- 992 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
389 - YARATILIŞ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
İki görevlinin, kararlaştırılan anda, kararlaştırılan yerde karşılaşıp kaynaşması… Bir olmak ve can bulmak için yola birlikte devam etmesi… El ele, iç içe yol alması, çoğalması, şekillenmesi, donanması…
Büyük buluşmayla başlayan büyük olayın her aşaması mucize! Önce şekilsiz bir varlık, hiçbir şeye benzemeyen… Sonra kurtçuk gibi bir şey… Sorguç gibi… Tortop olmuş bir yaratık… Uzaylı resimlerindeki gibi koca bir kafa, kocaman iki göz… Ağız, burun, kulaklar… Derken kollar, bacaklar… Parmaklar, tırnaklar… Kaşlar, kirpikler, saçlar…
Doğar doğmaz aydınlık ve karanlığı fark ediş. Önceleri belki sisli puslu görüntüler... Yüzüne doğru yaklaşanı buzlu cam ardından seyredercesine algılayış… Bakanın hareketini, başını çevirerek takip ediş... Göz kasları geliştikçe, hareketliyi başını çevirmeden, gözlerle izleyiş... Üçüncü aya doğru görüntünün yavaş yavaş netleşmesi...
İşitilenlerin hafızalardakilerle eşleştirilmesi, olaylarla bağdaştırılması, giderek beyinde canlandırma yöntemiyle söylenenlerin anlaşılır hale gelişi…
Meramın önce anlamsız seslerle, sonra belli sözcüklerin yarım yamalak tekrarıyla anlatılmaya çalışılması, giderek düzgün cümleler kurmaya başlayış…
Kemiklerin ve kasların güçlenmesi, denge arayışları, düşüş kalkışlar ve ayaklar üzerinde durabilir ve yürüyebilir hale geliş… Sonrasında her türlü hareketi rahatça yapabilirlik…
Hiçken var ediliş, hiçbir şey bilmez haldeyken bilir hale getiriliş…
İnsan, başlı başına mucize… Her organıyla harika! Bütünüyle muhteşem! Bedeniyle, ruhuyla, duygularıyla mükemmel bir yaratılışta… Her yönüyle anlatmakla bitmeyecek özellikler taşımakta…
Görmek istemeyen için her şey sıradan, basit… Görmek istemeyen kör! Gören gözlerle bakan için görülen her şey sanat eseri… Denizler, karalar, dağlar, ağaçlar, bulutlar… Küçücük bir ottan çakıl taşına, kum tanesine kadar… Okyanustan damlaya kadar… Galaksilerden sistemlere, kürelerden zerrelere kadar…
En mükemmel varlık insan… Bilinçli yaratık… Kendisinden beklenenleri idrak edebilecek kadar akıl taşımakta… Cüzi de olsa iradeye sahip… Onun için sorumlu.
İki “Oku!” emri arasında insanın yaratılışına dikkat çekilmekte…
Son derece koruma ve bakıma muhtaç, bilinçsiz bir vaziyetteyken görür, duyar, anlar, bilir ve kendisine yeter hale getirilen insan, hep farkında olması gereken bir şeyi unutmakta… Ne olursa olsun ihtiyaç sahibi olmaktan asla ama asla kurtulamayacağını… Sadece bu dünyada değil… Yaşarken de, öldüğünde de, tekrar diriltildiğinde, cennette, cehennemde, arasatta da…
Bir yaratan var, bir de yaratılan… Bir nimetler sunan var, bir de bahşedilenlere muhtaç olan… Mademki ihtiyaç sahibi, ihtiyaçlarını giderene boyun eğecek.
Allah insanı dayanıksız bir yapıda yarattı. Gözle görünmeyen bir mikrop, hastalanması veya ölmesi için yeterli… Ters bir tarafına gelen küçük bir taşla, bir darbeyle hayatını kaybedebilir. Demirden değil, taştan değil… Ne kadar güçlü olursa olsun, gücün sahibine sığınmak zorunda…
“Dünyaya gelmem!” diyemez, Azrail’e: “Ölmem!” diyemez. İki yok arasında var gibi durmakta… Yok olmaya mahkûm… Kapana sıkışmış, kaçar yeri yok! Ne yerin altından bir çıkış yolu bulabilir, ne de evreni delip gidebilir! Teslim olmaktan başka çaresi yok!
Akıl üretir, fikir türetir, bir şeyleri bir şeylerle birleştirir, bir şey yarattığını zanneder, büyüklenir. Malzemesi dışardan değildir. Buluş başka, yaratma bambaşkadır. Yaratma, yoktan var etme demektir ki Allah’a mahsustur.
Bahşedilenlerin nerden geldiğini unuttu, gücüyle gururlandı, kendisini kaybetti ve: “Ben sizin yüce rabbinizim!” dedi, halkına Firavun. Yoktan var edildiğini, bilinçsizken bilinçlendirildiğini, her an ihtiyaç sahibi olduğunu, kendisine kesintisiz nimetler geldiğini; en garibi, ölümlü olduğunu unuttu.
