- 682 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Kabuslardan Uyanmak
KÂBUSLARDAN UYANMAK
Bir oda vardı; çok dar ve çok yüksek. Tabanı diplerde, tavanı göklerde ve ayan değil sisler içinde. Darlığı ve bulanıklığı sıkıp boğucu, yüksekliği de erişilmez gibi.
Bu tuhaf odanın içindeydi ve yumuşak bir döşeğin üstündeydi. Döşek de pamuktan bulut gibi bir şeydi ve tavanın altında havada asılı duruyor gibiydi.
Odanın çok aşağılarındaki yerinde hasırdan bir örtü vardı. Üstünde kilimler, şilteler ve pöstekiler yayılıydı. Duvarları portakal sarısıydı ve ta arşın altındaki çok yüksek tavanı da kırmızı toprakla sıvalıydı. Tam orta yerinde alüminyum boyası renginde har har yanan kocaman bir çingene sobası vardı. Üst deliğinden çıkan kızıl ışıklar bulanık sisi zor da olsa delip kırmızı tavanda oynaşarak değişik şekiller çiziyordu. Soba üstündeki bakır ibrikte kaynayan suyun mırıltılı sesleri kulaklara girince ninni gibi uyku getirici bir hoşluk yaratıyordu. Soba dibinde, mırıltılarını ibrikte kaynayan su mırıltılarına karıştırarak kıvrılmış uyuyan sarı bir kedi vardı. Çok yüksek duvarın erişilmez yükseğindeki şişesi isten kararmış kirli bir gaz lambası da kızararak yanıyordu.
Kar beyazı buluttan bir döşeğin üstündeydi ve döşek yumuşak, yastık yumuşak, yorgan yoktu.
Çok uykusu gelmişti. Göz kapakları düşüyordu. Zorlayıp açıyordu ama biraz sonra yeniden düşüyordu.
Fazla boğuşamıyor ve sonunda da gözleri kapalı kalıp bir daha açamıyor; uyuyup rüyalar elemine dalıyordu.
Anası Safiye, ne güzel bir kadındı. Çok dar ve çok yüksek odanın ta aşağı dibindeki ak koyun postuna bağdaş kurmuş, sırtı duvardaki sap yastıkta, önünde yanan soba, çok yüksekteki lambanın ölü ışığı altında başını eğmiş elindeki beş şişi ilmeğe soka çıkara yapağıdan eğrilmiş beyaz ipten çorap örüyordu.
İnce parmaklı beyaz elleri vardı. Beyaz yüzünde kara gözleri vardı. Kara kıvırcık saçlarına gülkurusu tülbent bağlamıştı. Pembe benekli siyah mintanının iki düğmesi açıktı. Bağdaşlı bacaklarında kadifeye benzer mor şalvarı ve ayaklarında el örgüsü çiçek motifli çetikleri vardı.
Safiye, ne yumuşak bir kadındı. Teni yumuşak, kalbi yumuşak, huyu yumuşak; elinden ekmeğini al bir şey demez. Oyuncağını al, bir şey demez. Ne istersen iste vermem demez. Dili yumuşaktır, kötü laf söylemez, sevgiyle bakar herkese; kaşlarını indirmez. Yüzü hep güleçtir; asılmak, kasılmak nedir bilmez.
Yüzü yumuşak olanın apışı ıslak mı olur hep? Apışı ıslak olanın kuyruğu kalkık mı olur? Yüzü yumuşak olan kadının başı bitten, amı sikten kurtulmaz mı hiç?
Pis ağızlı terbiyesizler!
O yüzden mi namı kötüydü? O yüzden mi orospu mevkiine terfi etmişti? Kara yürekli kadınlar; o yüzden mi dedikodusunu edip yeriyor, ağzı salyalı azgın tekeler o yüzden mi peşinde geziyorlardı?
Peki, ne yapmak lazım? Kocası da yok başında! Ellerini arkasından bağlayıp köy meydanında taşlasalar, götürüp genel eve satsalar, eli sopalı olup köyden kovsalar…
Ama yalan ki!
Kimsenin bir şey bildiği yok, kimsenin de zinasını gördüğü yok!
Veliko, demedi miydi? Hani kocasız kalmış dul bir kadın ya; bir de başına kara çarşaf takmadan açık saçık gezer, herkesle konuşur, erkeklerden saklanmaz ya; at çamuru gitsin!
Yalan. Hepsi dedi kodu. Çamur at izi kaslınla temiz bir kadın kirli olmaz ki!
Veliko, demedi miydi?
Duymamışlar mı?
Asiye kadının kocası Ramazan Kamil Osmaoğlu ölmemiş…
“Baban ölmemiş Osman. Bulgaristan’a, Macaristan’a da gitmemiş. Gözlerimle gördüm. Karanlık ve yağmurlu bir gecede geldi. Denizden çıkıp geldi. Savaş gemisiyle. Kendi gözümle gördüm. Gece karanlıktı ama geminin suda yakamozlanan ışıklarını gördüm. Oraya demir attı. Sonra Ramazan abi lastik bota binip kıyıya yaklaştı. Ben saçak altındaydım. Sarı köpek onu tanıyıp kuyruk salladı; o da onun başını okşadı. “Sus, sakın ses etme” dedi köpeğe, "kimse duymasın.” Köpek onu dinledi. Zaten hep geliyormuş da köpekten başka kimsecikler bilmiyormuş. Yanımdan geçip gitti de beni görmedi. Görseydi yandıydım. Sonra içeri girdi. Perdenin aralığından hep seyrettim. Asiye yengeyle sarmaştılar. Sonra ışığı söndürüp yattılar. Ben hep bekledim. Sabaha karşı gün ağarmadan da çıkıp gitti. Ben de kalkıp eve gittim. Dilimi yutmuş gibiydim Osman! Tek sana söyledim ama duymuşlardır.
Duymamışlar mı?
Üstünde komando urbaları vardı. Hem, belinde kocaman tabancası vardı. Böyle konuşmaya korkmuyor mu bu kara vicdanlı karılar?”
Ak buluttan döşek usul usul grileşiyor, sonra kurşunileşiyor; yumuşaklığını kaybedip sertleşiyordu. Çünkü o tuhaf odanın aşağı yerinde değil, yükseğindeydi.
Yer sıcaktır ama yükseklerde soğuk rüzgarlar dolaşır. Coğrafya dersinden biliyordu; atmosfer yedi kattır. İlk katı canlı yaşama hayat veren gazlardan oluşmaktadır. Din dersinden de biliyordu ki; gök yedi kat yaratılmıştır. Yer de gök gibi yedi kat olarak ayarlanmıştır. İlk kat olan yer kabuğu da göğün ilk katı gibi canlı yaşamın hayat kaynağıdır.
Yeri ve göğü yaratan Allah; göğün yedi kat ötesindeyse cennet dedikleri yer orada olmalı. Âdem babayla Havva ana yeryüzüne cennetten gönderilmediler mi? “Ben ateşten yaratıldım, çamurdan yaratılmışlara secde etmem” deyip yaratanına isyan eden iblis de orada değil miydi eskiden?
Cinleri tam olarak bilmiyordu.
Yeryüzünde onlar da vardı ve insanlara görünmeden dolaşıyorlardı ama nereden geldikleri belli değildi.
Bir de ölümsüz olanlar vardı; mesela Hızır la İlyas gibi. Onlar için ikinci katta yaşıyorlar; gerektiğinde yeryüzüne inip başı dara düşmüş iyi insanlara yardım ediyorlar deniyordu ama bu belgelerle teyit edilmiyordu.
Yerin yedi kat dibi dayanılmaz sıcaklıktaymış. Cehennem denilen yer de orada olmalı. Ölünce günahı çok olanlar dayanılmaz sıcaklıktaki cehenneme gidecek, sevabı çok olanlar cennete gidecek iyi de, eğer cennet göğün yedi kat üstündeyse çok soğuk değil midir?
