- 1618 Okunma
- 17 Yorum
- 0 Beğeni
Kırk Beş Yıldır Beklediğim An
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ürkek birer tavşan misali, sessizce süzülüyoruz Taçlı Kapının sağ tarafta kalan küçük kemerli bölümünden içeriye. Görevliler, meydandaki hazin manzaraya kendilerini öyle kaptırmışlar ki, normal çalışma saatlerinde bile sivil girişinin izine tabi olduğu kampus alanına, hiç beklemedikleri bir zaman diliminde, öyle güpe gündüz, üstelik de kurdun-kuşun, bilumum canlı mahlukatın sabah uykusunun dayanılmaz cazibesinin kucağında mest olduğu bir tatil gününün erken vakitlerinde, iki küçük gölgenin akıp geçtiğini fark edemiyorlar bile.
Ana girişin yarı açık duran ve genellikle öğrencilerin kullandığı ağır demir kapısından geçince, hemen sağ tarafa yöneliyor , kırılan Leylandi dallarına ve ezilen çimlere aldırmadan, ’Biniş Köşkü’nün nispeten gözlerden uzak arka kısmına kıvrılıveriyoruz. Avlu, en az üç metre boyundan sağlam bir duvarla çevrilmiş, üzerinde de dışarıya doğru çıkıntı yapan demir parmaklık sabitlenmiş. Tırmanma konusunda her ikimiz de maharetli olmamıza rağmen, karşımıza dikilen pürüzsüz yüzey, başarılı olabileceğimiz konusunda pek de ümit veren bir vaziyet arz etmiyor işin doğrusu.
Tatil günü olması nedeni ile, İstanbul’un serin ve çok renkli gece atmosferini geç saatlere kadar doyasıya soluyan ev halkı, Üsküdar sırtlarından usulca bakir gök yüzünün koyu lacivertine süzülen güneşin gülümseyen ışıklarının, kirli ve pis kokulu Haliç suları ile zoraki öpüşmesi üzerinden epeyce bir zaman geçmesine rağmen, rutubetli ve sıcak havanın tesiri ile olsa gerek, hala derin uykularından uyanamamışlar. Biz, evin iki afacan çocuğu, babamızdan yiyeceğimiz paparayı göze almış, izin almadan sabahın köründe kalkmış ve dışarıya sıvışmış, eski İstanbul kokan dar ve kasvetli sokaklardan koşar adım geçmiş, daha bir çok zorlukları da yenerek soluk soluğa bu noktaya kadar gelmişiz. Hayatımızda ilk kez tanık olacağımız bir mükemmel olayı izleyemeden mi geri döneceğiz şimdi?
Sırtımızı duvara dayıyoruz, tedirgin bakışlarımızla süzdüğümüz giriş kapısı istikametinde hiç bir görevlinin gözükmediğini fark edince biraz rahatlıyor, ardından da az buçuk soluk almak, heyecanımızı yatıştırmak için olduğumuz yere çömeliyoruz. Hem dinleniyor, hem de sağa sola bakınarak duvara tırmanmak için çareler araştırıyoruz çocuk aklımızla.
Moralim iyice bozuluyor. Her zaman akmaya hazır olan göz yaşlarımın öncü kuvvetleri, kirpiklerimin üzerinde usuldan usula kendini göstermeye başlıyorlar. Bir çare bulmasını umut ederek, ağabeyimin insana inanılmaz ümit ve güven veren bal rengi gözlerinin içine dikiyorum bakışlarımı. Memlekette olsa, kesinlikle fazla zaman harcamaz, bir çırpıda ulaşmak istediği menzile erişirdi keskin zekası sayesinde. Tanıdığı, bildiği bir coğrafyaydı oraları sonuçta ve hangi ekipmanları, nereden, nasıl temin edeceği konusunda inanılmaz bir beceriye sahipti. Her zaman yaptığı gibi, olayın üzerine olanca cesareti ile önce kendi gider, tehlikesizliğe kanaat getirdiğinde beni de sürüklerdi peşi sıra.