İlk “Oku!” emriyle, insanın neyden ve nasıl yaratıldığı gösterildi. Necis bir sudan geliyordu. Daha işin başında burnu kırılmıştı. Şöyle bir okuması gerekiyordu, başlangıcından doğuma kadarki serüvenini…
İkinci “Oku!” emriyle doğumdan ölüme kadarki aczini okumalıydı. Kerem sahibini görmesi gerekiyordu. Allah’ın tanımlanabilir derecede değil, sonsuz kerem sahibi olduğunu idrak etmesi emrediliyordu.
Allah, insana kalemle yazmayı öğretti. İnsanın bir genetik yazılımı var. Matematiksel bir yapıya sahip… Kromozom sayısından saçının teline kadar hesaplanarak yaratılmış. Karmaşık bir problem… Akıllara durgunluk! Fakat insan akıllı yaratık… Yeteri kadar zeki bir mahluk… Yazsın, çizsin, hesaplasın, anlasın nasıl yaratıldığını.
Kendisine gereken bilgi verildi. Üzerinde kafa yorsun, neyken ne hale geldiğini, ne kadar ihtiyaç sahibi olduğunu görsün, cömertçe nimetler lütfeden Yaratan’ını bulsun, bilsin!
Beyin, kalem tutmaya, yazı yazmaya, yazılacak olanları düşünmeye, kâğıda dökmeye, yazılanları okumaya, hayal etmeye, anlamaya müsait bir tarzda yaratıldı. İnsan, kelemle yazmayı becerebilir hale getirildi. Araştıracak, bulacak, yazacak… Okuyacak, düşünecek, anlayacak.
İlk mesaj… İlk iletişim… Bir şaşkınlık, bir kendinden geçiş ânı… Emirle beraber mânâ âlemine açılan bir pencere belki bir zuhurat… Kısa bir film izletilircesine insanın yaratılışına ait gösterilen gerçekler… Bir anda öze varış…
Melek, O’na sarıldı ve kuvvetlice sıktı. Kendini toparlaması içindi belki. Belki yaşananların gerçek olduğunu kanıtlamak için… Belki de İlahi elektrik akımı için gereken iletişim… Beyinden beyne bilgi nakli ve bildirilenlerin kaydı için düğmeye basış… Her ne için idiyse, bu mutlaka çok gerekli bir sarış…
“Dilini depreştirme! Biz, onu senin beynine indireceğiz.”
Söylenenleri tekrarlamaya, aklına yazmaya çalışıyordu. Buna gerek yoktu. İstese de unutamazdı. Beyne İlahi kalemle yazılmaktaydı, asla silinmezdi! O, onu beyninden okuyacak, çevresine iletecek, ezberletecekti. Çok daha sonra kalemle yazılacak, dünyaya yayılacaktı.
Ezberlemeye çalışıyordu. Ümmiydi. Yazamazdı, okuyamazdı. Ortada ne ucu sivri sert bir şey vardı kalem olarak kullanılacak ne de düzgün bir taş, bir deri parçası… İnsan beyni vardı sadece. Muazzam yapısıyla, harika bir organ!
Ezelde kalem yazmış, mürekkep kurumuştu. Her şey Levh-i Mahfuz’da kayıtlıydı. Allah, her şeye kadirdi ve O’nun için hiçbir şey güç değildi. Seçtiği ümmi bir kuluna insanlıkla ilgili bilgileri, emir ve yasakları arşivdeki aslından okutmak da O’nun için imkânsız ve zor değildi.
Onca sıfatının içinden seçerek Rab sıfatıyla hitap ediyordu. Rab sıfatıyla insana, İlahi kalemle beyne yazmayı bellettiğini, bilmediklerini öğrettiğini bildiriyordu.
Rab sıfatıyla… Mutlak otorite sahibi, maliki, efendisi olarak… Terbiye edeni, ıslah edeni… Eğiteni öğreteni…
Rububiyet böyle bir şeydi. Allah’ın, bütün zaman ve mekânlarda her türlü muhtaç varlığın ihtiyacı olan her şeyi vermesi; tedbir, terbiye, malikiyet ve besleyiciliği…
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 389
YORUMLAR
çok güzel bir yazı, tebriklerimi bırakıyorum ve teşekkür ederim kendi adıma, Allah razı olsun...
Bahşedilenlerin nerden geldiğini unuttu, gücüyle gururlandı, kendisini kaybetti ve: “Ben sizin yüce rabbinizim!” dedi, halkına Firavun. Yoktan var edildiğini, bilinçsizken bilinçlendirildiğini, her an ihtiyaç sahibi olduğunu, kendisine kesintisiz nimetler geldiğini; en garibi, ölümlü olduğunu unuttu.
Yazınızda bahsettiğiniz Firafun'lardan ve içimizde ki nefsimizde ki, imanımızı kurt gibi kemiren, benlik duygularımızdan korunmamız dileğimle, sağlıcakla kalın...