- 471 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Kargalar
Kiraz ağacı uzadı gitti. Minare gibi. Tülay, diyor; “Amca be, bu ne biçim ağaç, dallanıp budaklanıp yayılmıyor da binalarla yarış yapıyor?”
“Tülay’ım,” diyorum yeğene. “kökü toprakta; beslenip sulanacak, yapraklarıyla zor da olsa soluklanacak ama güneş, güneş! Sabah yok, öğlen yok, ikindi yok; ne yapsın uzamasın da fakirim? Güneşi arıyor öyle, uzayıp uzayıp…”
Geçenlerde arka balkonda oturuyordum. Güney ucunda sandalyem var. Orada hem kahve hem sigara içiyorum, hem de seyreyliyorum.
Ayva ağacının dalları da uzamış; büyüyüp ağırlaşan meyveleri yüzünden eğilip sarkışmışlar. Kimisi komşunun bahçesine tecavüz etmiş, kimisi de balkonuma. Az ötedeki erik ağacı da öyle. Kalın gövdesi, iri dalları var. Senesi uyarsa çok erik yapar. Hem de yemesine doyum olmaz; öyle güzel. Bir de armut ağacı var. O da güzel meyveler yapar. Güney komşumun bahçesi de öyle; meyve ağaçlarıyla doludur. Bu evleri, yirmi beş yıl önce yapmıştık. O zaman şehir dışı bir yerdi burası. Arsamızı büyük tutup evimiz bahçeli olsun demiştik. İlk yıllar sebze bile ekiyorduk.
Tam karşımda apartmanlar var. Getirip diktiler onları kocaman kocaman. Güneş o taraftan doğar. Ona ihtiyacımız var; ışığına, ısısına ama bana ve bahçeme “günaydın” demesi için yükselip o apartmanların tepesine çıkması gerekir.
Kargalar, sosyal hayvanlardır. Akıllı oldukları da söylenir. Konuşabilenleri bile varmış. Ne bulurlarsa taşıyıp o yüksek apartmanların çatılarına, bacalarına eğreti yuvalar yaparlar. Sonra yumurtlar, yavru çıkarırlar. Yavru zamanı çok işkillidirler. Sosyal dayanışma içinde çalışırlar. Kimisi yiyecek peşine gider, kimisi yuvayı bekler, kimisi de uygun bir yere zulalanıp gözcülük eder. Hele yavru uçurma zamanı onlardaki heyecanı, telaşı görmek gerek. Durmaksızın oradan oraya uçuşarak, sesleriyle kırım kıyameti kopararak sürekli aktif haldedirler.
Balkonun köşesinde oturtuyorum ya; gözcü haber vermiş olmalı, oraları anında cehenneme çevirdiler. Sürekli uçuşuyorlar, sürekli bağrışıyorlar. Uçuşmak ki, ne uçuşmak, bağrışmak ki, ne bağrışmak! Sanırsınız yeraltındaki sarsıntıyı duydular; az sonra zelzele olacak! Sanırsınız ki, gaipten gelen sesi işittiler; az sonra kıyamet kopacak! Veya büyük bir kasırga geliyor. Kara bulutlar üstümüze çökecek de yıldırımlar, şimşekler düşecek. İşte, sanırsınız ki, bu gibi şeylerin telaşını yaşıyorlar. Oysa hiçbiri değildir. Büyüyüp tüylenmiş yavrularını uçurma derdindedirler ki, bütün mesele bundan ibarettir. Lakin benim anlayamadığım; ömürleri boyunca şehirlerde, köylerde insanlarla içi içe yaşarlar da insanlardan niye bu kadar sakınırlar? Elbet vardır bir bildikleri…
Bütün koloni bizim bu civarda. Bir kısmı karşı apartman damlarında, bir kısmı ceviz ağaçlarının tepe dallarında, bir kısmı hemen yakın komşunun kiremitlerinde. Ne oluyor, bu telaş ne? Bu vesvese, bu kuruntu, bu sıkıntı ne? Neden korkuyorsunuz, yoksa kıyamet mi kopuyor?