Aramızda sadece bir buçuk yaş olmasına rağmen, benimle kıyaslandığında oldukça güçlü ve çevik bir yapıya sahipti. Kışın, karla kaplı dik yamaçlarda beraberce kızak kayardık arkadaşlarla. Parkurun sonuna vardığımızda, her zaman mazlum, her zaman mızmız olan beni sırtına, kayağı da koltuğunun altına alır, dik araziyi inanılmaz bir hızla tırmanır, diğer arkadaşlarımızdan daha önce tepe noktasına ulaşırdı. Şaşılacak kadar dinamik biriydi. İlerleyen yaşına rağmen, bu özelliğinden bir şey kaybettiği pek söylenemez bu günlerde de.
-’Başlama ağlamaya hemen!’ diyor az buçuk azarlayan bir ses tonu ile.
Utanarak boynumu eğiyorum ve belli etmemeye çalışarak elimin tersi ile ıslanan kirpiklerimi siliyorum ilkin. Ardından da, sık sık tekrarladığım burun çekişleri eşliğinde, hüzünlü bir ses tonu ile soruyorum;
-Ne yapacağız abi şimdi? Çıkamayacağız galiba duvarın üzerine. Baksana oldukça yüksek.
-Bulacağım bir çare. Sen bekle az, etrafı bir kontrol edeyim.
O, geniş avlunun derinliklerine doğru uzaklaşırken, çömeldiğim duvar dibinde kös kös oturuyorum, alışık olmadığım bu tarih kokan manzarayı seyrediyorum öyle şaşkınca. Önümde uzanan bu kocaman binanın, ülkenin ilk modern üniversitesi olma şerefini taşıyan İstanbul Üniversitesine ait olduğunu bilemiyordum tabi ki o yaşımda ve cahilliğimle. Uzun yıllar sonra, İstanbul’un göbeğinde yaşadığım ve hatıraların yorgun sayfaları arasından her zaman gülümseyen bir çehre ile bu günkü hayallerime göz kırpan o mutlu anı, tamamen tesadüf eseri yeniden gündeme taşıyan hoş bir olay, Osmanlı’nın İstanbul macerası konusunda, geçmişe doğru ufak bir tarih yolculuğu yapmama sebep oluyor.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde, ilk sarayını buraya, üç tepe diye adlandırılan bu gölgeye inşa ettirmiş. Emniyet açısından etrafını surlarla çevrilen bu saraya, ’Kale’ adı verilmiş o devirde. Bu kalenin altındaki mahalleye de, ’Kale altı’ anlamına gelen ’Taht el-kal’a’ denmiş o zamanlar.(Bu günkü Tahtakale). Fatih Sultan Mehmet, 1478 tarihine kadar burada oturdu ve daha sonra yeni yaptırdığı Topkapı Sarayına geçti. Eski saray ise, yeni saraydan sürgün edilen, hayatına kast edilemeyen kişilerin, ömürlerinin sonuna kadar yaşadıkları, ya da göz hapsinde tutuldukları bir yer olarak tarihteki yerini aldı.(Oğulları, ya da kocaları tahtan inen cariyelerin mesela.) Bu saraya, bu nedenle ’Gözyaşı Sarayı’ adının verildiğini öğreniyorum karıştırdıkça sayfaları.