Çok soğuk yerin çok sıcak yerden güzel olan nesi var?
Şimdi kendisi yüksekte üşürken, anası da alçakta ter duman içinde çorap örerken biri cennete, biri de cehenneme mi yakın oluyordu?
“Ah!” diyordu uyurken, hem de üşümeye başlamışken. “Yere bir inebilsem de başımı güzel anamın sıcacık dizlerine koyup da sıcak sıcak uyuyabilsem!
Baba ocağı da iyi ama ana kucağı gibisi var mı? Kuş tüyü yastık da iyi ama ana dizi gibisi var mı?”
Fen bilgisi dersinden biliyordu; hava kaldırır, yer çeker. Havaya atılan bir taş yere düşer. Dalından kopan bir elma da yere düşer. Havaya üflenen duman uçup göğe gider. Kozasından çıkan pamuk da yere düşmezden önce göğe gider. Boş bulutlar yüksekte, dolu bulutlar da alçakta gezer.
Kararıp ağırlaşmış buluttan döşek, usul usul alçalıp yerdeki hasır örtünün üstüne iniyor; o da bulut döşekten inip anasının yanına gidiyor. Başını dizine koyup hemencik kıvrılıyor. Ana dizi sıcak, toprak yer sıcacık. Üşümesi geçiyor, hem de orada kendine güveni geldiği için korkuları da geçiyor.
Bağdat gibi diyar, ana gibi yar olur mu?
Babası ta Bağdat’ta, anası hemen yanı başında… Yanı başında ama okşayıp başını sevmiyor; oğlum, Osman’ım demiyor; elindeki beş şişe boyuna ilmek değiştirterek yünden çorap örüyor.
Güzel anası bu çorapları kime örüyor?
Kime olacak; tabii ki askerdeki babasına...
“Yalan!” diyor birisi.
O zaman bakıyor ki, karşı duvarın dibinde üç kadın var; üçü de kara çarşaflı. Onlar da kara koyun postu üstüne yan yana oturmuşlar; Osman’la anasına bakıyorlar.
Kara çarşafları yarasa kanadı gibi, yüzleri de yarasa yüzü gibi. Hem de kan emen yarasalara benziyorlar. Sular damlayan ağızları açık, ak dişleri vampir dişi gibi. Belki cadı bile olabilirler. Çünkü onları tanımıyor.
“Babana değil, babana değil…” diyor birisi. “Sana bile değil. Onları İsa papazına örüyor o. Ayakları üşümesin diye.”
Birisi de, “Kınalı Zeki’ye, kınalı Zeki’ye…” diyor. “Zeki babanın arkadaşı mı? Bok arkadaşı! Arkadaş arkadaşın karısına yan gözle bakar mı? Senin neden haberin var? Bir de yanına gidip tayfa olayım sana diyorsun. Akılsız çocuk!”
Kan emici, yarasa ağızlı, yarasa kanadı kara çarşaflı cadı karılar durmadan konuşuyor; o hep susuyor. Çünkü konuşamıyor. Anası da susuyor. Acaba o da mı konuşamıyor?
Keşke babası olsaydı yanlarında!
Nedense babasını anımsayamıyordu. Çok mu olmuştu gideli? O gittiğinde çok mu küçüktü? Nasıl bir adamdı acaba?
Anası; “Çok iyi bir adamdı,” diyor kulağına. “Uzun boyluydu. Geniş omuzluydu. Pazıları taş gibiydi. Kemal gibi sarı saçlı, mavi gözlüydü. Boyun posunla değilse bile saçın gözünle ona benzemişsin…”
Bir büyüse, bir büyüse; büyüse de babası kadar büyük olabilse! Babası kadar olabilse de şu güzelim anasını kara çarşaflı cadı karılardan, öküz başlı sığır adamlardan koruyabilse!
Balıkçı patpatları hep birlikte koparlardı limandan. Dikilip bakar, kaybolup yitene dek seyrederdi onları. Deniz yutuyor muydu bu balıkçı teknelerini? Akşam oluca dönüp geliyorlardı oysa. O zaman kıyamıyor, bunların çoluk çocukları var deyip geri mi veriyordu?
Ne tuhaf!
Hem yutmak istiyor, hem kıyamayıp vazgeçiyor. Denizin bile vicdanı varken bu insanlar neden bu kadar acımasız?
Bir büyüse, bir büyüse de Karadeniz üstünde, turuncu boyalı bir patpat üstünde ve türkülerle olabilse!
Tekne, pat pat ederek, denizi köpürterek gidiyor. Gökyüzü uçuşan, tekneyle yarışan martılarla dolu… Bir alçalıp bir kalkıyorlar, bir dalıp bir çıkıyorlar, hem de sesleriyle kıyametler koparıyorlar. Ve pamuk dilli, insan yüzlü, insan gözlü güzel yunuslar yanlarından geçerken tekneden sarkıtmış çıplak ayaklarına dokunuyorlar…
“Yapma Ramo, dedim. Vazgeç bu akıldan dedim. Bizim orada kimimiz var dedim. Bak, Osman daha küçücük, dedim…”
“Ana, ben Bulgaristan’da mı doğdum? Nüfus kağıdımda Sevindik Köyü yazıyor ama.”
“Orada ne yer ne içeriz? İşimiz yok, paramız turamız yok; nasıl geçiniriz dedim. Kaldırmış bir kere başını. Hristo dedi ona; gitme Ramo, askerlik işini hallederiz. Birkaç zaman saklan sen gene. Bir zaman daha kaçak yaşa. Her şeyi hallederiz. Senin baban inat bir adamdı Osman’ım. Olmaz dedi, gideceğim deyip iki biçildi. İstersen sen gelme dedi bana. Karnımı gösterdim o zaman, davul gibi şiş karnımı. Osman ne olacak dedim. Osman da kim dedi. Sen git ben kalayım öyle mi? Osman da babasız büyüsün öyle mi? Ben ele güne ne derim? Babasız Osman’a piç dediklerinde ne cevap verecek dedim Arkadaşları aşağıladığında, aralarına katıp arkadaşlık yapmadıklarında…”
“Ben karnında mıydım senin? Osman daha küçücük demişsin hani? Ben gidiyorum, sen kal mı dedi sana? Hani iyi bir adamdı babam?”
“Bindik kara bir trene. Tren Karadeniz üstünde, biz de hayvan vagonu içinde. Askerler yakaladı bizi. Götürüp tahta bir kulübeye kapadılar. Sonra kaçtık. Kostov yardım etti. Kostov kim mi? O dondurmacı Süleyman’ın arkadaşı. Süleyman da mı kim? O senin deden. Onu hiç görmedin mi?”
“Hangi dedem?”
“Benim babam o. Şimdi Sofya’da.”
“Senin baban Liman Köyde değil mi? Yani kör Şaban. Benim kaç tane dedem var?”
“Denizde yüzdük yunuslar gibi. Yedi saat. Yedi saat sonra bu köye çıktık. Çıktığımızda sudan çıkmış balık gibiydik. Zor soluyorduk. Sürüne sürüne samanlığa girip saklandık. Ama görmüşler. Askerlere yakalandık. Karakola götürülüp sorgulandık…”
“Bunu bilmiyordum. Yani Bulgaristan’dan kaçıp geldiğinizi…”
“İki öküz verdiler bize. Biraz tarla verdiler. Bir miktar da para verip bununla da ev yapın, pulluk, tırmık alın; ekin, biçin dediler. Ben şehir kızıydım; ne bilirim ekip biçmeyi? Baban köylüydü ama o da bilmezdi. Çiftçilik yapmamış ki hiç! Tunayı yüzüp gider, Tuna’dan yüzüp gelir; getirdiklerini de Sofya’da satardı.”
