- 597 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
ÖNCE AŞKLAR TÜKENDİ
Saygın ve çok önemli yazın ustası/gazeteci çınarlarımızdan biri olan Sayın Oktay AKBAL‘ın 1946 yılında henüz yirmi bir yaşındayken kaleme aldığı “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey” adıyla yayınlanan kitabın başlığı yıllar öncesinden çakılmıştı belleğime bir mıh gibi.
Geçim kaynağı tarıma dayalı bir ülkede önce ekmeklerin bozulması çok manidardı, her ne kadar savaş günlerinde olsak da.
Sonraki yıllarda, ekmeklerin içinden çıkan jilet, çorap, fare pisliği, saç kılları televizyon kanalarında afişe edilmişti. Fırın çalışanlarının, un çuvalları ve farelerle bir arada yatıp kalktıkları, gündelik hayatlarını sürdürdükleri bir ortamda bunlar olağan şeyler sayılıyordu ülkemiz için.
Son yıllarda ekmek tehlikesi başka bir boyut kazandı. Ana maddesi un olması gereken ekmeklerin İçinde sağlığı tehdit eden öyle maddelere rastlanıyordu ki, daha öncekilere şükür etmek mi gerekiyor, diyesi geliyordu neredeyse insanın.
Tüketici bir toplum olduk, sözü bile miadını doldurdu zamanımızda. Her şeyi tez elden tüketip bitiren. Sonrasında yeni yeni heyecanların, beklentilerin, arayış ve doyumsuzluğun ardına düşer hale gelen insanlar topluluğuna dönüştü.
Manevi alem ve dünyevi hayatta Aşk’ı da bu denli yozlaştırıp tüketen insanoğlu, nasıl ve ne şekilde mutlu ve huzurlu olabilir dersiniz…
İnsani ve ahlaki değerli özelliklere alışkanlık kazandırmak ne denli yararlı ve sağlıklı bir durum ise, aksi olanları sürdürme alışkanlığı da bir o kadar tehlikeli ve zararlı oluyor kuşkusuz.
Aşkın ve aşık olmanın semptomları hemen her bünyede birbirine benzer durumlar gösterse de, gerçek aşkın hangisi olduğunu birbirinden ayırt etmek hiç de o kadar kolay olmasa gerek. Bu deneyimlerle değil de, ahlakın, erdemin aklın devreye girmesi ve kalp gözünün açık oluşuyla ilintili olmalıdır bana kalırsa.
Ölürcesine aşık olduklarını. Delicesine sevdiklerini söyleyenler, bir süre sonra bunun geçici bir heyecan, bir heves, bir hoşlanma ve basit bir etkilenme süreci olduğunu söyleyip, yeni aşklara yelken açmanın peşine düşüyorlar yeni umutlarla. Her köşe başında bir sevgili bırakan. Arkadaşlıkları sırasında onlara akla hayale gelmeyen ciddi vaatlerde bulunup ilanı-aşkı eden kocaman insanların, bunları alışkanlık haline getirip insan kılığından çıktıklarını görmek ne acı. Şairlere gelince...
Kendi gönül mevsimlerine göre, kimi zaman bir kardelene, kimi zaman çiçeğe böceğe, kimi zaman laleye güle. Kimi zaman da mola verdikleri bir sırada olmadık hayallere kaptırırlar gönüllerini atlaya zıplaya. İlham perileri fır döner o sıra etraflarında ve kalemlerinde.
Yatak yorgana, baş yastığa, kirpik kaşa küser! Güneş doğmaz olur, yıldızlar parlamaz, gözyaşları okyanuslara dönüşür. Destursuz gelen misafir, yerini yeni gelene bırakıp firar eder ansızın!
Bazen dualar, daha çok beddualar dökülür orta yere. Terk edilen deli bir aşık ise, ne dediğini bilmez hale gelir.
14 Şubat Sevgililer Gününe birkaç ay var gerçi ama, ben bu yazımı biraz da canımın tezliğinden şimdiden yazıyor ve tüm seven ve de sevilenlere armağan ediyorum.
-Tahmini kaç yıl geçti, yüreğine o ateşin düştüğü günden bu yana. Hatırlıyor musun?
-Ne diyorsun sen kızım. Senesiyle, ayıyla, günüyle aklımda. Hey gidi günler hey..ır
Hatırlamadığım gün, bilinmeli ki benim adım da unutulup gitmiştir bu fani dünyada.
Oturduğum sandalyeyi onunkinin yanına biraz daha yaklaştırdım. Sağ elimi omzuna attım sıkıca.