Anlıyorum ki, hiçbiri değil; düşman benmişim. Özellikle birisi bunu hissettiriyor. Karşı yüksek damdan bana doğru süzülüyor; gözümü oyacakmış gibi yapıp yakınımdan geçerek komşunun kiremitlerine konuyor. Sonra koşup çatının saçak ucuna geliyor; oradan başını uzatıp bana düşmansı tavırlarla bakarken sürekli gaklıyor. Sonra uçup bizim dama konuyor. Bakıyorum; saçak ucuna kadar gelmiş, başını aşağı sarkıtıp tepemi ceviz deler gibi delecekmiş gibi bakıyor.
Ürküyorum. Bu ne ulan, diyorum. Anladık işte, yavru uçuruyorsunuz, uçurun, bana ne! “Kışt” dediğimiz mi oldu? Sanki siz uçuruyorsunuz da biz uçurmuyor muyuz? Sizin yavrunuz var da bizim yok mu? Biz, siz gibi mi yapıyoruz? Sanki yuvanızı mı bozduk? Bozmadık. Yumurtanızı mı çaldık? Çalmadık. Ses ediyorsunuz diye polisi aramadık, lüpeden tepemize sıçtınız kısmetten sayıp kızmadık; daha ne! Huzurunuzu bir gün bile kaçırmadık, özgürce dilediğiniz gibi yaşadınız. Şurada iki yudum keyif çatalım dedik, şu yaptığınıza bakın! Ulan, armudu gagaladınız, cevizleri çalıp kaçtınız, geçen yıl koca kiraz ağacını bir gün içinde soyuk tavuğa çevirdiniz de gene sesimizi çıkarmadık be! Ama yağma yok artık! Bizim de çocuklarımız var demedik mi size? Dedik. Bu meyveleri onlar için büyüttüm ben, sizin için mi? “İyi de, biz aç mı ölelim” diyebilirsiniz. Ölmeyin tabii. Ölün mü dedik? Allah, size kanat vermiş; uçup gidin kırlara, bayırlara. Orada yiyeceğin bin türlüsü varken bu şehir denen illet yere niye mahkûm ettiniz kendinizi? Hem, çalıp çırpıyorsunuz, hırsızlık yapıyorsunuz. Bilmiyor musunuz; hırsızlık suçtur. Madem toplumun bir parçası oldunuz bu şehir yerde, toplum kurallarına da uyacaksınız kardeşim. Bizim işsiz, fakir fukara çocuklarımız aç karnını doyurmak için fırından ekmek çalsa yaka paça kodese tıkılır; siz dilediğiniz gibi çalıp çırpın ama hiçbir şey olmamış gibi elinizi kolunuzu sallaya sallaya gezin; iyi valla, Reza gibisiniz be! Yok kardeşim, artık yağma yok! İşte burada oturdum bekliyorum; biriniz bile gelip bir kiraz çalmasın. Karışmam bak; veririm sopayı. Hiç acımam, kırarım kanadını. Sonra demedi demeyin…
Geçen yıl kiraz ağacımız çok meyve yapmıştı. Hem de iri iriydiler, dalları zor tartıyordu. Erikleri daha çekirdek tutmadan yemeye başlıyorduk, sonra olgunlaşıp sulanana kadar iki ay, üç ay boyu hep yiyorduk. Bize yetip artıyordu da yolup komşulara da veriyorduk. Çocuklar saldırıyorlardı. Eşim, kızıp bağırıyordu onlara. “Göz hakkı anacığım, can bu çeker, bırak yesinler.” diyordum. “Sen hiç çocuk olmadın mı? Komşunun bağına, bostanına hiç dalmadın mı?” Onlar çocuktur. Hem, kiminin parası vardır, kiminin de yoktur. Hem, çocuklar sever böyle şeyleri...