“Babam kaçakçı mıydı?”
“Karşılıksız kim kime ne verir? Günahını bile vermez. Biz sana öküz verdik, tarla verdik, para verdik demişler bir gün. Hem Türkçe biliyorsun, hem de Bulgarca biliyorsun demişler. Hem Bulgaristan’ı, Romanyayı, Polonyayı biliyorsun, hem de…
Türkiyeyi henüz bilmiyorsun ama biz öğretiriz, demişler. Bizimle çalışacaksın, memleket hizmeti yapacaksın demişler. Hem de maaş alacakmış…”
“Babam mı anlattı bunları?”
“Ajan biri hiç kimseye hiçbir şey anlatmaz. Karısına bile…”
“Babamı hafiye mi yapmışlar?”
“Rusya’da yakalanmış, hapse atmışlar. Beş sene hücrede yatmış. Sonra dayanamayıp kaçmaya kalkmış. Kaçarken vurmuşlar…”
“Yalan,” diyor, birisi. Bu, kadın değil bir erkek sesi…
Üç kara çarşaflı kadından sonra beş de erkek kişi, ne zaman gelmişlerse onlar da bu daracık odanın içindeler. Birisi kınalı Zeki’ye, birisi komünist öğretmene, birisi avukat Selami’ye, birisi polis müdürüne, birisi de sivil giyimli ama Yüzbaşı Derviş Beye benziyor.
Derviş Bey;
“Yalan,” diyor. “külliyen yalan. Baban Bulgaristan’dan gelmedi ki! O, doğma büyüme buralı. Devlet ona öküz vermedi, tarla vermedi, para vermedi. Gel bize ajan ol da demedi.”
“O, uçkuruna düşkün biriydi,” diyor, öküz başlı polis müdürü. “Namussuz adamın biri… Her gün sınırı geçip şu karşıki Rezvena köyüne gidiyordu. Doğrudur, iyi bir yüzücüydü. Rezveyi yüzerek geçiyordu. Orada bir Bulgar karısını dost tutmuş kendisine. Karı evliymiş hem. Şikayet etmişler; askerler de tutup kurşuna dizmişler.”
Ölmüş mü?
“Ölmemiş.” diyor, teke başlı yüzbaşı. “Öldü sanıp bırakmışlar ama ölmemiş. Bir Bulgar babısı evine alıp bakmış ona. İyileşince Ukrayna’ya kaçmış.”
Neden buraya gelmemiş ki? Burası çok yakın. Hem de karısı var, çocuğu var burada.
“Yaramaz adam da ondan…” diyor Koç başlı kınalı Selim. “Sütü bozuk bir adam… Öyle bilmezdim ben onu. Bilseydim arkadaş olur muydum hiç?”
Yanına gitsem beni balıkçı tayfası almaz mısın?
“Almam ulan! Haram peşinde gezen bir adamın oğlundan hayır gelir mi insana?”
İsa öğretmen;
“Gelmez.” diyor. “Ben de adam bilmiştim onu ama değilmiş. Oğlun Osman’ı okula ben yerleştireceğim, okuyup adam olmasına ben önayak olacağım dedim ama iyi ki etmemişim.”
Sabah ata binip gitmişti. Kırklareli’nde seni bulup beni yurda yerleştirecek, ortaokula kayıt ettirecekti. Ettirmedi mi?
“Kim?”
Kim olacak, babam tabii.
“Güldürme insanı Osman! Senin baban yok ki! O, kaç sene önce öldü.”
Ölmedi! Daha bu sabah evdeydi. Atı eyerledi, erkenden gitti. Giderken de tembih etti; öküzleri salmaya götür dedi.
Götürmedim mi?
Götürdüm. Sonra gidip yozu bul dedi bana. Ceylanı gör bakalım, kurtlar yemiş mi yememiş mi, dedi. Ama gitmedim. Yozu bulup ceylanı görmedim. Ama kurt yememiştir. Yanına verirken çakal aygıra iyice tembihlemiştim. Çakal aygır onu korur.
Öküzleri salıp arkadaşları aradım. Onların öküzleri de oradaydı. Beylik çayırında. Arkadaşlar yoktu. Oyun oynayacaktık ama onları da bulamadım. Öküzler her gün salmada ama onları kurt yemiyor. Kırlar tavşan doluyken, sıçan doluyken ceylan tayımı niye yesinler? Onlar kuzu bile yemiyor artık. Hızır İlyas onları dost etti…
İki güzel öküzü arabaya koştular. Babası yedekledi, anasıyla Osman da arabaya bindiler. Arabada döşekler, yorganlar, çuvallar dolusu saman ve kuru ot vardı. Tencere, tava, çaydanlık, tepsi, tabak, kaşık, bıçak gibi şeyler, bir sepet üzüm, bir sepet domates, biber, soğan, kuru fasulye, sıvı yağ, tahin helvası, pancar pekmezi, altı hamurlu köy ekmeği ve daha birçok nevale vardı.
Gittiler, gittiler, gittiler...
Gidedururken bir düzlükte durdular. Velikolar da vardı. Babası, anası, kız kardeşi, iki abisi ve amcasıyla onun aile eşrafı da vardı. Üç aile birlikteydiler.
Öküzleri koyuverdiler. Orası sınır boyundaki yedi numaralı taş yanıydı. Makta için gitmişlerdi. Yedi numaralı taşın yanı uzak bir yerdi. Sabah kalkıp gitmek, akşam çıkıp gelmek mümkün olmadığı için yatıda kalacaklardı.
Böyle uzak maktaya gittiklerinde en az yirmi gün kalırlardı.
Orman içindeki alan yerde durup öküzleri saldıklarında ikindi vaktiydi. Babası, ak gözlü öküzün boynuna ormanda kaybolmasın diye keçi zili taktı.
Yakın zamanda akşam olacaktı. Yan yana durup göğe doğru boy atmış üç koca kayının dibine derme çatma bir kulübe yaptılar. Naylon brandaları olmadığı için üzerini eğrelti otuyla kapladılar. Velikolar da, onun amcaları da onlarınkine benzer kulübeler yaptılar. Kulübelerin yanlarını da altını da eğrelti otuyla döşediler. Sonra yatakları, yorganları getirip serdiler.
Yatacak yerleri hazır edince mekan önlerine koca koca ateşler yaktılar. Sonra karanlık oldu. Anası Asiye, ateşte kuru fasulye pişirmişti; ateş ışığında yemek yiyip doyundular. Sonra şimşekler çakmağa, gök gürlemeye başladı. Oysa gündüzden hava açıktı. Her yer günlük güneşlikti. Birden yağmur yağmaya başladı. Büyük kütükler getirip ateşi şişirdiler.
Hepsi dayama kulübenin altında ateşe karşı oturuyorlardı. Orman karanlıktı. Issızdı. Uzaklardan kurt ulumaları geliyordu. Çay demleyip içtiler. Hep konuşuyorlardı. Osman’ın babası konuşuyor, anası konuşuyor, Veli’nin babası, anası, Seyfi amca da, onun karısı Melahat yenge de konuşuyorlardı.
Bu seferki tomruk işi değildi. Enkaza gelmişlerdi. Dibinde kurumuş olanları, yıldırım kırıklarını kesip satmak için odun yapacaklardı.
Sabah olunca üç adam, keskin baltalarını kollarına takıp keşfe çıkacaklar; nerede bir dikme kuru, nerede yıldırım veya buz kırığı vardır diye gezip arayacaklardı. Üç kadın da mekanları derleyip toplayacak, çocuklar da öküzleri otlatacaklardı.
Öküzler her koşulda otlayacak tamam da yağmur kesilmezse keşif işi yatabilirdi. Babalar ve analar bunları konuşuyor, çocuklar da onları dinliyorlardı.