2.Mahmut, bu eski sarayı yıktırarak, yerine Bab-ı Seraskeriye(Genelkurmay) binasını yaptırıyor sonraları. Sultan Abdülaziz döneminde ise(1826), bu bina da yıktırılıyor ve yerine bu günkü İstanbul Üniversitesi binası yaptırılarak, Harbiye Nezaretine(Milli Savunma Bakanlığı) tahsis ediliyor. 1923 yılına geldiğimizde, Milli Savunma Bakanlığının Ankara’ya taşınması ile boşalan binanın, Darülfünün’un (Batı tarzı ilk üniversite) hizmetine verildiğini görüyoruz. 1933′de çıkarılan 2252 sayılı yasayla TBMM, Darülfünun’u ve ona bağlı bütün kurumları kadro ve örgütüyle lağvedip, Milli Eğitim Bakanlığı’nın İstanbul’da yeni bir üniversite kurmasını kabul ediyor. Böylece İstanbul Üniversitesi, 1 Ağustos 1933′de yeni bir kadro ve yapıyla açılıyor. Cumhuriyet 10. yılını kutlarken, 1 Kasım 1933′de İstanbul Üniversitesi, “ilk ve tek” üniversite olarak Beyazıt’taki bu binada eğitime başlamış oluyor.
Karşımızda bir tarih yükselmekte, bu güzelliği doya doya seyretmek yerine, arkamızdaki duvarı aşmanın telaşındayız biz o günlerde. Okumanın, öğrenmenin, üniversitenin önemini bilemiyoruz asla. Değil ailemizde, sülalemizde bile ilk okulu bitiren kimse yok gibi neredeyse. Bu yüksek duvarın arkasında cereyan etmekte olan olay, havasını solumakta olduğumuz tarihi değerden çok önemliydi bizim için.
’Şimdi bir iskele flan bulur, tırmanırız.’ diye geçiyor aklımdan. Bir yandan da, akşama babamdan yiyeceğimiz fırçayı düşünmüyor değilim hani. ’Neyse, ağabeyim var nasıl olsa. Dayağın çoğunu o yer, beni korur babamın Osmanlı tokadından’ diye düşünüyorum, kendimi avutuyorum öylesine.
Bir zaman sonra, eli boş ama, dudakları bir muzip tebessümle dop dolu çıkıp geliyor.
-Ne oldu?Neden gülüyorsun? Bir şey de bulamamışsın üstelik.
-Buldum nasıl çıkacağımızı.
-Nasıl peki? Duvara elle tırmanmak mümkün değil ki.
-Duvara tırmanmayacağız.
-Eee?
-Ağaçlara, bu yüksek çam ağaçlarına tırmanacağız.
Duvarın bir metre kadar arkasına sıralanan yüksek çam ağaçlarına bakıyorum bir süre. Tamam, Karadeniz Bölgesinin zor coğrafyasında doğduk, bu güne kadar dağda bayırda büyüdük, çok yamaca, çok ağaca tırmandık ama, alt tarafı birimiz 13, birimiz 15 yaşında iki çocuğuz. Bu koca kara çam ağaçlarının kalın gövdelerine tutunmak ve sık dallarından sıyrılıp, tepesine değin ulaşmak o kadar kolay iş değil hani.
Şaşkın şaşkın bakındığımı görünce, kolumdan tutarak en yakın ağacın altına sürüklüyor beni.
-Haydi haydi, korkma o kadar. Ben yardım ederim sana. Bunlar gibi ne ağaçlara tırmandık biz. Topsakal’ın çamlığını getir aklına. Oradaki ağaçlar daha mı küçüktü? Bir tırmanmaya başladık mı, birazdan tepesindeyiz evel Allah.
Her zaman olduğu gibi, ağabeyim yine haklı çıkıyor. Zira, kısa bir zaman dilimi nihayetinde, her ikimiz de birer ağacın doruk noktasına yakın bir bölümüne tırmanıveriyoruz. Ellerimize çam sakızı bulaşıyor, saçlarımızın aralarına ve boynumuzdan içeriye ince uzun çam yaprakları doluşuyor ama, her şeye rağmen halimizden oldukça memnun durumdayız. Duvarın öte yanındaki tüm faaliyetleri, oldukça yüksek ve mükemmel bir açıdan gözlemleyebiliyoruz artık. Yaprakların kamuflajı sayesinde, varlığımızdan kimsenin haberi olması mümkün değildi.
