- 973 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PASTACI
“Savaşın büyüğünü ben içimde savaşıyorum. Ya hiç doğmasaydım? Ya gelmemiş olsaydım bu dünyaya? Bazen bu dünyaya hiç uğramamışçasına yok olup gitmek, adımı, cismimi sildirmek, bir ‘ hiç’ olmak istiyorum. Başaramıyorum. Hem bu kadar yok olmak yanlısıyım, hem etrafıma yenidünyalar inşaya devam ediyorum. Nasıl silinir ismim yeryüzünden? Dünyada faydalı bir insan olamadım, bari zararımdan temizleyeyim.
Görünmez olayım. Kimseden, hiçbir beklenti içinde değilim.(!) Yalan söylüyorum bal gibi de! Herkes beni sevsin istiyorum aslında. En umarsız hadsizlik belirtisi… Neden sevsin ki insanlar beni? Ben bile kendimi sevememişken… Oysa “ben”imi çok seviyorum. Egodan bir heykel adeta ruhum.
İşte, gün, bu gün… Yapacaksam böyle bir ikindi vaktinde yapmalıyım yapmam gerekeni. Kendimden tam da istediğim kadar nefret edebilmişken henüz. ”Hiç” olmak için bütün kimliklerimden, vasıflarımdan, sorumluluklarımdan kurtulmanın zamanı. Doğmadan az evvelki halimi almalı. İsimsiz, vasıfsız, kelimesiz ve sessiz… Yaratılmadan az evvelki halim gibi…
Ne yapışkan bir dünya bulaşığı üzerimdeki leke? Kime yaklaşsa kirletiyor hemen. Kirli bir öfke bulaştı şimdi de üzerime. Ziyanı yok fakat. Bu öfke eğer öldürmezse beni bu gün, kurtuluşuma vesile olacaktır, kim bilir?
Bariyerlerimden sızıyorum gün be gün. Yeni bentler kurmalıyım, yeni yeni engeller icat etmeliyim kendime. Mukayyet olmalıyım damarımda şahlanan dünya sevgisine. Kalbin sevdiği şeylere dizgin vurmalı. Alır, götürür kalp bizi, saftır, aklı yoktur hiçbir gönlün. Bundandır padişah fermanlarının işlememesi aşık-ı divaneye. Aşığın gönlü açgözlüdür aslında. “Hiç”i isterken, sevdiğiyle “hep”i ister. Yüreğinin açlığını dünyalar bile geçiremez çünkü. Âşık adem, en büyük açtır. Aşkımızı dindirmeli o zaman bir seher vaktinde. Aşkımızı ıslah etmeli ya da. En girift mesele bu benim için. Ama başarmalı.
Yıldızlar var sahi bir de… Milyonlarca ışıldayan başımızın üstünde... Bazılarına isimler verilmiş tanımadıkları dünyalılar tarafından. Dünyevi kaynaklarca kayıt altına alınıp hiçlikten koparılan yıldızlar var gökyüzünde. Bizim gibi. Nüfus tutanaklarına geçmemizle başlamaz mı bizim de bu dünyadaki maceramız?.............kızı/oğlu……………..’dır dünyadaki ilk zapta geçiş kelimelerimiz. Bu fişlenmeden kurtulmanın saati…
Sonra düşündüm de, hepsi hepsi biraz yorulmuşum alt tarafı… Dünyanın yükünü taşıyorum ayakları da nedir? Bu gün sırası değil sanırım yapmam gerekeni yapmamın. Sırasını beklemeli.”
“Bu tabağı hangi masadan getirdiniz!”
Elinde az önce sunum için hazırladığı tiramisu tabağı olduğu halde mutfakta sinirli sinirli dolaşıyordu Esme. Yeni verilen siparişi hazırlamak için bir servis tabağı almak üzere baktığı tezgahta, az önce özenle hazırladığı tatlının tek bir çatal darbesiyle aldığı yara sonrası harp kaybetmiş gazi gibi boynu bükük ve melül, duruşunu görüvermişti öylece.
