyah ve akışkan bir sıvının kirlettiği bir kazak, sarı renk Mekap marka botun teki ve daha da ileride diğer tekini görüp yaklaştığında kayalık ve uçurumun kenarına gelmişti. Aşağı bakmaya cesaret edemedi. Adım adım geri çekildi. Çekilirken eşyaları sağlam kolunun altına alarak o bölgeden sessizce uzaklaştı.
Bir süre dikkatini toplayamadan yürümeye devam etti. Bazen koştu. Takip edilmediğini anlayınca dinlenmek için kendine korunaklı bir yer bakındı. Uygun bir yer bulunca üstündeki elbiseleri bulduklarıyla takas edip üstüne giydi. Elbiseler üstüne tam oturmuş rahatlamıştı. En çok ayaklarına seviniyordu. Acısı azalmış, rahatlamıştı ayakları botları giyince.
Uzaklaştı kendinden. Uçurumun başladığı noktaya kadar yürümüş uçurum bitmişti. Annesini, evini, evin en küçük oğlu kardeşini, evliya masallarını, bazen evlerinin arka bahçesinden geçen ve bu yüzden hep kızılan, mesleğine hep sadık kurnaz bakışlı, ağzı iyi laf yapan şehir görmüş ve bu yüzden iyi giyindiğini ısrarla dile getiren çerçiyi, Annesinin beş tandır ekmeğine onu kandırıp kendisine aldığı kullanılmış bez bebeği düşündü. Babası dede nasihatını dinleyip onu okulundan bir daha dönmemek üzere aldığı günü hatırladı. Yere düşmüş ve o gün deli gibi ağlamıştı Medine. Tanrının ve törenin merhametini yitirip işbirliği yaptığı o gün, ’Ağlamak asil insanların işidir kızım ’ demişti. ’ ne çok ülkesiziz ’ diye eklemişti annesi. Hatırladı.
O gün dilediği kadar ağlamasına izin vermişti annesi Medine’ye. Bir kez daha kaldıramazdı bunu. Orman ve dağ izin vermezdi gözyaşlarına. Tuttu kendini. Gün batmak üzereydi uçurumun başlangıcında.
Aşağı inmek için yerinden kalktı. Bu kez bakmaya cesaret edemeyip geri çekildiği uçurumun aşağısındaydı ve içine gireceği yeni bir kaya mezarı bulmalıydı. Aranarak ilerliyordu. Sonradan kapatılmış olduğu, sonradan oraya gelen ve yeterince çaresiz insanların ancak dikkati ile bulunabilecek bir yer buldu. Kayayı ensesinden kavrayıp geçebileceği kadar araladı sadece. Sürünerek içeri sızdı. Sadece yaralı kolu kendini hatırlattığında sessizliği çok az bozuluyordu. İnlemek ve yeterince acı çekmek için biraz daha sızması gerekiyordu içeriye. Derin bir boşluğun merhametli karanlığını üstüne yorgan gibi çekip acıya acıya uyumaya çalıştı. Yapamıyordu. Kolu bencillik yapıp sağlam yanlarına çekişiyor, yüküne daha fazla abanıyordu.
İçeriye sadece küçük bir ay tanrıçasının aydınlığı düşüyordu. Mağaranın hakkı o kadardı. Girişi biraz daha aralamak ve biraz daha ışıktan pay istemek için hamle yapacak olduysa da bunu başaramadı. omzunun delinmiş etinden kan akmış olmalıydı yine. Taze kan bulaşıcıdır. Bunu hissedebiliyordu. Bayıldı ve bir süre öylece kabus bile göremeyecek kadar ölümcül bir sessizlikte öylece kalakaldı.