Dallara pineklemek ve orada uzun bir süre sabit kalmak, bizler için zor bir durum teşkil etmiyor. Sonuçta böyle durumlara alışkın insanlarız. Tek sıkıntımız, yanımıza yiyecek ve içecek bir şeyler almayı unutmuş olmamız. Bu önemli gün ve olay için, o durumun sevimsizliğine de katlanıyoruz artık. Tuvalet ihtiyacımızı ise, kocaman çam ağaçlarının gölgesinde seyrekçe büyümeyi başaran çimleri, yağmurlama sulayarak gideriyoruz büyük bir zevkle .
Duvarın arkasındaki manzara, şaşkınlıktan küçük dilimizi yutturacak kadar enteresan. Karşılaştığımız vahşi tablo, inanılmaz bir korku fırtınası estiriyor küçük yüreğimde, elim ayağım titriyor, dizlerimin bağı çözülüyor. Ne yalan söyleyeyim, heyecandan bir kaç damla altıma kaçırdığımı dahi hatırlıyorum o anda. Değil küçük dünyamızda karşılaşmak, çocuk hayallerimizin uçarılığında bile asla böyle bir tablo tasavvur etmemiz mümkün değil. O derece inanılmazdı durum.
MS 393 tarihinde, Roma İmparatoru Flavius Theodosius tarafından yaptırılan ve o zamanki adı Forum Theodosiacum olan Beyazıt Meydanı, kurulduğu günden o ana kadar bir çok tarihi olaya şahit olmuştu ama, böyle bir enteresan sahne ile ilk defa karşılaşıyordu şüphesiz.
Haçlılar mesela... 1204 yılında, Avrupa’dan Kudüs’e akıp giden Haçlı orduları, yolları üzerindeki İstanbul’u boş geçmediler. Taş taş üzerinde bırakmadılar, yakıp yıktılar dindaşlarının şehrini, ne buldularsa yağmaladılar. 1453 de ise, Fatih Sultan Mehmet ile fethetti Türkler İstanbul’u ve o tarihten sonra da, ne bir savaşa, ne de bir yıkıma sahne olmadı bu güzel şehir. Bununla birlikte tarihi yarımada, bilhassa Beyazıt Meydanı, çok önemli olaylara da ev sahipliği yapmadı değil hani. Patrona Halil İsyanı burada, Beyazıt Meydanında başlamıştı. 31 Mart ayaklanmasının bazı sorumluları, Mahmut Şevket Paşa’ya suikast düzenleyenler yine bu meydandaki ağaçlarda asılmışlardı. Tüm bu önemli olayların hayat bulduğu tarihi meydanda, öyle toplu-tüfekli bir muhaberenin yaşandığını hiç yazmadı tarih sayfaları.
Yakın tarihimizde de, böyle bir hadiseye rastlanmıyordu. Tarihçiler, Birinci Dünya Savaşına zoraki itilen Osmanlı’nın, ardı ardına Trablusgarp, Balkanlar, Kafkaslar, Suriye ve Mısır, Mezopotamya, Hicaz ve Yemen’de, başta İngilizler olmak üzere, Fransızlar, İtalyanlar, Ruslar ve İngilizlerin kışkırttığı Araplar ile, inanılmaz bir yokluk ve namüsait şartlar altında mücadele etmek zorunda kaldığını yazarlar. Tüm bu cephelerde, vatanını, milletini, bayrağını ve dinini seven binlerce gariban vatan evladı şehit oldular; başında oturulup, ruhlarına bir Fatiha okumaya vesile olacak bir mezar taşı dahi bırakamadan kaybolup gittiler memleketin selameti uğrunda.