Yağmur yağmasaydı karanlık içlerinde ateş çakan böceği kovalayıp gece oyunu oynarlardı ama yağmur yüzünden ateşin başında hapis kalmışlardı.
Yağmur, zaman ilerledikçe hızlandı. Dineceği filan da yok. Eğrelti otlarının da suyu tutacağı yok; derken de kulübe akmaya başladı.
Osman, üşüyordu. Yorganın altına girip büzüştü.
Gece kuşu ötüyordu. Ötmekten çok yırtınıyordu. Yüksek ağaç dallarında sincaplar geziniyordu. Görünmüyorlardı ama çıkardıkları çıtırtılı sesler işitiliyordu. Kurtlar uluyordu. Sesler çok yakındaymış gibi geliyordu. Hemen ötede, kırmızı topraklı yol boyundaki mısır tarlasının yanındaydılar sanki.
O mısır tarlası kimin ki bu koca ormanın içinde?
İleride bir köy var; ezan sesi duymuştu akşam olduğunda.
Sınır boyundaki o köyün adı ne?
Domuzlar yemiyor mu bu mısırları?
Sahibi bekliyordur.
Beklerken kurtlardan korkmuyor mu?
Osman, çok korkuyor. Kurtlar çok yaklaştı. Sanki yakınlarına geldiler, sesler öyle işitiliyor. Yorgan altında büzüşmüş onları dinliyor. Her yer zifiri karanlık. Yağmur durmadan yağıyor. Eğrelti örtülü mekan su tutmuyor. Akıyor. İçi dışarısı gibi…
Naylon brandaları olsaydı saklanmazlardı. Babasına kızmıyor ama. Parası olsaydı hiç almaz mı? Fukaraydı ki ne gelir elinden...
Ateş yanıyor, kızıl korlarla buluşabilen yağmur damlaları eriyip buhar olurken cozurtulu sesler çıkarıyor. Bir gece kuşu ötüyor, sesi insan sesi gibi. Belki başı dibindeki kayın ağacının tepesinde ama ona uzaktaymış gibi geliyor. Peşi peşine çakan şimşekler, düşen yıldırımlar ve orman uğulduyor. Yağmur döşenmiş de döşenmiş…
“Yandık yandık,” diyor Ramazan Osmanoğlu. “Hey be mübarek! Durdun durdun da bizi mi bekledin? Bu gece daha sabredemez miydin? Ya da gündüz yağsaydın da kalkıp gelmeseydik. Eğrelti otu su mu keser? Ulan aptal kafa, ulan sakak kafa! Muşamba alalım dedim de bırak şimdi muşambayı dedin. Şeker miyiz biz, yaz gününde erimeyip dedin.”
Karısı asiye’ye kızdığı belliydi.
“Erir miyiz, erimez miyiz gör şimdi! Gör babanın gününü. Sen, sen, sen… Nerede, başka çul yok mu? Çek üstümüze. Bu yorgan da çok ağır oldu. Uş anam uş! Yağmur içimize işledi.”
Asiye;
“İşledi ya! Hem de ne işledi!” diyor.
“Ekmekleri ne yaptın?”
“Orada, köşede.”
“Osman ne durumda?”
“Orada, yorganın altında…”
“Salak karı! Salak kafalı karı!”
“Bana bağırıp durma hem. Sanki yağmuru ben yağdırmışım gibi… Kapa o koca ağzını da kalk da bak, ateş sönmesin. Öküzlere de bak. Kurtların sesi de kesildi, ulumuyorlar…”
Kurtlar neden susmuştu acaba? Onlar da mı üşüyor? Neden inlerine girip yatmıyorlar ki? Aç karnına uyku mu tutmuyor? Yusufçuk nerede acaba?
Yorganın altına büzüşmüş; anasıyla babasının çekişen konuşmalarını, kesilen kurt ulumalarını, ötmeyen gece kuşlarını, dallarda gezinmeyen sincapları, yağmura direnen ateşin sesini dinliyordu.
Dalları yapraklarıyla, çatakları yamaçlarıyla bütün orman delice bir uğultunun içindeydi.
Çok uzaklardan gelen iki ses duyuyor o zaman.
Biri; “buldun muuu” diyor, öteki; yoook.” diyor.
Yusufçuk hep yalvarıyor. Hali yürekler acısı. Bin yıldır aynı durumda. Gözlerinde fer kalmamış ağlamaktan. Dili damağı kurumuş yalvarmaktan. Hem de yavuklusunu çok özlemiş; hasretinden yanıp kavruluyor.
“Hey Allah’ım! Hey büyük Allah’ım. Bana iki kanat tak da kuş olup uçayım. Kaç yıllar oldu, uçup da Gülbahar’a varayım.
Arkadaşı Veli de yalvarıyor; “bir çift kanat ver de kuş olup uçayım…”
Nasıl kuştur bunlar?
Masalcı dede, pala bıyıklarını sıvazlarken küçük gözlerini fıldır fıldır oynatıyor. Ağzındaki ince dudaklarında kaçak tütünden kıyılmış sarma sigarası var. Ateşten iğsi alıp kızaran ucuyla sigarasını yakarken “Ben Yusufçuk kuşunu gördüm. “diyor, etrafını sarmış çocuklara. “Yüzü tıpkı insan yüzüne benziyordu. Ağzı, burnu, kulakları… Gözleri, tıpkı yalvarırca bakan, ağlamaksı insan gözleri gibiydi. Bana hayvanlarını soruyor gibi bakıyordu fukara. Gördün mü der gibi. Görmedin mi dedem, der gibi. Kaybettiğim sığırlarımı görmedin mi? Kimsecikler görmemiş mi? Görmedim be Yusuf’um diyorum ben de. Sanki dilimden anlıyor. Görsem söylemem mi? Görseler söylemezler mi? Hem nasıl görsünler, sınırı geçip öteye gitmiş onlar. Bulgar onları tutmuş, başlarına yular takıp Belene kampına götürmüş. Sana söylemediler mi?”
Muşmulalar, yaban elmaları, fındıklar var. Elmalar sarı ve kokulu, kırmızı yanaklı ve tatlı sulu. Hep olmuşlar. Muşmulalar iri iri; hep olmuşlar. Bir çuval muşmula, yarım çuval fındık, iki çuval da elma topluyorlar. Toplarken hep koşuyor, hep yarışıyorlar. Bu muşmula benim, bu elma benim, bu fındık altı benim…
Fındıklar sararıp altlarına dökülmüşler. Muşmula ağaçlarının dikenleri ellerini deliyor, çiziyor. Kan içinde kalmış elleri sızlıyor. Domuzlar yere dökülen elmaları yer ama demek ki buraya gelmemişler.
Mekanlara yakın bir yerde öküz otlatırken alana taşlar dizip içine ateş yakıyorlar. Boş konserve kutularına elma doldurup kor üstünde kaynatarak yemek pişirme oyunu oynuyorlar. Elma yemeklerinin buharları havaya uçuşurken her yeri ekşi elma kokusu sarıyor. Ekşi koku genizleri yakıyor…
Koca bir el bıçkısı var. Bir ucundaki sapından babası, diğer sapından da anası tutmuş. Koca bıçkıyı bir babası, bir anası; sıra sıra kendine doğru çekiyorlar. Osman da bir tümseğe oturmuş onları seyreyliyor.
Asiye anası ne güzel bir kadın…
Ramazan babası ne iyi bir adam…
Onlar ne iyi insanlar.,,
Ormanda ne de çok sarıca arı var. Bir konup bir uçuyorlar.
Bir beriki, bir öteki çeke çeke el bıçkısıyla kalın ve yuvarlak bir kayın ağacından dört tane tekerlek kesiyorlar. Babası onları orta merkezlerinden burguyla delip önceden hazır ettiği arabanın dingillerine takıyor.