Kendine gelmeye başladığında dışarıdan bir uğultu gibi, veremli bir insanın öksürük sesi gibi tizli bir adam küfürler ediyordu. Yanında başkaları da olmalıydı :
Cehennemden gelen bu sesleri dinledi bir süre.Tanrıyı kızdırmış olmalıydı. Tanrı bütün zebanilerini onu bulmak ve onu yok etmek için seferber etmişti. Ve belkide cehennemden kurtulmak için bir başka cehennemin kapısını aralamıştı Tanrının öfkesini yatıştırmak için ne yapabilirdi. Yeterince korkmuş, yeterince sinmiş, yeterince hırpalanmış olması onu bir Mesih yapar mıydı ? Tanrı ne istiyordu kendisinden. Öfkesi bu kez onaydı.
Sesler yaklaşmadı. Ay tanrıçasının ışıkları geri çekilmedi ve Medine, bir kez daha kurtulmanın sevinciyle öfkesini ve acısını bastırmaya çalıştı. Bu kadar acının tek ödülü canının bağışlanması olarak veriliyordu sanki.
Uyumayı başarmış içerisi görünür olmuştu. Sırtüstü uzanmış, gözleri tavanın oyma işlemeli yüzüne bakıyordu. Eski zaman insanlarının keski izleri, sonranın insanları tarafından restore edilmiş, içinde bulunduğu mezarı sanki Medine ölsün diye hazırlamışlardı sanki.
Kolunun sancısını duymasa gerçekten öldüğüne kendini inandıracaktı. Kalkmaya yeltendi. sağlıklı ve hasta olmayan kolundan destek alıp yana döndü ve işte o ara, tam otomatik bir namlunun kendisine baktığını gördü. Çığlık attı. Gözlerini bir kez daha kapattı. Titreme nöbeti acıyı ve yenilmişliği gösteriyordu Medine’nin yüzünde. Bazen teslim olmak utanç kabul edilmemeli. Medine’nin ölümü görmek istemeyen kapalı gözleri böyle bir teslimiyetti.
’ kalbin görürken, sakın ola ki gözlerinin ağzını kapalı tutma kızım ’
Annesiydi anılarında gezinen. Gözlerini ’ annem utanmasın ’ diye açtığında, silahın namlusu hala kendini gösteriyordu ama kimse yoktu. Yarıya kadar gömülmüş sadece namlusu açıkta kalmıştı silahın. Elini namluya uzattı. Soğuk geldi. Ürperdi. Silahı gömülü olduğu yerden çıkarmak için çaba sarf etmedi. Tavandan ve rüzgarın iç duvar dürbülansından doğan suni bir gömülüktü bu.
Silahın yanında bir askeri hücum yeleği biraz silaha ait mühimmat ve kısa sap bir bağlama vardı. İlgisini sadece o kısa sap bağlama çekti. Kılıfı açıp sazın gövdesine baktı bir süre ve kılıfın fermuarını yeniden kapattı. Sağına soluna iyice bakındı. Belki bir parça ekmek yada su.. Karnı iyice içe gömülmüş, dudakları çatlamaya başlamıştı. İç güdüsel olarak iyice bakındı ama bir şey bulamadı.
Dışarı çıkmalıydı. Silahı ve bağlamayı orada bırakarak dışarı çıktı. Tüm gövdesini güne teşhir etmeden, gözleri, ama daha çok aklıyla dışarının tehlikelerini anladı bir süre. Her şeyin yolunda gözüktüğüne kanaat getirince sevindi. Sevinci bir disiplinin izin verdiği kadardı ama.
Uçurumun yukarıdan bakmaya çekindiği diplerinde başka saklanan bir gizlilik bulurum umuduyla aranmaya devam ediyordu. Uzaktan bir kuzgunun kendisini takip ettiğini fark etti. Umudu yiyecek bir şeyler bulmak için atıyordu. Güneş ser verip sır vermiyordu ona. Sadece yolunu ve umudunu aydınlatıyordu. Karamsar olmamalıydı ve artık kaybedecek bir şeyi yoktu. Çoktan ölmüş olduğuna kendini inandırdı ve yürümeye devam etti.