Çanakkale’yi, topu ile, tüfeği ile, gemisi ile geçmeyi başaramayan müttefik kuvvetleri, Mondros Anlaşması’nın neticesinde, takvim yapraklarının 13 Kasım 1918’i gösterdiği puslu bir Sonbahar gününde, 3500 kişilik bir kuvveti İstanbul’a çıkardılar. Koskoca bir Çanakkale destanının göğsümüzü kabartan heyecanı henüz dinmeden, sessiz sedasız İstanbul’un işgali başlamış oldu.(16 Mart 1920 tarihinde de, resmen işgal ettiler.) Münferit olaylar dışında bir çatışma yaşanmadı Osmanlı’nın kalbi olan bu güzel şehirde. Öyle sessiz sedasız kaderine boyun eğdi, hiç bir muharebe olmadan, düşman çizmelerine teslim oldu. O günler, gök bakışlı, aslan yeleli bir kumandanın,’Geldikleri gibi giderler.’ sözünü, tarihe şerh düştüğü günlerdi.
Neydi o zaman bu vaziyet?
İstanbul’da, Beyazıt’ın orta yerinde, inanılmaz bir savaş manzarası. Sağa sola savrulmuş, kokmaya yüz tutmuş, üzerinde kara sinek orduları gezinmekte olan cesetler... Bazı uzuvları kopmuş, kan revan içinde, derin derin inleyen, acınacak haldeki yaralılar... Cayır cayır yanan İstanbul’un bağrından yükselen ve gökyüzünün engin maviliğine bir koca mızrak misali saplanan kap kara dumanlar... Parçalanmış ve devrilmiş toplar, kırılmış tüfekler... Kazdıkları siperlerden çıkmaya dahi fırsat bulamadan vurulan ve oldukları yerde çürümeye terk edilen askerler. Toz, duman, barut kokusu, kurumaya yüz tutmuş kan gölcükleri... İstanbul ufuklarını sarıp sarmalayan ölüm çığlıkları...
(Devam edecek)
Bir tutam hayat-19.11.2014-Trabzon
YORUMLAR
Benim çok kıymetli dostum
İşlerimin yoğunluğundan dolayı (o yoğunluk halen sürmekte) bir süre deftere uğramayışımdan kaynakla güne gelmiş bu güzel yazınıza geç kalmış yorumdan dolayı özür diliyorum.
Abinizle yaşadığınız ilginç ve güzel anınızdan oluşan yazınızı beğeniyle okudum.
Devamı olacak mı?belirtmemişsiniz ama umarım olur heyecanla bekleyeceğim Yazınızın güne gelmesini gönülden kutlarım.
Kaleminize yüreğinize sağlık
Saygı sevgi selamlarımla.
Bir tutam hayat
Gerçekten merak ettik sesin soluğun çıkmayınca seni.
Umarım her şey yolundadır.
Artık memlekete yerleştik.
Bir işle uğraşmadığımız halde, deftere uğrama konusunda ben de sıkıntıılar çekmekteyim.
Hayırlısı diyelim.
Hikayenin devamı var.
Asıl ana fikir de devamında olacak zaten.
Umarım beğeniyle okursun onu da.
Tekrar çok sağ ol diyorum.
Bir tutam hayat
Sizin, bu yorum köşenizde adınız olması önemli değildir.
Buradaki tüm edebiyat dostlarının gönlünde müstesna bir yeriniz var er daim çünkü.
Bu öyküyü okuduktan sonra düşündüm uzunca.
İstanbul'a geçen yıl gitme fırsatım oldu ve birçok yerini de gezdim, gördüm.
O kadar büyük bir tarih, acı, umut dolu toprakları, taş parçaları var ki.
Şimdi bu öyküdeki katmerlenmiş duygularımla
ellerinize sağlık diyorum.
Ne kadar güzeldi.
Okumak çok güzel sizi,
devam edin lütfen.
sevgiyle.
Bir tutam hayat
üzerine çok şeyler yazılmış-söylenmiş olan bir güzelliği,
nasıl tariflersek tarifleyelim, başarı şansımız çok olmayacaktır düşüncesindeyiz.
Çok daha değişik bir konuyu gündeme getirmek istiyoruz.
Oldukça da hassas bir konu.
İkinci bölümde detayına gireceğiz ve değerli yorumlarınızı bekleyeceğiz.