Esme, küçük bir kasabada büyümüştü. Çocukluğundan beri yeni tatlar peşinde dolaşır, farklı sunumlarla güzel lezzetleri bir araya getirmekten çok hoşlanırdı. Daha o zamanlardan belliydi iyi bir pastacı şefi olacağı. Yemek hazırlamanın kadınlara ait bir ödev sayıldığı topraklarda yetişmiş, bu ödevi bir sanata çevirmeyi başarmış, atlattığı onca badireye rağmen sanatından asla taviz vermemişti. O, annesinin ve ailesindeki diğer kadınların aksine bu işi, yaptığından hoşnutluk duyması ihtimali bile olmayan bir erkek için değil, öncelikle kendisi için yapıyordu. Ona göre, sadece kocası için yemek yapmak, körler ülkesine sürgün edilmiş bir ressamın resim yapmasıyla aynı şeydi.
Annesini çok özlüyordu Esme böyle günlerde. Başını dizine yatırıp, saçlarını okşadığı,” üzülme kızım senin elinin değdiği her şey lezzetli olur” diye teselli ettiği günleri anımsadı. Başındaki beyaz aşçı kepini çıkardı, tezgaha bıraktı. Annesinin öldüğü günden beri, sırf onun en sevdiği renk olduğu için maviye boyadığı kısa saçlarının arasında kendi parmaklarını dolaştırdı. “Bu da geçer, üzülme! “diye söylendi kendi kendine.
Mavi kesik saçları vardı Esme’nin. Orta boylu olmasına rağmen, bir meslek hastalığı olarak varsaydığı kiloları sebebiyle olduğundan kısa görünüyor, yüzündeki ciddi bakış yüzünden ise o tipik şişman insanlara has sevimlilikten zerre yararlanamıyordu. Yemek yapmak yaşamakla aynı anlamda yer alıyordu lügatinde. Evinin mutfağını, bir ressamın atölyesini kullandığı gibi kullanıyordu. Yemek yaparken şarkı söylemekten zevk alırdı. Ortaokul öğretmeni bir gün korodan atana kadar sesinin güzel olduğunu sanıyordu. Fakat öğretmen onunla aynı fikirde değildi ki; sesinin ne kadar kulak tırmalayıcı olduğu konusunda, yüksek volümde ve epey aşağılayıcı pek çok cümleyi ardı arkasına sıralamış, henüz ergenliğe yeni adım atan bir genç kızı diğer arkadaşlarının önünde küçük düşürmek pahasına müzikten soğutmuştu. Esme bu travma sonrasında uzun süre konuşmadı. Derslerde sözlüye kalkmıyor, yüksek sesle kitap okumuyor, bir arkadaşına seslenmek gerektiğinde bu gerekliliğin geçmesini beklemeyi tercih ediyordu. Derslerle arasının açılmaya başlaması, kendini evin mutfağında daha güvende hissetmesi bu zamana rastlar…
Sorunlu bir çocukluk geçirdi Esme. Annesi o henüz lise son sınıftayken vefat etmişti. Üniversite sınavına girmesine çok az kalmıştı. Annesinin ölüm haberini okul dönüşü, evin önüne biriken kalabalıktan almış, bir insanın neden intihar edebileceğini o an en iyi kendinin kavradığına inanmıştı.
Karşı dairede oturan Ayla hanım, elinde bir kase un helvasıyla çalmıştı kapıyı. Kapı açılmayınca burnuna gelen kokudan işkillenmiş, komşulara haber vermiş, kapının kırılarak açılması sonucu, evin en sevdiği yerinde, mutfağında başını fırına dayamış vaziyette bulmuşlardı. Ne hazin bir manzaraydı bu. Ayla henüz yedi haftalık gebeydi ve üzüntüden hastaneye zor yetiştirildi. Mutfak tezgâhının üstüne atılır gibi bırakılan helva tabağı kimsenin dikkatini çekmedi o gün. Süreyya Hanım, Esme’nin iyi bir eğitim almasından çok iyi bir insan olması için çabalamıştı. Fakat hayırsız bir koca ile bu mücadele nereye kadar gidecekti? Apartmanların merdivenlerini silerek kazandığı üç kuruşu kocasından saklamayı başarırsa kızının okul masraflarına harcıyordu. Bazen günlerce eve uğramazdı kocası. Adını bile unutmuşluğu vardı bu davetsiz misafir gibi ne vakit gelip ne vakit gideceği belli olmayan adamın. Bir gece ansızın kapı çalar, bin bir güzel söz, yumuşak okşama sonrası kendini eve aldırır, birkaç gün ailesiyle ilgilenir gibi yapardı. “Şimdi sen kaça gidiyorsun Esme?” diye sanki bir akraba ziyaretinde uzak akrabaların yıllardır görmediği çocuklarına sorulanlara benzer sorular sorar, sözün arasında ağzından asıl geliş sebebine dair cümleleri tam kıvamıyla çıkarır, parasını aldığı kadının gönlünü edecek birkaç cümle de araya sıkıştırıverirdi. Esme babasını çok severdi. Annesi de ilk günkü kadar âşıktı kendilerini pek önemsemeyen bu adama.