-Bak bu gün 14 Şubat. Yani Sevgililer Günü. Belli ki senin yüreğine de ateş düşmüş bir zamanlar. Sen bunu bana açık seçik anlatmadan, ben ne senin yanından ayrılırım ne hastaneden çıkarım bilmiş ol.
O, üzerinden yarım asırdan çok daha fazla bir zaman geçmiş olan aşkının tarihini gün, ay, yıl hatta neredeyse saat olarak hatırlarken, ben, hastaneye yatış tarihimin yalnızca gününü hatırlıyorum. Ee, dünya alem bu tarihi hatırlarken benim aklımdan çıkması yakışık almazdı doğrusu. Benim gibi her hücre zerresi duygusal malzemeyle yoğrulmuş biri için üstelik.
14 ŞUBAT.
Bu tarih sizlere neyi, kimi, kimleri, nasıl ve ne şekilde hatırlatıyor. Ya da hatırlatmıyor, onu bilmem olanaksız elbette.
Ancak yılını unutmuş olsam da, o senenin 14 Şubat gününü unutmam mümkün olmadı.
Bir operasyon nedeniyle yattığım devlet hastanelerin birinde de, kim bilir kaç saat kaldığım ameliyat masasından sonra bir gece konuk edildiğim yoğun bakım ünitesinden iki kişilik odama çıkarıldığımda, bir cennet bahçesine düştüğümü sandım.
Güneş, değil yalnızca yedi rengini, doğada ne kadar renk varsa hepsini toplayıp yatacağım odaya ışınlamıştı bu kış gününde olanca görkemi ve cömertliğiyle. Hava, cam açtıracak kadar sıcaktı. Komodinin üstende bana gülümseyen kocaman bir sepet mevsim çiçeğinin güzelliği ise, ayrı bir şenlik ve mutluluk bereketiydi benim için.
Çalıştığı kurum “ya hastanız, ya işiniz!” dediği için planladığı gibi, odada beni karşılayamayacağını anlayan canım kızım, gönderdiği mis kokulu bir sepet çiçekle “günaydın” diyordu annesine belli ki. Gerek ameliyat öncesi verilen sakinleştiricilerin, gerekse ameliyat sırasında verdikleri narkozdan dolayı olduğunu düşündüğüm ve hiç alışık olmadığım garip bir ruh hali ve fiziksel durumuma önce kendim şaşırdım sonra beni ziyarete gelenler.
Sedyeden yatağa aktarılan hasta ben değildim sanki. Çocuklar kadar şen şakrak, kuşlar kadar mutlu ve özgür, uçup durdum odadan odaya hemen o akşam. Sıra akşam yemeğine geldiğinde yanımda getirmeyi akıl etmediğim kaşık çatalın olmayışından dolayı verilen akşam yemeğini yiyemedim.
İş çıkışı kızımın delice bir heyecanla hastaneye koşması ve hıçkırıklarla bana sarılması. Yoğun bakım ünitesinin camından beni seyrettiğini söylemesi ve “çocuklar gibi uyurdun” sözleri beni hem çok duygulandırdı hem sevincimi, coşkumu kat kat arttırdı. Kızıma evden getirmesini istediğim aksesuarları yazdırdım. O gece iki yataklı odanın birinde o birinde ben uyuduk huzur içinde. Mutluluğum bunlarla sınırlı kalmadığını eklemeliym ayrıca sözlerime. Hayatımın en güzel üç gününü yaşattı bana bu hastane serüveni.
Tüm sorumluluklarını üstünden atmış. Yediği önünde yemediği ardında, el bebek gül bebek misali bakılan ve kim bilir kaç yıldızlı otelde ağırlanan bir kraliçe gibi hissediyordum kendimi .Allah’ ım bu ne güzel bir duyguydu böyle. Sen ne harika ne bulunmaz bir insansın be Tüloşcuğum dedim içimden!
Kimselere haber vermeden hastaneye yat. Ameliyatını ol. Bu koşullarda bile mutlu olmasını bil ve çevrendekilerin derdine ilaç olmaya bak.
Ertesi sabah, kızım erkenden kalkıp Avrupa yakasında ve hayli uzak bir semtteki işine koşarken , ben de hem yemek hem sohbet salonu olarak kullanılan salona doğru yöneldim.
Kahvaltı faslının ardından kadınlardan pek kimse kalmadı salonda. Erkeklerin kahvehane misali sıralandıkları masanın çevresine bir sandalye de ben çektim ve “merhaba” diyerek geçip oturdum aralarına. İşte ne olduysa o akşam oldu. Önce beni biraz öteler gibi olduysalar da hepsi eteklerindeki taşları döktüler çok kısa sürede.