Güzel İstanbul hakkındaki düşünceleriniz tebessüm ettirdi bize.
Hatıralarımız canlandı bir kez daha hayalimizde.
Teşekkür ederiz yorumunuza efendim.
Yazı öykü olarak geçiyor.
Ben İstanbul'un geçmişi ile yazıları neden bilmem çoğunlukla İstanbul'un dışında yaşayan yazarların kaleminden okurum. Hele bir yazar var ki, yine Trabzonlu onun dili diyorum özellikle, (kalemi demek pek işime gelmiyor, çünkü kalem öyle güzel yazar ki, okurken kenara çekilir, yazarın adeta sesini duyarsınız.)
İşte böyledir Sunay Akın'ın İstanbul ile ilgili yazmış olduğu yazı ve şiirler.
Şimdi gelelim şu iki küçük çocuğa...
Kalem neredeydi BTH?
Bir tutam hayat
aslında İstanbul değil.
İstanbul'da sadece altı sene, o da Anadolu yakasında yaşayan birinin,
oturup İstanbul gibi koca bir deryayı kaleme almasının tuhaf kaçacağının farkındayız.
Gayemiz,
ikinci bölümde açıklığa kavuşacak enteresan bir olayı, tarih ve çevre faktörlerini de ekleyerek zenginleştirmek aslında.
Sunay Akın konusunda, sizinle hemfikiriz efendim.
Yorumunuza teşekkür ediyoruz.
Değerli kalem dostu,
Yazılarınızı okumak büyük bir zevk, huzur veriyor ve satır aralarında sanki film sahnesindeymişim gibi hissettiriyor bana. Tebrik ediyorum yürekten. Saygıyla
Bir tutam hayat
Tebessüm ettirdi yorumunuz bizleri.
İçinize mi doğdu, nedir?
Devamını okumadan çözmüşsünüz hikayeyi.
Teşekkür ediyorum güzel yorumunuza.
Öykünüzü okuyunca, kendi kendimi irdeledim biraz. Neden İstanbul? sorusunu tekrar sordum kendime...
Sağlamamı da yapmış oldum sayenizde iyi ki de İstanbul hani! Benim şehrim. Ben şehirlerin ruhu olduğuna inanlardanım. İstanbul'u adım adım, karış karış gezdim, geziyorum ve daha da gezeceğim kesin. Bastığım toprak, gördüğüm yer, o veya bu sokak illa ki alır götürür beni... Boyut değiştiriyorum desem alay konusu olurum kesin, çok oldum oradan biliyorum :) Tarihi, kültürel dokusu, onca yaşanmışlıkları, üzerine kazınmış izleri, aşkları, tarihi tek başına sırtlanışı.. Benimkisi hayranlıktan öte bir şey. Bu denli bir tutkuyu kimseye tavsiye etmezdim sanırım. Ya da kimisine dua kimisine beddua niyetine ah ederdim. Belki bu tutku sayesinde kirlenmişlikten, yıkımdan, duyarsızlıktan, umursamazlıktan kurtarırdık İstanbul'u ve daha bir çok tarihi, tarihimizi. Ben, sen, o kavgalarını bırakırdık belki kim bilir?
Bir solukta okudum. Sonu gelsin istemedim ve hatta devamı olsun istedim. Kurgusuyla, geçişleriyle, diliyle kaleminiz okunmadan geçilmiyor. Tebrikler. Saygı ve sevgilerimle...
Bir tutam hayat
Ve beklenmedik bir sona ulaşacak sanırım hikaye.
Ne güzel gidiyordu, tam da yerinde kestiniz yani...
Eh!! çaresiz bekleyeceğiz devamını..
Sizi okumak her daim güzel,
Sevgiler
Bir tutam hayat
Sonunda Atatürk oldu mu,
öyle akına geleni yazamıyor insan.
Mümkün olan en kısa zaman nihayetinde,
devamı gelecektir hikayenin.
Teşekkür ediyorum yorumunuza.