Süreyya mutfakta tüp gazın hortumunun yanında kaskatı duruyor, sanki hala o ilk haberi aldığı şok haliyle oturuyordu. Elinde cep telefonu, ekranda “Artık daha fazla rol yapamayacağım. Ne olur anla beni. Seni hiçbir zaman senin beni sevdiğin gibi sevemedim. Bensiz ne kadar da mutlusunuz. Avukatım sana mahkeme için evrak gönderecek, boşanma işlemlerinde zorluk çıkarmazsan sevinirim. “ yazıyordu. Kısa ve yaralayıcı…
Annesinin öldüğü gün, Esme’nin hayatının dönüm noktasıydı. İkisinin de sevdikleri adam hayatlarından çıkarken, annesini de yanında götürmüştü. İşte ilk kez o gün saçlarını maviye boyamıştı. İlk kez o gün hayata karşı durmak için içinde bir güç hissetmiş, ilk kez o gün isyan etmişti. Okulda saçları yüzünden birkaç kez disiplin cezası aldı. Annesinden kalan tek şeydi bu renk, sıkı sıkı maviye sarıldı.
O günden sonra Esme teyzesinin yanında yaşadı. Kendini mutfağa iyice kapadı, bir pastacılık kursuna gitti. Şehrin tanınmış pasta şeflerinden biri oldu ve şimdi bin bir zahmet ve özenle hazırladığı tatlısını birileri beğenmeyip geri gönderiyordu.
Zeynep henüz işe yeni başlamış olmasına rağmen sevimliliği ve çalışkanlığıyla şimdiden herkes tarafından seviliyordu. Müşteriler de onun kendileriyle ilgilenmesinden pek hoşnuttu. Suratına üzülmüş ve anlam verememiş bir ifade takınarak Esme’nin yanına geldi. “Dokuz numaralı masadan gönderdiler Esme hanım. Şey… Sanırım biraz fazla tatlı gelmiş.”
Esme eline tatlı tabağını da alarak hışımla dokuz numaralı masaya doğru koştu. Fakat dokuz numarada beklemediği biri vardı. Buraya sırf Esme’nin tatlılarını yemek için geldiğini her fırsatta belirten, onun tatlılarından ilham aldığını sık sık söyleyen ressam Cemal değil miydi bu? Esme Cemal’le ilgili hislerini yüksek sesle telaffuz edecek kadar güçlü değildi. Fakat Cemal ne zaman restorana gelse, mutfaktan lezzet patlaması taşırırdı. Bazen yaptığı tatlıları sırf onun için yapıyor hissine kapılırdı. Onun için bir şeyler pişirmek hayattan lezzet almak demekti. Kendisini şişman ve itici bulmayan tek erkek olduğunu düşünüyordu. Onun restorana adım attığı günler kendini değerli hissediyordu. Hatta o, tatlılarına iltifat ettiği zamanlarda, kendini güzel bile buluyordu.