Bir gün mutfakta oturuyordum. Yaz ya; hava sıcak, camlar ardına kadar açık. Birden bire gürültü kopmuştu. Mahalle çocukları bahçeye dalmış, neden ürktülerse kaçmışlar. Kaçarken baktım; içlerinde benim küçük oğlan da var…
Kirazlar tek tük kızarmaya başlayınca koparıp yemeye başlardık. Çünkü kargalar da aynı şeyi yapıyorlardı. Onlar da olgunlaşanı koparıp kaçıyorlardı. Dallarına renkli poşetler bağlıyorduk; hem gözlerini korkutsun, hem de yel estikçe hışırdayıp ürkütsün diye ama fayda etmiyordu. Poşetten kim korkar ulan, öyle ya! Poşetten korkacak olsalar şehirde ne işleri var? Onlar; tarak dâhil buldukları her nesneyi taşıyıp yuva yapmıyorlar mı?
Balkonda oturup bekliyordum; kiraza konacak kargaları ürkütüp kaçırtıyordum. Başarılı olmuştum ama bıkmaya da başlamıştım. Eşime, “çıkıp toplasam mı acaba?” diyordum. İkide bir; “Kes şunu kökünden; uzadı gitti göğe.” diyordu. “Olmuyor. Olsa bile hayrı dokunmuyor. Ya erişip toplayamıyoruz, ya da lanet kargalara kaptırıyoruz.” Geçen yıl kökünden kesmemiştim ama uç dallarını budayıp alçaltmıştım. Kes kökünden diyen kadın, şimdi al al kirazları görünce kıyamıyor; “Dur, bekle birkaç gün daha,” diyor. “iyice olsunlar…”
İyi, madem. Aslında ben de öyle olsun istiyordum ama neyse, “birkaç gün daha beklerim” demiştim.
Sonra ne oldu dersiniz?
Söyleyeyim; o hafta sonu kızımız Tezay, oğlumuz Devrim’le evleniyordu. Pazara düğünleri var Kırklareli’nde, kına da Cumartesi gecesi evimizin bahçesinde…
Kınayı da yapmıştık, düğünü de. Yemiştik, içmiştik, halaylar da çekmiştik. Evli evine, köylü köyüne; sonra dönüp evimize gelmiştik.
Pazartesi sabahı aklımıza kiraz gelmiş; “binip toplayalım artık şunu,” demiştik. Merdiven almış, sepetler almış; soluğu kirazın yanında almıştık. Almıştık almasına ama bir de ne görelim; kirazın dallarıyla yaprakları kalmış; biz de şaşırıp kalakalmıştık. Kargalar, yiyip bitirmişler, ilaçlık bile bırakmamışlar…
Eşim suratını asıp; “Kes şunu kes! Kökünden kes!” demişti gene.
Keser miyim? İnsan evladını kesebilir mi? Ben diktim onları. Ben suladım, ben budadım. Ben kollayıp gözettim. Büyüdüler, koca koca ağaçlar oldular; hiç kesebilir miyim?
***
Geçenlerde Tezay’la Devrim’in bir oğulları oldu. Adını Rüzgâr koymuşlar. İkinci adı da Doruk’muş. Rüzgâr Doruk; biraz erken doğmuş, mini minnacıkmış ama günden güne büyüyormuş. Tabii ya; anası emzirecek, babası kol kanat gerecek; o da büyüyüp serpilecek elbet.
Sabreden derviş, muradına erermiş. Derviş değilsek bile sabretmeyi bilemez miyiz? Biliriz tabii. Kısmet olursa önümüzdeki yaza ona kiraz toplayıp götüreceğim. Bebek Rüzgâr, henüz bilemese bile anası çok sevinecek. Biliyorum, “Amca, ne koca yürekli adamsın sen,” deyip boynuma sarılacak. Sonra köpüklü kahve yapacak bana. Amca yeğen karşılıklı oturup konuşacağız…
Tevfik Tekmen 26/Aralık/2014 Lüleburgaz