Babası ona araba yaptığı için çok seviniyor.
O hemen üstüne binip yamaç aşağı gidiyor. Tekerlekleri katranla yağlı olduğu için arabası yağ gibi gidiyor. Ama nereye gittiğini bilmeden gidiyor.
Bir de bakıyor ki, bir sarıca arının peşine düşmüş. Arı önde, o arkada yedi gün yedi gece gidiyorlar. Yedi dağ aşıp yedi dereden geçiyorlar. Yedi pınardan su içip yedi göl başında yemek yiyorlar. Yemek yedikten sonra canı bal çekiyor çok. Yine gidiyorlar. Sonra sarıca arı bir yerde duruyor. Osman da duruyor. Bakıyor ki orada bir sürü öküz, bir sürü de araba var. Mekanlar kurulmuş. Kulübelerin üstleri eğrelti otuyla örtülmüş. Ateşler var, hep yanıyorlar. İnsanlar ateşler başında toplanmış konserve kutularıyla elma pişiriyorlar. Her yer ekşi elma yemeği kokuyor.
Sarıca arı, yerdeki bir deliğe giriyor. Herkes koşup geliyor ve delik etrafında halka olup toplanıyorlar. Bir gürültüdür kopuyor. Herkes konuşuyor, her ağızdan bir ses çıkıyor.
Deliğin yanı kovan sepeti ağzı gibi birden doluyor, sonra hemen dağılıyorlar. Biraz sonra tekrar geliyorlar; ellerinde kazmalar, kürekler, küsküler. Sık elden deliği kazmaya başlıyorlar. Kazıyorlar, kazıyorlar, kazıyorlar. Sonra yoruluyorlar. Hepsi terlemiş, hepsinin yüzleri kıpkırmızı.
Kazmaları, kürekleri yere bırakıp elleri bellerinde dinleniyorlar. Sonra kazmaları alıp tekrar kazıyorlar. Derken akşam oluyor. Terletmişler, kızarmışlar, yorulmuşlar.
Mekanları girip yatıyorlar. Hep uyuyorlar, hiç solumadan.
Sabah olunca kalkıyorlar; ellerinde yine kazmalar, kürekler; yine kazıyorlar.
Öküzler, mandalar ve atlar geçip yakınlara oturmuşlar arı kovanına çomak sokan insanları seyrediyorlar. Hem de komik bir şey görmüş de ona bakarmış gibi bakan gözlerle. Hem de bacak bacak üstüne atmışlar tespih çekip sakız çiğniyorlar.
Osman, onlara çok gülüyor.
Etrafta çok da köpek var. Onlar da bir araya toplanmışlar; iskambil oynayan sarı tilkiyle karabaş köpeği seyrediyorlar.
Hepsinin ağzında puro var ama purolar yanmıyor. Onlara da çok gülüyor.
Tam o sırada kara bir ayı yerleri sarsarak geliyor. “Çekilin,” diyor yorgun insanlara. “Çekilin!” Bütün insanlar çekiliyor. Çok yorulmuşlar; ellerindeki kazmalar yere düşüyor.
Ayı, hemen deliğin başına gelip duruyor. Elini sokup bir petek bal alıyor. Petekten sızan altın sarısı bal şıp şıp yere damlıyor.
Sonra başını çevirip insanlara bakıyor.
İnsanlar hep yorgun. Hepsi zayıf. Açlıktan karınları içlerine kaçmış. Yüz derileri çarıklaşmış. Nasırlı elleri kırış buruş. Çocuklar sefil. Sarıca arı balı yiyemezlerse hep ölecekler.
Kara ayı, hep onlara bakıyor. Yarım saat, bir saat, akşama kadar bakıyor. Bal peteği hep elinde, kendisi de yemiyor. Parmakları arasından sızan bal damlaları tüylü ayaklarının ucuna düşerken bir sefil insanlara, bir elindeki bala bakıp duruyor. Sonra akşam oluyor. Elindeki ballı peteği usulca yere bırakıyor. “Gelin,” diyor onlara. “ne duruyorsunuz, hadi gelin. Bu sizin…” Ölgün, bitkin insanlar birden kıpırdıyor. Hepsi birer canavara dönüşüp bala saldırıyorlar. Bir öbek canavar. Bağrışıyorlar, çekişiyorlar, dövüşüyorlar. Sonra bal bitiyor, her şey bitiyor. Ağızlarını yalaya yalaya kulübelerine gidiyorlar. Ayı, orada kalakalıp tozlar içinde yuvarlanırken inliyor; “vay başım, vay gözüm, vay kolum, vay bacağım…”
Yorgan çok ıslandı. İçi dışı su… Çok da ağır… Islak yorganın altında büzüldükçe büzülüyordu Osman. Çok da üşüyordu. Hem de korkuyordu. Kurtlar ulumuyorlardı artık. Burunlarıyla bir yeri, bir havayı kokluyorlardı. Hepsi bozkurtlar. Tüyleri eski püskü, kuyrukları uzun. Hepsi sivri kulaklı… Kırmızı gözleri karanlıkta bile görüyor. Dilleri açık ağızlarından sarkmış, beyaz dişlerini göstererek, salyalar akıta akıta geliyorlar. Ürkek adımlarla kayın ağaçları arasındaki ağaç arabaların, eğretiden mekanların çevresinde dönüşüyorlar. Ateşler yandığı için fazla yaklaşamıyorlar. Sönsün diye bekliyorlar. Osman, çok korkuyor. Ateşler sönünce ve herkes uykudayken öküzleri tutup yiyecekler. Bağırması lazım, babasına duyurması lazım ama bağıramıyor…
Çok çalıştılar, çok enkaz toplayıp mısır tarlasının beri yanına ikişer tane rampa yaptılar. Arada yaş da kesip kuru odunlar arasına saklıyorlardı. Yaş odun kesmek yasak. Alenen hırsızlık yapıyorlardı.
Yeşil urbalı bir ormancı kırmızı topraklı yolu tozutarak geldi. Odun rampalarının başına gelince atın başını çekti. Çeker çekmez de fırlayıp yere atladı. Kara saçlı, kara sakallı ormancı çok şevikti. Belinde de kara bir tabancası vardı.
“Kimin bu rampa?” diye bağırdı.
Osman, çok korktu.
Kimin bu odunlar?”
Osman, dilini yutmuş gibi olup konuşamadı.
Ormancı, tekrar sordu.
Osman;
“Bizim.” dedi, kısık bir sesle.
“Siz kimsiniz?”
Osman, cevap veremedi.
Ormancı;
“Senin adın ne bakalım?” dedi.
Osman;
“Osman.” dedi.
“Baban nerede bakalım?”
Gene çok korktu.
Anası, deyip duruyordu babasına: “Yaş kesen baş keser Ramazan! Günah. Çok enkaz bulduk, yetmez mi? Çalıntı maldan hayır gelmez. Hırsızlıktan kazanılan paranın bereketi olmaz. Yakalanırsak çıtamız yanar. Batak çeşmedeki tarla kenarından dikenleri kesince ormancı gelip ormandan yer açtın diye zabıt tutmadı mı? Yirmi gün mahpusta yatmadın mı? Af çıkmasaydı ne kadar yatacağın belli değildi. Orman kanunu hiçbir şeye benzemez.”
Anasının dediği mi çıkmıştı? Yakalanmışlar mıydı?
“Onlar mekanda,” dedi, usulca.
Acaba demese miydi?
Deseydi;
“Onlar yok. Gittiler. Bugün gelmezler.”
Yalan söylemesini bilmiyordu ki!
Ormancı;
“Çabuk çağır gelsinler.” dedi.
