Çevrecilerin Rengi Kıpkızıl Olmalıdır !
Çevrecilerin Rengi Kıpkızıl Olmalıdır !
İnsanın,
daha çok zenginleşmek ve daha rahat yaşayabilmesi için doğayı sömürmesi,
yağmalaması ve egemenliği altına alması anlayışı,
insanın insanı sömürmesi ve hegemonyası altına alması anlayışından kaynaklanır.
Bu anlayış anaerkil dönemin sona erişi ataerkil dönemin başlangıcı, ataerkil ailede kadını sömürmeye ve baskı altına almaya başlamasına kadar gider.
O zamanlardan beri insanlar sadece meta,
kaynak ve özne yerine nesneye dönüşmüş varlıklar olarak yaşamaktadır.
Bu tarz bir toplumsal tahakküm anlayışının ortaya çıkarttığı,
sınıflar,
mülkiyet biçimleri ve devletsel kurumlar,
düşünsel olarak insanlığın doğa ile ilişkisine taşındı.
Doğa giderek sömürülecek,
üzerinden kar elde edilecek,
meta ,
nesne ve hammadde olarak görülmeye başlandı.
Doğaya karşı bu bakış açısı vahşi kapitalist toplumun ortaya çıkması, kapitalizmin gelişmesi,
emperyalist ve daha sonra küresel boyuta evrilmesi ile içinden çıkılmaz ve baş edilemez bir dürtüye dönüştü.
Bu yalnızca sınıflı toplumun egemen sınıfının anlayışı haline gelmedi;
aynı zamanda köleler,
serfler,
işçi sınıfının doğaya bakış açısına da sirayet etti.
Bunun en basit örneğini bir Kartepe gezisinde yüksek bir tepeyi aşıp o tepenin yamacına geldiğimizde karşımıza çıkan o eşsiz manzarayı seyrederken,
yanımdaki arkadaşıma ne düşünüyorsun? Diyerek sorduğum soruda aldığım yanıtta gördüm.
Arkadaşım "eğer birgün parası olursa bu manzarının bulunduğu vadiye villalar yaparak satabileceğini ve buradan çok para kazanacağını" düşünüyordu.
Bu yanıtı veren bir lastik fabrikasında çalışan taşeron işçisiydi !
Bu en basit örnek bile kapitalist,
hiyerarşik toplum düzeninin toplumun bütün sınıflarının,
katmalarının doğa ile ilişkilerini,
işbirlikçi oligarşik burjuva toplumunun yasalarıyla kurgulamasına neden olduğunun en yalın ispatıdır.
Kendine has kültürel birikimi sayesinde,
modern toplumun,
yani bizim şu kar peşindeki burjuva toplumumuz insanlığın doğa ile kavgasını geçmişin endüstri öncesi toplumlarından daha tehlikeli şekilde kızıştırmaya yatkındır.
Burjuva toplumunda insanlar nesnelere dönmekle kalmayıp,
metalara,
pazarlarda satılmak için tasarlanmış ve sipariş üzerine üretilmiş eşyalara dönerler.
Meta olarak insanlar arası rekabet,
tamamen gereksiz malların üretilmesiyle birlikte,
kendi içinde bir amaç haline gelir.
Nitelik niceliğe,
bireysel kültür kitle kültürüne,
kişisel iletişim kitle iletişimine dönüşür.
Doğal çevre devasa bir fabrikaya ve kentler baştan sona bir pazar yerine dönüşür.
Gezi parkındaki ağaçlardan,
fırtına deresine,
Soma zeytinliklerinden,
Munzur çayından,
kaz dağı ormanlarına.
Validebağ’dan,
Sapanca gölüne,
her şeyin bir fiyatı vardır.
Bu ister doğal bir alan olsun,
isterse tarihi bir değer,
isterse bir kadının bedeni olsun,
isterse,
bir çiçeğin kokusu,
kutsallık ve onur sadece paraya indirgenmiştir.
Böyle bir toplumda makine işçinin gücüne güç katmaz,
işçi makinenin gücüne güç katar.
Teknoloji insanlık birikiminin bir sonucu olmaktan çıkar,
insanlık kültürü teknolojinin bir uzantısı haline gelir.
Kapitalist sistemde Kadın ya da erkek her birey bir makinenin parçası haline gelmiştir.
Çok köklü bir değişime ihtiyacımız var.
Bu değişim öylesine derinlikli ve kapsamlı ki devrim ve özgürlük anlayışlarımız bile geçmişteki tüm ufuklarımızı zorlamalıdır.
Artık doğal çevreyi korumak ve güçlendirmek için yeni teknikler üretmek yetmez.
İnsanlığın yaşama bakışını,
doğa anlayışını ilkel kabile toplumlarından bu zamana kadar çarpıtan tepeden inmeci hiyerarşik ve baskıcı ilişkiler ağını değiştirmemiz gerekiyor.
Sadece burjuva hiyerarşisini değil,
genel hiyerarşiyi,
sadece burjuva sınıfını değil bütün sınıfları sönümlendirecek değişimler gerekiyor.
Kentlerimizi ve toplulukları eko-topluluklara dönüştürmeli.
Yaşadığımız eko sistemi kapasitesine uygun biçimde değerlendirmeliyiz.
Teknolojilerimiz en az hatta hiç kirlenme yaratmayacak teknolojilere uyarlanmalı ve yerel enerji kaynaklarımızdan yararlanmak için düzenlenmelidir.
Yeni bir ihtiyaç anlayışı geliştirmeliyiz.
Bu bize medyanın ve modern kültürün dikte ettiği ihtiyaç anlayışı değil sağlıklı bir yaşamı destekleyen ve bireysel ihtiyaçlarımızın ifadesi olan bir ihtiyaç anlayışı olmalıdır.
Toplumun yönetimine aracılarla katılmak yerine,
kişisel olarak kendimiz katılmalıyız.
Burada değiştirmemiz gereken şey sadece insanı insanın karşısına dikmekle kalmayıp,
insanı doğanın da karşısına diken çağlarca süregelmiş ve birbirini üretmiş tahakküm ve baskı anlayışlarıdır.
Çünkü yazının en başında da anlattığım gibi "insanlıkla doğanın savaşı,
insanla insanın savaşından türemiştir."
Ekoloji hareketi,
bütün yönleriyle tahakküm sorununu kucaklamadıkca,
günümüzdeki ekolojik ve çevresel bunalımın kökeninde bulunan nedenleri ortadan kaldırma mücadelesine hiçbir katkı sağlamayacaktır.
Ekoloji hareketi,
toplumsal değişim ve sosyal devrim fikirlerine uzak kaldığı müddetçe, sadece kirlenme,
koruma ile ilgili reformlarla uğraşmaya devam ederse,
sadece çevrecilikte takılıp kalırsa,
mevcut olan doğa ve insan sömüren sistemin yedek paraşütü olmaktan öteye gidemeyecektir.
Devrimci ve değişimci bir çevre hareketinin rengi sadece ekolojinin yeşili olmamalıdır.
Baskı ve hiyerarşi karşıtı anarşizmin siyahı ve sınıfların,
baskının düşmanı komünizmin kızılı tüm çevrecilerin rengi olmalıdır.
Unutmayın,
bütün büyük zulümler,
biz arkamızı dönüp susmayı tercih ettiğimiz için yaşanıyor.
Varmak için yarınlara bizimde hasretimiz var !..
Atilla Yüceak Aralık 2014
Araştırmacı Yazar-Şair
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.