Sağ olun.
Gören bir göz ve hisseden bir yürekle kaleme alınmış aydınlatıcı bir yazı.
Ömrünüze bereket.
Bir tutam hayat
en çok merak ettiğim yorumlardan biri olacak sizinki.
Umarım yanlış anlaşılacak cümleler olmaz hikayede.
Teşekkür ederim ziyaretinize.
bu sayfa hep üretiyor,
ve hep güzel üretiyor,
çok güzel bir yazıydı,
gönülden tebrik ve selamlarımla...
Bir tutam hayat
Siz, az nesir yazıyorsunuz.
Şiirler daha çok duygularınıza tercüman oluyor gibi.
Ama,
nesirleriniz de güzel.
Çokça yazın bence.
Teşekkür ederim ziyaretinize.
koca seyit çanakkale zaferinden sonra köyü havran'a dönüp tarlada çalışırken, memleketi işgal eden yunanlıları görünce şaşırıp sinirlenmiş "yahu biz bunları yenmedik mi?" diye isyan etmiş kendi kendine. büyük ihtimal istanbul halkının travması daha fazlaydı. lise öğrencilerinden, futbol kulüplerine, doktor-mühendislerinden, imamlarına kadar herkesi gönderip kazandığı bir zaferden sonra elini kolunu sallayarak gelen işgalcileri görünce, elbet düşünmüştür biz ne için savaştık diye. çok büyük bir acı.
ama daha acı bir şey var bence. dedem 1938-41 yılları arasında askerlik yaparken mühimmat deposu bekçiliği yapmış. mühimmat deposu dediği yerse sultanahmet camii. yıkılan camiler, depo yapılan camiler, yokedilen tarihi eserler. hep anlatırlar dimi falanca falan müslüman yeri işgal etmiş, camileri ahır olarak kullanmış. gavurdur yapar deriz geçeriz. burada ne diyeceğiz. neyse bu çok ayrı bir konu, çok su götürür.
başka bir husus istanbul üniversitesi tarihini fetih zamanına dayandırır. ama biz hani osmanlıyı reddetmiştik. Türk ordusunun kaç bininci yılı, Türk polisinin 180 yılı, Türk postasının 200 bilmem kaç yılı.
neyse fazla uzattım, söz konusu istanbul olunca söylenecek yığınla şey var ve içim yanıyor. dünyanın başkenti olabilecek bir şehir, ne hallerde. ve iki çocuğun gözünden tarih bilgileriyle bezeli çok hoş bir anı. kaleminiz her daim kendini okutuyor. elinize sağlık diyorum.
Bir tutam hayat
Hikayemize mekan teşkil eden şehir sadece.
Konuyu zenginleştirmek için mekana ve tarihe dokunduk kenarından, köşesinden.
Yoksa,
koskoca İstanbul'u tarif etmek, biz çömezlere mi düşmüş?
İkinci bölümde aydınlanacak her şey.
Kurtuluş savaşımıza değinen bir konu.
Teşekkür ederim güzel yorumunuza.
İlgi ile okuduk.
Sağ olun.
Şehrin, gün yüzünde hâlâ yas tutuyor hissini duyanların sayısı bilmem ki yıldızlarından az mıdır. Bir nazar ile binbir bahâr, yine de hüzün yine de hüzün..
Çoğu zaman o mukaddes hadis-i şerifin işâreti Fâtih miydi diye sorar buluyorum kendimi.. İlginç bir his. Kutsaldır, inanırım. Ve bu, toprağının her zerresinde ışık ışık..
Duru, akıcı bir yazı ve şehrin sükûnetini de harf harf okudum.
Dedim ya hüzün.. Nem düşmeden çehreye, gitmeli.. Unutmadan, ahdım var o okula da talebe olacağım, sırf isminden sebeb..
-dilerim ki târihinin kıymeti nispetince olur kalan ömrü-
Teşekkürler..
Esenlik diliyorum..
