- 580 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Muaviye Siyaseti mi Demokratik Açılım mı!
Son derece kritik bir süreçte gündemimizin basit ve gereksiz konularla meşgul edilmesini kınayarak yazıma başlamak istiyorum.
Kastettiğim gündem konusu, elbette türban ve onun üzerinden Cumhuriyetimizin temel felsefesini ortadan kaldırma girişimleridir.
Belli bir kesime siyasi rant sağladığı açıkça görülen türban, etkili siyasi simge olduğu içindir ki propaganda malzemesi olarak kullanılmaya devam etmektedir.
Yoksa bir inanç sisteminin olmazsa olmazı değildir!
Aslında, sadece siyasi rant değil, maddi ranta da havale edilmektedir. Durum böyle olunca, insan şu soruyu sormadan edemiyor;
• Kadınların başörtüsü üzerinden yapılan tartışmalar, birilerine maddi kazanç mı sağlamaktadır?
Ya da;
• Şayet kadınlarımızın başörtüsü hem siyasi hem de maddi çıkara tahvil ediliyorsa bunun halk dilindeki(!) adı denir?
Yukarıdaki iki soruya cevap vermek yerine okurlarımın vicdanına havale etmek istiyorum. Zira sorulacak o kadar çok soru var ki…
Bunlardan bir kaçını arka arkaya sıralayarak asıl konuya dönelim.
• Tarikatlar aracılığıyla aşırı din pompalanarak kandırılan din kardeşlerimiz nasıl oldu da sürü psikolojisi ile hareket eder oldu?
• Neredeyse günü birlik yapılan çelişkili açıklamalar nasıl olur da malum kesimlerce kitlesel olarak hemen kabul görebilir ve ışık hızıyla dolaşan bu dengesiz açıklamaların savunuculuğu yapılabilir?
• Vatan pahasına dini ve onunla neredeyse eş tutulan türbanı hararetle savunan insanların ticari bağlantıları ve etnik kökenlerinin(!) incelenmesi halinde nasıl bir istatistiki tablo ile karşılaşırız! Kimdir bunlar?
Cevapları vicdanlarımızın muhakemesine bırakarak konuya dönelim.
Müslüman toplumlarda din istismarı Muaviye ile birlikte başlamıştır. İslamiyet’i kabullenmeden önceki ekonomik ve siyasal üstünlüğünü yeniden ele geçirmek amacıyla sinsi yaklaşımları kendine yol edinen Muaviye taraftarları, tıpkı günümüzdeki gibi takiyye ve aldatmacalarla hatırı sayılır başarılar elde etmişlerdir.
Ali Yaman’ın yazısından kısa bir alıntıyı sizlerle paylaştıktan sonra yazıma devam etmek istiyorum.
"Emevi sülalesi İslam’ın doğuşu ile kaybettikleri nüfuz ve iktidarı yeniden ele geçirebilmek için akıl almaz yollara başvurmuşlardır. Özellikle Muaviye’nin ve Yezid’in davranışlarını, bazı Sünni yazarların ileri sürdükleri gibi, "içtihad" farkıyla açıklamaya kesinlikle imkan yoktur. Muaviye "kısas" adıyla din kisvesine büründürdüğü siyasi ihtirasını ne pahasına olursa olsun tatmin için uğraşmış, bu amaçla başvurulmadık yol bırakılmamıştır. Şüphesiz Muaviye’nin bu cüretkâr hareketlerde bulunurken en büyük dayanağı 20 yıllık Suriye Valiliği sırasında sağladığı kazanımlardı. Muaviye’nin başlıca eseri, siyasetine körü körüne itaat eden birliklerden oluşan Suriye Ordusu oldu. Muaviye, ordunun rahatına ve donanımına çok dikkat ediyor, ücretlerini fazlasıyla ve o zamana kadar alışılmamış bir düzen ile ödemeye çalışıyordu. Muaviye kendi amaçlarının önünde engel olarak gördüğü, her kim olursa olsun, ortadan kaldırmakta tereddüt etmemekteydi. Muaviye’nin bu siyaseti icraatlerinde açıkça görülmektedir.
Muaviye, tüm bu sözü edilen önlemler dışında servetini de siyasal başarısı için seferber etmiş durumdaydı. Karşıtlarından kiminin öldürülmesi yolu benimsenirken, kiminin de para ile satın alınması yoluna gidilebiliyordu. Tahsis ettiği maaşların ve cömertce ihsanların altın zinciri ile en inatçı aleyhtarlarının dizginlerini elinde tutmayı başarmış idi. Emevi halifeleri, Muaviye de dahil, kendi siyasetlerine düşman olanların aynı zamanda islama da karşı olduklarına kanaat getirmişlerdi.” Kaynak:Ali Yaman
Bu alıntıda anlatılanlarla günümüzde izlenen siyasi politikaları karşılaştıracak olursak neredeyse birbirinin aynı olduklarını görebiliriz.
Ulusal birliği riske atacak boyutlarda yağma ve talanın yanı sıra kadrolaşma uğruna devletin en önemli kurumlarını niteliksizleştirmeyi göze alan bu zihniyet, köylüyü, işçiyi, esnafı hatta sanayicileri çaresiz bırakacak, direnme gücünü sıfıra indirecek ekonomik politikalarla, amacına ulaşmayı planlamaktadır.
Tarikatlarca birey bilinci elinden alınan dindar insanlarımızın büyük bir bölümü kendilerine sunulan İslami anlayışın aslında İslamiyet ile alakasının bulunmadığını göremeyecek durumda ve tam bir teslimiyet içindedir. Bu da sürü psikolojisini beraberinde getirmektedir.