Anasıyla babası koşup geldiler. Onlar da çok korkuyorlardı. Korktukları her hallerinden belli oluyordu. Eğilip büzülüyorlar, ormancıya yalvaran gözlerle bakıyorlardı.
“Bu rampa sizin mi?”
Babası;
“Bizim.” diyor.
“Üç kağıtçılar sizi! Bize bari yapmayın be! Rampanın içi yaş odun dolu. Devlet size enkaz veriyor; toplayıp satın diyor, siz ne yapıyorsunuz? Yaş odun kesiyorsunuz. Zabıt tuttum, mahkemeye vereceğim sizi. Babanızız da aldım.”
Osman’ın babası yalvarıyor;
“Yapma beyim,” diyor. “Biz ölürüz. Ocağımız söner.”
“Yalvarma boşuna, vereceğim. Baltanızı aldım.”
“Etme beyim. Devlet öyle bir kanun yapmış ki; insan kesen elini kolunu sallaya sallaya gezer de ağaç kesen… Bizim ocağımız söner.”
Osman’ın anası ormancının ellerine sarılıyor. Yalvarıyor. Ormancı o zaman yumuşuyor. Yüzünü orospu yüzü gibi yapıp orospu orospu gülümsüyor;
“Tamam,” diyor. “affettim sizi. Ama sen buna dua et.” diye de ekliyor.
“Sağ ol memur bey,” diyor Ramazan. “Allah senden razı olsun…”
Ormancı;
“Hadi hadi, yaltaklanma.” diyor. “Al baltanı da sıvış buradan. Biz şu alçağa gidelim de bu güzel kadın borcunuzu ödesin bana. Hadi, bas git. İstersen bütün ormanı kes artık…”
Yağmur geceyi sardı. Kara bulutlar yerlere kadar çökmüştü. Çok karanlıktı. Derelere sel yürümüş, artık onlar da uğulduyordu.
Osman’ın bütün bedeni uyuşmuştu. Su olmuş yorganın altındaydı ama hiç üşümüyordu artık. Ateş söndüm sönecek gibiydi. Babası az ışılayan ateşin başına kökmüş sigara içiyordu. Hem de elinde tuttuğu fındık sopasıyla usul usul ateşi dürteliyordu.
Yağmur çok olunca bağladıkları öküzleri salmışlardı. Boşa çıkar çıkmaz çok yapraklı sık ballıcalığın içine gidip sığınmışlardı. Masal kuşu ötmüyordu artık. Yusufçuk da ötmüyordu. Çünkü çok geç olmuştu. Sonra babası da ıslak yorganın altına girip yattı. Hemen de uyudu. Sonra ateş iyice söndü…
Osman, uyurken birbirine karışan sesler duyuyor. Bunlar bağırtılı sesler. “Kalk macır kalk! Öküzler gitti!” Ses, Hazreti Ali’nin çatal kılıcı gibi ormanı yarıyor. Bu sesi tanıyor; bu, babası Ramazan’ın sesi. “Gitti öküzler, gitti…”
Ballıca çalılığı içinde bir gürültüdür kopuyor. Nallı ayak sesleri, gerilip boşalan dal sesleri, birbirine çarpan yaprak sesleri...
Sonra peşinden koşan baba insanların ayak sesleri... Sonra yırtınan kadınların ince sesleri...
Kurtlar saldırmış. Öküzler kaçıyor, onlar kovalıyor. Koşarak ballıca çalılığından çıkıp açık alana giriyorlar. Alanın ötesi derin bir dere. Öküzlerden birini derenin uçurumundan düşürecekler; ötekiler kaçadururken düşürdüklerinin başına üşüşüp dişleyecekler…
Ağustos/1986-Sevindik Köyü
ÖLÜM UYKUSU
Babalar, koşup öküzleri kovalayan kurtların peşlerinden gitti ama o da gitmeliydi. Fırlayıp yattığı yerden kalkıyor. Kalktığı gibi de gözleri kamaşıyor. Vakit gece değil, güpegündüz. Gözlerini yumup ovuşturuyor. Sonra tekrar açıyor. Vakit gece değil, güpegündüz. Ayılmaya, açılmaya uğraşırken aval aval bakınıyor. Burası yedi numaralı sınır taşı yanı değil. Orman içi değil. Yüksekçe bir yer ve kızılcık kümesi altında gölgelik bir yer. O sırada serin bir yel ince ince yüzünü yalıyor. Bakıyor; önü kumsal ve deniz. Günlük güneşlik sıcak bir hava, yağmur da yağmıyor. Her yer pırıl pırıl…
Kendine gelmeye çalışıyor ama içinin titremesi dinmek bilmiyor. “Öküzler…” diyor içinden. “Öküzlere kurt saldırdı…” İçi titrerken koşmaya başlıyor. Tepe yerden yılmalanıyor, küçük gölle deniz arasındaki yoldan geçip karşı tepeye tırmanıyor. Harmanlık yanından geçip bağlar yoluna giriyor. Koşarken yol tozuyor. Yol boyunca birbirlerine sarılıp uzamış böğürtlen kümeleri hep toz içinde. Üzümler hep olmuş; sarı, siyah, kırmızı üzümlü salkımları asma çubukları zor tartıyor. Bağ içleri meyve ağacıyla dolu; dutlar, elmalar, armutlar, ayvalar, bardak erikleri, cevizler, ayvalar…
Sepetler ellerinde üzüm toplayan kadınlar, kızlar görüyor. O, hep koşuyor. Arada soluklanıp gene koşuyor.
Bağları geçince dede bayırına varıyor. Tepeden Beylik Çayırı görünüyor. Otlar hep kurumuş ama çayır yemyeşil. Bakıyor; bir sürü hayvan, yayılmış, yeşil çayırda otluyorlar. O zaman içi biraz rahatlıyor. Azıcık oturup dinleniyor. Koşarken çok yorulmuş. Dinlenirken düşünüyor. Uyurken gördükleri film şeridi gibi gözleri önünden geçiyor. Ne rüyaymış, diyor içinden. Kâbus gibi…
Çayırda bir sürü hayvan var ama acaba kendi öküzleri orada mı? Ayrılıp gittilerse! Zilli öküze hiç güvenmiyor çünkü. Ayrılıp tek başına gittiyse de tek savunmasız öküzün peşine bozkurt düştüyse!
Kalkıp gene koşmaya başlıyor. Dede Bayırından inip Beylik Çayırına vardığında iki öküzün de orada olduğunu görünce iyice rahatlıyor. Rüyaların tersi çıkarmış, diyor içinden. Öküzler arasından geçip çayır içindeki ulu kavağın yanına gidiyor. Eğilip dibindeki kaynaktan su içiyor. Elini, yüzünü yıkadıktan sonra ağacının kalın gövdesine sırtını verip oturuyor.
Ağacın dalları çok geniş ve çok yüksek; yel vurdukça yaprakları titreşip hem parıldıyor, hem de rahatlatıcı, hoş sesler çıkarıyordu. Otururken düşünüyordu. Düşünürken geriye dönüp hep rüyanın içine gidiyordu.
“Ne rüya ama! Kâbus gibi bir rüya…”
Sabah götürüp öküzlerini saldığında hayvanları oradaydı ama arkadaşları yoktu. Oysa her sabah bekliyor olurlardı. Denize mi, dereye mi, köye mi; her nereye gideceklerse orada buluşup birlikte gidiyorlardı. Arkadaşlarını bulamayınca dönüp köye gelmişti. Aramıştı ama köyde yoktular. Sonra kumsala gitmişti. Orada yoktular. Limandaki balıkçı barınakları tarafına bakınmış; bulamamıştı. Dereye balık tutmaya gitmişlerdir, diye düşünmüştü ama orası çok uzak, diye üşenmişti. Anası bahçedeydi. Bahçede olmuş nohutları yolma işi vardı. “Öküzleri salmaya bırakınca gelip yardım et.” demişti ama canı çalışmak istemediği için onun yanına da gitmemişti. Sonra tepedeki tek ağaca sırtını verip seyre koyulmuştu.