Medine olmaması gerektiği yerde hep olmak zorundaymış gibi, yiyecek bir şey ve biraz su aranırken kuzgun onu takip etmeye devam ediyordu. Ürkmek için bir neden arıyor ve Medine’nin etrafında dolanıyordu. ilk kez ağacın tepelerinden Medine’in gidiş yönünde çokta gizemli sayılamayacak bir taşın üstünde tünekledi. Medine gizeme inanan birisiydi. Kuzgunun pineklediği yere yürüdü.
Kuzgun kaçmıyordu. Yürüdü. Kuzgun kaçmıyordu. Yürüdü. Kuzgun bir şeyler anlatmak istiyordu. Yukarıya baktı. O uçsuz bucaksız gelen en yüksek zirveye. Başı döndü. Kuzgun Medine’ye bakıyordu. Biraz dinlenmek, baş dönmesinin geçmesi için olduğu yere çöktü. Sırtını kayanın güven veren sert gövdesine dayadı ve karşı tepenin sık ormanlarında kayboldu. Gözlerini bir süre kapattı. Kuzgunu unutmak uyumak istiyordu. Aşağısında olduğu uçurumun tepesinden sesler duyar gibi oldu.
Gözlerini açtığında kuzgun gitmişti. Tünediği yerde siyah izler vardı. Bir kez daha merakı kabarmış dikkatini topladı. Yaşarken deneyimlediği şeyi yaşamaya başlamıştı. Artık korkmuyordu. Yerinden doğruldu ve siyah lekelerin üstüne basmadan biraz ilerisinde kesilmiş mor bir yüzün ölü bakan gözleri ile soyulmuş, kara saplı bir bıçakla tecavüz edilerek utandırılmak istenmiş genç bir kızın cesediyle karşılaştı. Kendi cesediydi.
Evet ölmüştü. Sadece bu durumu kabullenmek biraz zamanını almıştı. Sessizce geri çekildi. Eski elbiselerini bıraktığı yerden alıp geri geldi. Bıçağı cesedinin vajinasından çıkardı. Parçalanmış memelerini eliyle kapattı. Elbiseleri üstüne giydirdi. Yüzünde biriken siyah kanı koluyla ovaladı. Gizli bir kapısı olan ikinci bir mağaraya taşıdı. Yiyecek ve dilediği kadar içebileceği su olan mağaraya.
Elbiseleri üstünden tekrar çıkardı. Bıçakla un çuvalını deşti. Su ile hamur yaptı ve kendi cesedinin bütün bölgelerine sürdü. Kurumasını bekledi. Elbisesini yeniden giydirdi ve mağaranın kapısını hiç açılmayacakmış gibi küçük taşlarla doldurdu. İlk mağarasına geri döndü. Yukarıdan, en zirveden sesler duyuluyordu.
Bağlamayı kılıfından çıkardığında tellerinden bir tanesi kopmuştu. Bağlamanın gizemine inanırdı Medine. Kılıfına geri yerleştirip sırtına astığında, elindeki otomatik silahının dolu şarjörünün beslediği namlusu, dibinde olduğu uçurumun zirvesini gösteriyordu. Silah patladığında, kuzgun, aşağı düşen adamı gözleriyle takip ediyordu. Ve Medine bir daha asla o kuzgunu görmedi.
Ormanın içine yürümeliydi. Karşı tepelerin zirvesine. Yorgun..Aç...Yeterince susuz ama asla sekmeyen bir merminin öz güveniyle. Gülümsüyordu. Annesinin kendisine gülümsediğini biliyordu.
Gök yüzüne baktı. Güneş bütün sırlarını paylaşmış, görevini yapmanın memnun haliyle son kez Medine’ye mahçup bir gülümseme fırlatarak : ’ Hoşçakal ’ diyordu.
’ Yarına kadar hoşçakal...’
SON
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.