Yaklaşık yirmi altı senedir çeşitli tarikatlar aracılığıyla sürdürülen bu karşı devrim girişimleri, tarikat okulları, bazı vakıf/dernek ve muhtelif isimlerle faaliyet gösteren yabancı odaklı din eksenli kuruluşlar marifetiyle kendi seçmenini yetiştirmeyi başarmıştır.
Genel seçimlerde seçmen yaşının aşağıya çekilmesinin altında yatan gerçek, etki altındaki yeni nesil seçmen ile yandaş seçmen(!) sayısını daha üst seviyeye taşımaktır.
Siyasal İslam ekonomik gücünü, sömürdüğü dindar insanlarımızdan ve topraklarımızda gözü olan emperyalist, Siyonist uluslararası şirketlerin kurum ve vakıflarından almaktadır.
Para ile satın aldıkları insanları birer misyoner olarak kullanmaya devam eden bazı siyasiler, kamu kaynaklarını hem kendi ideolojilerini hayata geçirme yolunda hem de şahsi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadırlar.
Ulusal boyuttaki ekonomik çıkmaz içinde bocalayan halkımızın birincil sorunları dikkate alınmazken, başörtüsünü öncelikli tartışma konusu yapmanın başka bir izahı olabilir mi!
Bu tür kısır tartışmalarla ne hedeflenmektedir!
Elbette hedeflenen Türkiye Cumhuriyeti ve Kemalist aydınlanmanın sekteye uğratılması ya da tamamen ortadan kaldırılmasıdır.
Aslında bu günlerin uyarısı yakın bir geçmişte bazı siyasilerce "kanlı mı olacak, kansız mı" denilerek apaçık yapılmıştı!
Öyle görünüyor ki tercih yapılmış ve karşı devrim kanlı olarak gerçekleştirilmek istenmektedir.
"Bir insan hem Müslüman hem laik olamaz" diyen bazı politikacılarımız, şartlar böyle iken nasıl laikliğin teminatı olabilirler!
"Demokrasi amaç değil araçtır. Gideceğiniz yere kadar gider sonra bırakırsınız" diyen bir anlayış, nasıl olur da başörtüsüne serbesti tanıyarak demokratik açılım yapmayı hedefliyor olabilir!
Gelelim bazı siyasilerin sözcülüğünü yaptığını iddia ettiği bir kesim halka;
Ülkemizde yağma boyutunda yolsuzluklar, kayırmalar yapılırken neden sesleri çıkmaz! Neden sokaklara dökülüp bu hırsızlık politikalarını protesto etmezler? Türban dinsel gereklilik ise; hırsızlıklar, yolsuzluklar, adam kayırmalar ne oluyor? Bunlarda mı İslami gerekliliktir?
Dinimiz, yalana riyaya, yağmaya artık ılımlı bakmakta da bütün bu melanetlere cevaz mı(!) vermektedir?
Demokrasiyi yerden yere vuran, laikliği dinsizlik olarak niteleyen bu sözde Müslümanlar hangi hakla türban serbestisine demokratik talep olarak bakabilmektedirler?
Artık eğri oturup doğru konuşmanın zamanı gelmiştir. Kimse yaşananlara devekuşu misali başını kuma gömerek bakma lüksünü kendinde görmesin!
Şayet türban Yahudi geleneğinden bize dayatılan siyasi bir simge değil de dinsel gereklilik (şart) ise ilahiyatçı profesörlerimiz çıkıp bunu halka açıklamalıdırlar. Değilse bunu da yüreklice açıklamalıdırlar. Oysa hırsızlık ve kamu malını yağmalama, hıyanet girişimleri çok açık şekilde ayetlerle yasaklanmış ve en büyük günahlar arasında gösterilmiştir. Ama her ne hikmetse bu konuda duyarlılık gösteren şahin dindara rastlamak mümkün olmuyor.
İslamiyet’i ortadan kaldırmayı kendilerine amaç edinmiş tarikatların, dış telkinlerle halkımıza dayattığı türban; örtünme ile ilgili ayetlerle yakından uzaktan ilgisi olmayan kısır bir polemik konusudur.
Şayet aksini iddia edenler olursa onlara dinimizin peygamberi Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın zamanında bile böylesi bir örtünme şeklinin bulunmadığı konusunda birçok kaynak gösterilebilir.
Neticede söylemek istediğim şudur ki; “Hem Müslüman hem laik olunmaz” diyenlere itibar etmek yerine hem Müslüman hem tarikat üyesi olunmaz demeli ve tarikatlar hayatımızdan tamamen çıkarılarak ait oldukları ortaçağ karanlığına gömülmelidir.
Ilımlı İslam diyerek İslamiyet’i yeryüzünden silmeye çalışanların kimler olduğunu doğru tespit ederek onlara karşı onurlu bir duruş sergilenmeli ve Müslümanlık ile çağdaşlığın nasıl örtüşebildiği dosta düşmana gösterilmelidir.
Dünyayı kan gölüne çeviren emperyalist projelerin eş başkanlığını yapmak yerine milli değerlerimizi güçlü kılacak adımlar atmanın ve ancak bu şekilde uygarca dinimizi yaşayabileceğimizi herkese anlatmanın yolları bulunmalıdır.
Unutulmamalıdır ki vatanı olmayanın dini de olmaz. Bunun örneklerini Filistin de, Irak’ta yeterince görmekteyiz.
Ekonomik çıkarlarımız uğruna ne vatanımızı ne de inancımızı satamayız, sattırmamalıyız!
Din, Tanrı ile kul arasında vicdani bir olgu iken söylemlerinde dini kullanarak karşımıza çıkan istismarcıları ivedilikle alaşağı etmeli ve sürü içinde bir koyun olmadığımızı, Tanrı’nın üstün ve özgün olarak yarattığı birer canlı ve birey olduğumuzu yeniden hatırlamalıyız.