Dalgasız Karadeniz çarşaf gibiydi bugün. Martılar boyuna uçuşuyor, boyuna çığrışıyorlardı. Hemen karşı tepenin üstünde Rezovo isimli Bulgar köyü vardı. Köyün denize bakan tarafı taşlık ve yarlıktı. İki adım uzaklıktaydı ama o köye hiç gitmemişti. Acaba Bulgar köyü nasıl olur, diye çok merak ediyordu. Karşıdan bakıldığında kendi köylerine göre daha bakımlı, daha güzelmiş gibi görünüyordu. Bulgar insanları nasıl giyiniyor, çocuklar ne biçim oyunlar oynuyor diye merak ediyordu. Dürbünü olsa seyredecekti ama yoktu.
Açıklarda, suya bir dalıp bir çıkan nesneler görüyordu. Biliyordu; onlar yunus balıklarıydı ama dürbünü olmadığı için onları da seyredemiyordu. Çok daha açıklarda nokta gibi görülen balıkçı tekneleri vardı. Balıkçı olmayı çok istiyordu ama babası onu okutacakmış. Sabah erkenden kalkıp atına binmiş; ver elini İğneada demişti. Oradan vilayete gidip İsa öğretmenle buluşacaklar; hem okula, hem de yurda kaydını yaptıracaklardı.
“Olsun, okumak en iyisi.” diyordu. “Balıkçı olup da ne olacak? Balıkçılıktan kaç kişi adam oldu? Cana kıyanın iki yakası bir araya gelir mi? Oduncu olup da ne olacak; odunculuktan kaç kişi adam oldu? Yaş kesen baş kesmiş olmaz mı? Köyde kalsa ne olacak; azıcık tarla kimi adam etti? Herkes fakir, fukara; en iyisi gidip okumak…”
Böyle dört bir yanı seyreylerken, hem de düşler içinde gezinirken nasıl olduysa bilmiyor; oracıkta uyuya kalmıştı…
Öküzler çayırdaydı. Babası vilayette, anası bahçedeydi. Arkadaşları yoktu; hangi cehenneme gitmişlerse!
Ceylan geldi aklına. Gördüğü bu rüya, ne berbat bir rüyaydı. Rüyaların tersi çıkarmış; öyle bir kaide mi var? Bunun bilimsel bir yanı var mı? Yok. Çünkü rüyaların ne olduğunu, ne olmadığını bilen hiç kimse yok. Kimine göre şuuraltının uykuya yansımasıymış. Var mı kanıtı? Yok. Kendi şuuraltında böyle düşünceler yoktu ki! Tamam, bazı yaşanmışlıklar vardı geçmişte. Bazıları yaşanmıştır diye rüyalarda görülenler gelecekte yaşanacak olan şeyler olabilir mi? Var mı böyle bir şey? Yok. “Bir ruh, birçok beden,” diyenler vardı bir de. İslam âlimleri de, “Allah önce ruhları, sonra bedenleri yarattı” diyorlardı. Nerden biliyorlarsa! Eğer ki öyle ise ruh-beden ilişkisi doğru olamaz mı? Beden ölünce toprağa gömülüyor. Kimileri yakıyormuş, olsun. Peki, beden toprak oluyor da ruha ne oluyor? “Artık işim bitti,” deyip göğün yedi kat üstüne mi gidiyor?
Her gün binlerce yeni bebek doğuyor. Bu da binlerce beden demektir. Allah, her gün binlerce ruh mu yaratıyor? Neden uğraşsın ki? Belki de bedeni ölmüş bir ruhu bu yeni bedene üfürüyor. Olamaz mı? Eğer öyle ise bu ruh, eski bedeninde yaşarken görüp geçirdiklerini hatırlıyor olamaz mı? Üüf, çok karışık!
Rüyasındaki kurtlar gerçekteki öküzlere saldırmamıştı ama sakın ola ceylana saldırmış olmasınlar! Yozu bulup ceylanı görmeliydi. Hem özlemişti de. Kalkıp bir yöne doğru yürümeye başladı. Nereye gideceğini, nerede arayacağını bilmiyordu. Yürüye yürüye ayakları onu kırkayalık düzüne götürdü. At sürüsü oradaydı; şaşırıp kaldı. Sanki nerde olduklarını biliyormuş gibi dosdoğru oraya gitmişti. Adına his dedikleri altıncı duyu bu muydu acaba? Buna inanıyordu bak. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama oluyordu işte. Böyle tesadüfler yaşadığı çok olmuştu.
Mesela, yaz günlerinde çapa kazmaya, orak biçmeye veya öküz gütmeye gittiklerinde sabahtan akşama kadar kırlarda kalıyorlardı. O zaman yavuklusu Ayşe Nur’u çok özlüyordu. Ona sevda diyordu. Özlemek sevda çekmektir, diyordu. Sevda çekmek zordu. Çok zor. Onu görmeden duramıyordu. Akşam bir olsa da bir görsem, diye yanıp tutuşuyordu. Hemen köy içine inecek, cami duvarı dibine dikilecek; Ayşe Nur suya giderken oradan geçecek, o da görecek.
Ayşe Nur da seviyordu onu. Nerden mi biliyordu? Öyle hissediyordu. Hani his denilen bir şey vardı ya. Yüz yüze gelip hiç konuşmamışlar, isteşmekten hiç konu açmamışlardı ama her gördüğünde yüzüne bakıp gülümsüyordu da ondan biliyordu.
Bazen kır işinden geç dönüyorlardı. Döndüklerinde karanlık basmış oluyordu. O zaman “göremeyeceğim” diye çok üzülüyordu. “Bu gece gözümü uyku tutmaz,” diyordu.
Bir gün gene öyle olmuştu. Çapadan geç gelmişlerdi. Akşamı zor etmişti ama Ayşe Nur suyunu alıp gitmiştir, şimdi gitsem karanlıkta kimi göreceğim diye üzülüyordu. Öyle de özlemişti ki, burnunda tütüyordu. Anası, eline iki termos verip; “Haydi Osman’ım, git de su alıver. Çok yoruldum, yerimden kalkacak halim yok.” demişti. O da fırlayıp gitmişti. Gidince ne görsün; karanlık olmuştu ama Ayşe Nur çeşmedeydi…
Kır kayalık düzü mis gibi ada çayı kokuyordu. Ondan mıdır ne; çok da çekirge vardı. Yürürken yüzlercesi sıçrayıp duruyorlardı. Çok da karasinek vardı. Onlar da vızıldayıp uçuşuyorlardı. Gürgen kümesinin dibine dikilip ıslık öttürdü. Taya seslenirken ıslığını beygir kişnemesi gibi çıkarıyordu. Hem çakal kısrak, hem de tayı bu sesi tanıyorlardı. Islığını beygir kişnemesi gibi öttürünce kır kayalıkta otlayan bütün atlar başlarını kaldırıp kulaklarını dikerek sese doğru baktılar. Peşi peşine iki kere daha öttürdü. Ceylan tay, gelenin kim olduğunu hemen tanımıştı. O da kişnedi, sonra dörtnala koşmaya başladı. Buluşunca sarmaş dolaş oldular. Ceylan da Osman’ı özlemişe benziyordu.