Oysa şimdi tek bir çatal darbesi almış bu tatlı şimdiye kadar kendiyle ilgili neyi iyi hissettirdiyse şimdi tam tersini yapıyordu. Ne olurdu sanki bu tabak ona ait olmasaydı. Bir başkasının beğenmemesini kaldırabilirdi. Ya Cemal beğenmediyse bunu? Elinde tiramisu tabağı olduğu halde, üzgün ve merakla Cemal’in masasına oturdu Esme. Cemal telefonuyla oynuyordu, başını kaldırıp Esme’nin yüzüne baktı.
“Pardon bir terslik mi var?” diye sordu karşısında hüsrana uğramış, orta yaşlı, şişman ve mavi saçlı kadına. Saçlarının bu kadar mavi olduğuna hiç dikkat etmemişti şimdiye kadar Cemal Esme’nin.
Cemal bu restoranı çok seviyordu. En çok da Esme’nin tatlılarını. Keyfi yerinde olduğu zamanlar insanları mutlu etmeyi çok severdi Cemal. Esme’nin de işini çok sevdiğini hazırladığı tatlıların sunumundan fark ediyordu. İşini bu kadar özenerek yapan birinin övülmeyi hakkettiğini düşündüğünden bazen masasına çağırır, pastanın yapılışına dair birkaç şey sorar, onu önemsediğini hissettirirdi. Gerçi bu gün farklı bir telaş içindeydi. Şebnem’e evlenme teklif edecekti bu gün. O yüzden alışkanlığı olduğu üzere her zamanki gibi gelir gelmez istediği tiramisudan bir çatal almış, sonra aklına hemen az sonra yiyecekleri yemek ve edeceği evlilik teklifi gelince tatlıyı geri göndermeye karar vermişti. Sebebini soran garson kıza da “şekeri biraz fazla olmuş” deyivermişti.
Mavi saçlı kadın saçları kadar mavi bir hüzünle bakıyordu adamın yüzüne. Bu bakış, aldatılmış, terkedilmiş, anlaşılamamış bir kadının yüzünden akıyordu karşı tarafın gözlerine.
“Şekeri tam kıvamındaydı, her zamanki ölçüyü kullandım, neden beğenmedin?” dedi, küstah bir samimiyet sezdi Cemal Esme’nin sözlerinde. Öfkelendi. Aslında tek tek açıklamak isterdi her şeyi. Fakat o keyifli günlerinden birinde olsaydı. Şimdi oldukça gergin bir bekleyişin arifesindeydi. “Her zamanki gibi olsa geri göndermezdim her halde. Neyse şimdi beni biraz yalnız bırakır mısınız? Sevgilimi bekliyorum. Bu gece her şeyin çok özel olmasını istiyorum”
“mısınız… sınız… nız…” “”sevgili…” bekliyor…um …” Tabağını, öfkesini ve zihninde biriktirdiği nedenlerini de alıp yavaşça kalktı oturduğu sandalyeden Esme. Annesinin o telefon mesajına asılı kalan gözleri gibi sabitti gözleri elindeki tabakta.
Bir kadının sahip olduğu her şeyini bir anda yitirmesinin ne demek olduğunu çok daha iyi kavrıyordu şimdi. Yıllarını verdiği bu işte aslında sandığı kadar iyi olmadığını, aşık olduğu adamın sevgilisiyle özel bir gece planladığı şu dakikalarda sizli bizli kurduğu cümlelerin içinden cımbızla çektiği kelimelerden öğreniyordu.
O gece hiç konuşmadı Esme. Müşterilerden gelen şikâyetleri hiç umursamadı. Mutfağından yalnızca bir kez çıktı, o da restorandan gelen, beyninin duvarlarına çarpıp seken alkış sesinin sebebini görme arzusuna yenik düşmesindendi. Bu Esme’nin son yenilgisiydi. Şebnem önünde diz çökerek küçülmüş, minicik kalmış Cemal’e “evet” diyordu bir ağız dolusu. Ve ayaları kızarana kadar alkışlıyordu kendilerini zerre miktar ilgilendirmediği halde bu olayı diğer müşteriler.