Ancak asıl şaşırtıcı olan, ezeli ve ebedi aşkın iki kahramanını tanımış olmamdı. Hem de böyle özel bir günde.
Biri, olanca gerçekliği ile hemen yanı başımda. Diğeri, sevdiği ve sevildiği adamın dilinden ve gözünden dökülenlerle tanıdığım biri:
Aynı köyün insanlarıydık. Uzaktan akraba bile sayılırdık. Köyümüzde ilkokul vardı daha o zamanlarda bile. Ailece öyle çok fazla gidip gelmesek de birimize, okul yolunu birlikte yürüyorduk her gün.
O iki sınıf daha küçüktü benden. Beşinci sınıfı birincilikle bitirdim. Peşinden ablamın gelin gittiği ilçede ortaokula başladım. Orayı da başarıyla tamamlayıp köye döndüm. Bedenim yaşımdan daha büyük gösteriyordu. Bıyıklarım terlemeye başlamıştı yavaştan yavaştan.
Bir sabah köy meydanına top koşturmaya giderken, çeşme başında kızlarla gülüşüp konuşurken gördüm onu. Benden daha çok gelişmişti her yanı. Fakat bakışları, aynı çocuk saflığıyla bakıyordu hala. Yanlarına sokulup: Köyün ağabeyine bir hoş geldin demek yok mu, demeyi çok istedim ilçede yaşamanın vermiş olduğu rahatlıkla biraz da. Ama yapamadım. Dizlerimin titremesi bir adım atmama bile fırsat vermedi. O gün gözlerimizle konuştuk. Sonraki günlerde çeşmeye yakın yerlerde oturup yolunu gözler oldum. O da bunu anladı ki, aramızda gizli bir anlaşmayla her gün aynı saate gözlerimizi buluşturur olduk. Bir gün ortalık yerde yolunu kesip durumu anlattım. O benden daha çok sahiplendi bu sevdayı.
Okullar açıldı. Ben Erkek Sanat Okulunda okumak için ilçenin yolunu tutarken, o da çeyizini düzmenin telaşına düştü deli divane. Sık sık mektuplaşıyorduk. Ben ara sıra geliyordum köye. Her geldiğimde onu daha da gelişmiş güzelleşmiş buluyordum. Aklım başımdan gidiyordu büsbütün. Birbirimize sevdalandığımızı bilmeyen kalmamıştı. Diploma törenine bir ay kala köye geldim. Hem ailemi hem onu törene davet etmekti amacım. Eve girer girmez annem çıldırmış gibi bağıra bağıra ağlamaya başladı.
Babam beni başka bir odaya çekip söze nasıl başlayacağının sıkıntısı içinde sigarayı sigaradan yakıyordu. Durum anlaşılmıştı. Bir felakettir bu başımıza gelen.
Sevdaların en hasıyla sevdiğim ve sevildiğim kızı, uzak bir akraba oğlu kendisine tuzak kurarak kaçırmış. Ailesinin rızasıyla nikahları kıymış. Kız reşit olmadığı için adam hapse girmiş ardından. Sevdiğim kız defalarca canına kıymaya kalkışmış ama başında bekleyenlerce kurtarılmış.
Ne yapabilirim diye düşündüm. Bu korkunç durumu namus meselesi yapıp, onların canına mı, yoksa kendi canıma mı kıymalıydım. Ya da üçümüzün de mi. Hiç biri geçerli bir çözüm değildi. Çareyi köyü büsbütün terk etmekte buldum. İstanbul’a geldim. İşim hazırdı. Çalışmaya verdim kendimi. Hiç evlenmedim. Emekli oldum.
-Peki köye hiç mi gitmedin bir daha?
-Gittim, bazı bazı. Anne babamın mezarlarını ziyarette gittiğimde rastlıyordum ona. İki çocuğu olmuş. Yaşından çok ötelere gitmişti o canlar yakan endamı. O masum bakan çakır gözlerine birer buz kalıbı gelip oturmuştu sanki.
-Aradan geçen onca sene sonra kalbini yokladın mı? Ne hissettin onu gördüğünde?
- Dizlerimin titremesi fark edilmesin diye, kabrin başına çöktüm…
YORUMLAR
Sözün tükendiği,yüreklerin sus pus olduğu,sükutun bir akçe etmediği nokta.
selamla
DEVRİM DENİZERİ
Benden de SELAM