Bir süre öpüşüp koklaşarak seviştiler. Sonra sıçrayıp tayın üstüne bindi; “deh,” dedi ona. Tay, koşmaya başladı. Tay koşuyordu ama nereye gittiğini bilmiyordu. Yelelerine sıkıca tutunup birlikte koştular. Gide gide gittiler; bir de baktı ki, bahçelikler yanına gelmişler. Bahçede yolunmuş tepe tepe nohutlar vardı. Anası Asiye de oradaydı, onu görünce gözleri güldü. Tayı ceylan ile buluştuğu için zaten sevinçliydi. Ne oluyorsa bilmiyordu ama sevincinden içi içine sığmıyordu. Sevine sevine anasının yanına gitti. Kendisini gördüğüne sevinmiş gibi anasının gözleri de gülümsüyordu.
Osman:
“Ceylanı buldum.” dedi.
Anası:
“İyi de sürüden ayırıp neden buraya getirdin?” dedi.
Osman:
“Ben getirmedim ki, o kendisi geldi.”
“Özlem giderin biraz madem. Sonra gene götürürsün.”
Osman:
“Babam yok mu?” dedi.
“Baban vilayete gitti ya…”
Osman:
“Haa, sahi ya,” dedi. “unutmuşum. Gelmiş midir acaba?”
“Gelmemiştir. Gelse evde durmaz, buraya gelirdi.”
Osman:
“Okula yazdırmış mıdır?”
“Yazdırmıştır.”
Osman:
“Yurda da yazdırmış mıdır?”
“Yazdırmıştır elbet. Nerde yatıp kalkacaksın?”
Birkaç laf edince aklına yeni bir şey gelmiş gibi hemen de çekildi. Tay, kızılağaçların yanındaki çimenlikte otluyordu; fırlayıp üstüne atladı.
Anası sesleniyordu arkasından; “Nereye gene? Yeni geldin di… Karnın aç değil miydi?”
Sol eliyle tayın yelesine sıkıca tutundu, sağ eliyle kıçına vurup “Deh,” derken; “Eve, eve…” diyordu. “Biz görüştük, babam geldiyse anasıyla da görüşsün.”
Dörtnala gitti.
Eve geldiğinde sevinci ikiye katlandı. Kızıl kısrak avludaydı. Demek ki babası vilayete gidip gelmiş. Kızıl kısrak onları görünce kişnedi. Tay da kişnedi. Gene fırlayıp yere indi, avlu kapısını açtı, “Hadi gir,” dedi “ananın yanına. Hasret giderin.”
Tay, doğru anasının yanına gitti. Zaten anası da kapı yanına kadar gelmişti.
Avlu kapısını kapayınca doğru eve gitti. Ama kapı kilitliydi. “Allah Allah!” dedi içinden. Babası gelmiş ama evde değil. Elini kaldırıp saçak altındaki kirişe uzandı; anahtar saklı yerinde duruyordu. “Allah Allah!” dedi. Gene de kapıyı açıp içeri girdi. Telaşla bütün odaları gezip göz attı. Hem, “Baba,” diye de seslendi. Babası evde değildi.
Kapıdan çıkıp koşarak gitti. Aynı bahçe içindeki iki katlı taş evin önünde durdu. “Yenge, amca,” diye seslendi. Babaannesi çıktı sese. Kapıya dikilip; “Ne bağırıp duruyon Osman?” dedi ona. “Nedir bu telaşın?”
“Babamı gördün mü?”
“Görmedim. Nabacağdın bubanı?”
“Gelmiş ama evde yok…”
“Nerden gelmiş buban? Nereyi gittiydi ki?”
“At, avluda ama o yok…”
“At neden avluda? Götürüp çakmamış mı?”
Belki kahvededir, diye geçirdi içinden. Koşup köy içine gitti. Kahvelerde birkaç aylak kişi vardı ama içlerinde babasını göremedi. Gördünüz mü, diye kimseye de soramadı. Belki köy içine gelirken babası da çay içtikten sonra kalkıp öteki yoldan eve gitmiştir. Ata binip bahçeye gidecektir ama avludaki ceylanı görünce şaşırıp gözleri fal taşı gibi açılırken; “Bunun ne işi var burada?” diyecektir.
Koşup gene eve gitti. At da tay da avludaydı ama görünürlerde babası yoktu. “Allah Allah!” dedi.
İçini sıkıntılar sarmaya başlamıştı. Babaanneden hayır yok. Amcasının karısı Sebile yenge de yok. Hemen dönüp bahçeye gitmeliydi. Belki yürüyerek gitmiştir. Gitmediyse bile vaziyeti annesine söylemeliydi.
Avlı kapısını açtı; “Gel,” dedi, taya. Tay, gözlerini ağartıp gözlerine baktı. Gelmek istemiyor gibi bir hali vardı. “Naz etme,” dedi ona. “babam yok. İçimi de sıkıntılar bastı…”
Tayı dışarı çıkarıp kapıyı kapayınca fırlayıp gene üstüne atladı. Ayaklarıyla karnına vurup; “Deh!” dedi ama Tay, bahçelik tarafına değil de ıhlamur ağacının yanına gitti. Bir de baksa arabanın tahtaları üstünde birisi yatıyor; babasıydı o. Yeniden sevindi. “Buradaymış,” dedi içinden. “Uyumuş...” Buradaymış, dedi ama bu duruma biraz şaşırdı. Babası gündüz uyumazdı ki onun. Hem de karısı bahçede tek başına çalışırken hiç uyumaz. “Garip…” dedi. “Ne oldu acaba?”
Taydan inip yanına gitti. Soluksuz uyuyordu. At kişnemiş, duymamıştı. Tay kişnemiş, duymamıştı. Avludan eve, evden amcasının evine koşuştururken duymamıştı. Yanına geldi, gene duymuyor. Oysa uykusu bu kadar ağır değildi onun. Köpek, hav dese fırlayıp kalkıyor, hemen gidip ne oldu diye bakıyordu. Çok garip!
“Baba,” diye usulca seslendi. Babası duymadı. Sonra bir kez daha seslendi; gene duymadı. Elini uzatıp usulca kolundan dürttü. Kıpırdamadı. Nabzı artıyor, vücudunu ateşler basıyordu. Gene usulca alnına dokundu. Hayret edilecek kadar soğuktu. Telaşlandı. Aklına getirmek bile istemiyordu ama gelmişti işte; “ölmüş olmasın sakın!” Kulağını göğsüne dayayıp dinledi. Nefes almıyordu. Bir kere daha dinledi. Kalbi atmıyordu…
Tayı da atı da unutup bahçeliklere doğru koşmaya başladı. “Babam ölmüş, babam ölmüş…”
SON
O.Ç.OSMANOV-Ölüm Uykusu (ROMAN)
Tevfik Tekmen Aralık/2014/Lüleburgaz
YORUMLAR
Tevfik Bey, çok güzel!
Sanırım bu roman basılmadı? Okumak isterdim tamamını.
Safiye kadın kimdir? Asiye ile bağı ne? Kafamda soru işaretleri bitirdim bu güzel yazınızı.
Yaşamla içiçe geçmiş rüyalarla çok güzel harmanlanmış.
Bir ara Toplumsal Gerçekçilerden; özellikle de işlenen bölgeden olsa gerek Sabahattin Ali'den bir öykü okuyorum hissine kapıldım.
Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sı, bu son kitabı bence Türk Edebiyatının ilk "hakiki" romanıdır. Çünkü burada salt toplumsal gerçekçilikten çıkıp, insan bir birey olarak da işler. Eğer ömrü yetse bu yeni çizgisinde daha ne güzellikler yaratırdı kim bilir?
Sizin "Selami Dayı", "İşte Aşk Bu" gibi öykülerde gördüğüm, bu romandakinden farklılaşmış çizginizi daha çok sevdim. Romandaki anlatımınız da oldukça kuvvetli evet. Ama bu öykülerdeki üslubunuz oldukça özgün ve Toplumsal Gerçekçilerden ayrılıp, kendi menkıbesini yaratan, ilham verici bir çizgi yaratmış.
Tabi bu benim fikrim.
Kaleminize sağlık.