Esme ertesi gün işe gelmedi. Telefonlara cevap vermedi. Zeynep evine kadar gidip, her şeyin yolunda olup olmadığını sormak istedi. Kapıyı açan olmadı. Polise haber verdiler. Kapıyı bir çilingirle açtılar. Evde şüpheli hiçbir şey yoktu. Yatak odasında yatağın üzerine bırakılmış bir yığın eşyayı saymazsak…
Bütün kimlik kartlarını, kredi kartlarını, banka kartlarını hepsini kırmış yatağın üzerine atmıştı. Telefonu, bilgisayarı, mp3ü kulaklıkları, giysileri, yemek kitapları, tarif defterleri… Bütün kişisel eşyası buradaydı. Eşyaların dağılmış haline bakılırsa bir toparlanış değil, bir dağılıştı bu. Polis memuru şifonyerin üstünde bir mektup buldu. Mektup Esme’nin hayatın kendine verdiği bütün kimliklerden kurtulmak istediğinden bahsediyordu. Zeynep mektubu eline aldı ve sesli olarak okumaya başladı:
“Savaşın büyüğünü ben içimde savaşıyorum. Ya hiç doğmasaydım? Ya gelmemiş olsaydım bu dünyaya? Bazen bu dünyaya hiç uğramamışçasına yok olup gitmek, adımı, cismimi sildirmek, bir ‘ hiç’ olmak istiyorum. Başaramıyorum. Hem bu kadar yok olmak yanlısıyım, hem etrafıma yenidünyalar inşaya devam ediyorum. Nasıl silinir ismim yeryüzünden? Dünyada faydalı bir insan olamadım, bari zararımdan temizleyeyim.
Görünmez olayım. Kimseden, hiçbir beklenti içinde değilim.(!) Yalan söylüyorum bal gibi de! Herkes beni sevsin istiyorum aslında. En umarsız hadsizlik belirtisi… Neden sevsin ki insanlar beni? Ben bile kendimi sevememişken… Oysa “ben”imi çok seviyorum. Egodan bir heykel adeta ruhum.
İşte, gün, bu gün… Yapacaksam böyle bir ikindi vaktinde yapmalıyım yapmam gerekeni. Kendimden tam da istediğim kadar nefret edebilmişken henüz. ”Hiç” olmak için bütün kimliklerimden, vasıflarımdan, sorumluluklarımdan kurtulmanın zamanı. Doğmadan az evvelki halimi almalı. İsimsiz, vasıfsız, kelimesiz ve sessiz… Yaratılmadan az evvelki halim gibi…
Ne yapışkan bir dünya bulaşığı üzerimdeki leke? Kime yaklaşsa kirletiyor hemen. Kirli bir öfke bulaştı şimdi de üzerime. Ziyanı yok fakat. Bu öfke eğer öldürmezse beni bu gün, kurtuluşuma vesile olacaktır, kim bilir?
Bariyerlerimden sızıyorum gün be gün. Yeni bentler kurmalıyım, yeni yeni engeller icat etmeliyim kendime. Mukayyet olmalıyım damarımda şahlanan dünya sevgisine. Kalbin sevdiği şeylere dizgin vurmalı. Alır, götürür kalp bizi, saftır, aklı yoktur hiçbir gönlün. Bundandır padişah fermanlarının işlememesi aşık-ı divaneye. Aşığın gönlü açgözlüdür aslında. “Hiç”i isterken, sevdiğiyle “hep”i ister. Yüreğinin açlığını dünyalar bile geçiremez çünkü. Âşık adem, en büyük açtır. Aşkımızı dindirmeli o zaman bir seher vaktinde. Aşkımızı ıslah etmeli ya da. En girift mesele bu benim için. Ama başarmalı.
Yıldızlar var sahi bir de… Milyonlarca ışıldayan başımızın üstünde... Bazılarına isimler verilmiş tanımadıkları dünyalılar tarafından. Dünyevi kaynaklarca kayıt altına alınıp hiçlikten koparılan yıldızlar var gökyüzünde. Bizim gibi. Nüfus tutanaklarına geçmemizle başlamaz mı bizim de bu dünyadaki maceramız?.............kızı/oğlu……………..’dır dünyadaki ilk zapta geçiş kelimelerimiz. Bu fişlenmeden kurtulmanın saati…
…………
İşte şimdi bunun tam da vakti…”
Fotoğraf:Ö.E.Yücebaş
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.