**Havin_** tarafından 11/21/2014 12:23:55 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bir tutam hayat
Olabildiniz mi talebe o güzel okula?
Merak ettim doğrusu.
Şiir gibiydi yine yorumunuz.
Zaten hep şiir gibi oldu bu sayfalarda ''Hevin.''
**Havin_**
Birgün olacağına inandığım ya da inancın bana kâfî geldiği bir şey bu..
Umarım .))
Tekrar teşekkürler..
Kardeşlerin fikri bir olunca merak ettiklerini yaşayabiliyorlar.
Benim de kardeşimle aramda bir buçuk yaş farkı var ve komşu çocuklarını da arkamıza takarak
güzel bir çocukluk yaşadık.
Şu günlerde çocuk gözüyle bakılarak yazılmış bir roman okuyorum.Onu anımsattı yazı tarih kokan dokusuyla.
Tarihi eserlere bakarken, orada neler yaşandı diye düşünmekten kendini alamıyor insan.
Yine güzel bir yazıydı. Bitmemiş olduğunu düşündürdü.
tebrikler,
selâm ve saygılarımla..
İki kardeşin gündelik yaşamı arasına serpiştirilen koskoca bir tarih...
Nedense yaramazlığı küçüklerin, dayağı büyüklerin yemesi hoşuma gitmedi, çünkü bizim evin büyüğü bendim :( Aynı dediğin gibi oluyordu.
Bir de şu Fatih'in sarayını yıktırıp yerine başka şey yapan, sonra onu yıkan başka padişah...
Başka yer yok muydu da yıktınız ecdat yadigarını, demek istedim :(
Güzel bir yazıydı tebrikler
Bir tutam hayat
Büyük olmak öyle bir şey işte.
Fedakarlık gerektiriyor.
Sağ olsunlar,
onlar da hep fedakar oluyorlar ve kardeşleri için tüm cefalara katlanıyorlar.
Büyüklerin borcu ödenmez.
Çocukluğumun çok enteresan bir hatırasıdır olay.
On gün kadar önce çözebildim ancak şifreyi ve çok duygulandım.
Sizinle paylaşmak istedim.
İkinci bölümde anlayacaksınız olayı.
Teşekkür ederim güzel yorumunuz için.
Bu sayfaların,
tüm sene boyunca solmayan çiçeği,
yediveren gülüsünüz efendim.
Çok sağ olun.
Yine döndük arkası yarınlara,
Ne olacak nasıl olacak..
Beklediğimize değecek mi yarına kadar .
Dayak denmez ona çam yaprakları temizleme
Neyi göreceğiz çıktık çamın tepesine..
tebrik ederim saygılarımla.
Bir tutam hayat
Hikaye çok uzun olduğu için,
istemeden kesmek zorunda kaldık bir yerde.
Bir de,
bu ikinci bölümde çok hassas bir konu işlenecek.
Cümleleri iyi tartmak gerek.
En kısa zamanda yayınlayacağız inşallah devamını.
Teşekkür ediyorum güzel ziyaretinize ve yorumunuza.
İki önemli husus var...Umarım gören ve yazan olur ben yazmadan önce :)
Yazınız ile ilgili düşüncelerimi, sonra yazacağım...
Bir tutam hayat
İnşallah öyle çokça utanacağımız hatalar değildir.
Merakla beklemekteyim gerçekten.
Teşekkür ederim ilginize.
Bir solukta okumak....
Bu yazıyı okuyunca senin bir romanın çıkmalı ve ben bu romanı ilk okuyan olmalıyım diye düşündüm...
Bir tutam hayat
Roman kim, bizler kimiz?
Şu yazdığımız hikayeleri bir kitapta toplayabilsek ve gelecek neslimize hatıra diye bırakabilsek yeter bize.
Başka şeyde gözümüz yoktur.
Çok sağ olun.
Bir tutam hayat
Burada okuyoruz bazı dostların girişimini.
Çok sıkıntılar çekiyorlar.