- 627 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
'Duman'
Damarların doğranıp, bu son mevsim denilerek aynı mezede ortak zevklerin günahları olmak için arada yalnızca kısa bir mesafe vardı. İçeri sigara dumanıyla doluyordu. Oturduğu yerde bir heykel gibiydi ancak gözleri dumanı takip ediyordu. Kirpiklerini kırpıyordu. Kalın dudaklarının küçük ağzına yakışmadığını bilmeden, yazın kumların üzerinde uzanırken yaladığı dudaklarının onu çocuksu gösterdiğini söylemek istiyordum. Yanlış bir monolog üzerine kurulmuş, yadsınması ve de terk edilmesi güç bir bağ izolesinin hacimce küçük ancak iş yapabilme kuvvetiyle nükleer atımlar bekleyen küçük kalbinin sığırcık kuşu gibi çırpınıp durduğu kafesinde ne hissettiğini bilmiyordum. Sadece gelmişti. Ezberlenmiş saçma sapan cümlelerin olmadığı, arada bir gökyüzünde ilerleyen uçakların çıkardığı seslerin, asfalt üzerinde hızla ilerleyen arabaların homurdanışların duyulabildiği denize yakın bir telefon kulübesinde oturuyorduk. Hayır, tam olarak telefon kulübesi de denmez! Daha büyük ve duyguların üç fazlı hal dönüşümlerini serbestçe yapabildiği bir mekândı. Her ne kadar dudakları onu çocuksu gösterse de, gölgesinin ve üzerindekilerin onu seksapel yapabildiği bir çağda yaşıyorduk. Saatler kısa deniliyordu. O ne uzun ne de kısaydı. Bana yaşadığım, üzerimden geçen bir hikâyeyi anlatmamı istiyordu. Düşününce, hikâye anlatmanın, yazmaktan daha zor olabileceğini fark ettim. Yazmak da istiyordum, insanlar güzel hikâyeler yazıp, güzel güzel dergilerde yayınlayıp, sonra da onları birkaç yüz kişinin ancak okuyabildiği kitaplar arasında unutulmaya yüz tutturma çabalarını da unutarak. Okumayı seviyor muydu, nasıl kitaplardan hoşlanırdı diye ona hiç sormamıştım. Belki de okumayı sevmiyordu ya da daha iyisi okumayı bilmiyordu. Bu benim için mükemmel olurdu çünkü ona yazmak zorunda kalmazdım. Herhangi bir şeyi de adamakıllı anlatamadığım için de susardım. Belki sevişirdik ama buna engel olabilecek ciddi bir engelimiz vardı. Genzinden ameliyat olmuştu ve karşımda oturan heykelin ağzına kimi zaman tükürüğüyle beraber kan geliyordu. Şükür ki, birkaç dakika boyunca ağzına keyfini bozacak bir tat gelmemiş ve o da lavaboya gitmemişti. Ona Cavidan’dan bahsetmek istedim. ‘O kim’ diye sormadı. ‘Adı Cavidan’dı’ derken yüzüne baktığımda gülmüyordu, sinirlememişti de! Dumanı seyrediyordu. ‘Geçen sene fuar zamanında onunla tanışmıştım. Gülünce yüzünde tatlı krizi meydana geliyordu. Biliyorum değişik bir tabir ama tatlı demek istiyorum sadece. Birkaç ay katlanabilmiştim ona. Doğrusunu söylemek gerekirse çok iyi birisiydi. Hatta inanılmaz da denebilir. Bencil değildi örneğin. Empati kurmaya bayılıyor, deniyor ve hatta başarılı olduğu zamanlar da oluyordu. Ama acı gerçeği bilmiyordu. Benimle birlikte vakit geçirmesi, el ele şehrin en güzel mekânlarını dolaşmasını anlayışla karşılıyordum fakat ben onunla olduğum her saniye ona acıyordum.’ Dumanı takip etmeye devam ederken, ‘neden’ diye sordu. Yeni bir sigara yakmıştım. ‘Neden mi? Çünkü katlanamıyorum. Asil bir mutsuzluğum var ve onunla mutlu olabilmem de imkânsızdı. Evet, yine neden diye sorabilirsin, insan istemeyince, bir şeyden akılda ve ruhta uzaklaştığı zaman bedenen ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın, hiçbir zaman boyutunda o birliktelikten mutlu anlar devşirilmez. Yalnız kalmaktan nefret eden biri değilim ki! Dediğim gibi asil bir yalnızlığım var. Asıl yalnızlığı insanlar arasında olduğum zaman yaşıyorum. Çünkü insanlarla aramda mesafe olduğunu, aslında ortak noktalarımızın oksijen, yemek, çiş, bok, sperm, yumurta gibi temel kavramlardan başka bir şey olmadığının farkına varıyorum. Ben yalnız kaldığımda bütün insanlarla aramdaki mesafeyi aynı tutabilmenin garipsenebilir hazzını tadıyorum.’ Sigara bitince yenisini yakmamış, onun ne söyleyeceğini merakla bekliyordum. ‘Yeni bir sigara daha yakar mısın’ dedi. Yüzüne bakıyordum ancak o tavana bakıyordu. Tavanda onun merakını kazanıp, yüzüme dahi bakmasını engelleyebilecek bir farklılık yoktu. Yalnız yer yer nemden dolayı tavan boyası atmıştı ve tavanı modern bir serginin eseri denebilecek kadar farklı kılabilecek tek zarafette buydu. ‘Lütfen’ diye de sonuna ekleyince, paketten yeni bir dal daha alıp, dudaklarıma doğru yavaşça götürdüm. ‘Hızlı olabilir misin biraz lütfen’ dedi. Çakmak ilk seferinde yanmamıştı. İkinci sefer de çaktığımda yine alev çıkaramamıştım. Çakmağın brülörü arızalanmış olabilirdi. İç geçiriyordu, sıkma portakal boyutunda göğüsleri yavaşça kalkıp inmişti. Göğüslerini daha büyük göstermesini sağlayacak, göğsü saran ve toparlayan sutyenlerden de giymemişti. Basitti. Dokunsam belki daha iyi anlayabilirdim. Füme rengi düz penyenin altında olan bitenden haberim vardı ancak onun göğüsleri hakkında üzülüp üzülmediği fikriyle de uğraşmak istemiyordum. Belki de aynanın karşısına geçip her gün şunları söylüyor olabilirdi:’ Tanrım, sanırım tahta bir göğse sahip olmaktan böylesi daha iyi ama neden senin bile fark etmende zorlanacağın bir göğüs yarattın ki?’ Bu sorudan ziyade bir isyan, kabullenemeyiş ve asilik olurdu. Her nasılsa bu sözü söylememiş olsa dahi bir günahının olduğunu ve bu yüzden Tanrı’nın onu cezalandırıp benimle tanıştırdığı fikrini dahi kabul edebilirdim. Nihayet sigarayı yakabilmiş ve tekrardan onun ilgiyle takip edebileceği dumanları çıkarmaya başlamıştım. Emir verir gibi ‘devam et’ dedi. Ruh fetişi bir kızın dudaklarına benzemiyordu onun dudakları. Bir çocuğu mutlu edebilmek, onun gibi düşününce mümkün olabiliyordu. Ama büyükler bu sıkıntıya girmemek için çocuklarını yer yer dövüyorlardı. Ne yapmalıydım? Onu dövmeli miydim? Bu aptalca olurdu. Dediği gibi yaptım. Ancak pek uzatamadım.’ Son görüşmemiz de, bir akşam üzereydi ve ben onu durakta yanağından öpmüştüm. Ondan hiçbir şey öğrenmemiştim. Yalnızca iyi bir insan olduğu için, onu terk ettiğimde o üzülecek diye canım sıkılmıştı. Hem bir insandan bir şey öğrenmek için sevilmez ki! İşin daha da acı tarafı, ben sevemediğim için yalnızca onun iyi olduğunu aklıma getirip, kendime garip teselli var ediyordum.’ ‘Üzgün müsün’ diye sordu. Hayır, üzgün değildim ama insanların neden terk edildikleri an çok kızgın olduklarını merak ediyordum. Ona verebileceğim bir cevabım yoktu, yine de garip tavrına bakıp, ona cevap verdim:’ Hayır, buna üzülme denmez ama birisini kandırdığını düşünüp, az da olsa ‘keşke hiç başlatmasaydım bunu’ diyesim geliyor. Birisi beni terk ettiğinde üzülmem için sebep yok. Aslına bakılırsa benim ona teşekkür etmem gerekir. Beni yalnızlığıma bırakıp, gidiyor. Ne güzel işte! Demek ki benimle beraber olduğunu sandığım zamanlarda da hiç benimle olmamış. Garip bir teori gibi dursa da, yalnızlığı iki insan paylaşamaz demek istiyorum. Bilmem buna katılır mısın?’ Onun katıldığı tek yer, ciğerlerimden odaya yayılan dumandı. Ayağa kalkıp, duvara doğru döndüğünde gözlerimle onun vücudunu süzüyordum. Artık bir duman kadar hafif ve grimsi olmuş elleriyle fermuarlı siyah renkli ince bir üstlüğü üzerine giymiş, saçlarını giysisinin içine gizlemişti. ‘Müsaadenle gideyim’ derken dudaklarını göremiyordum. Uzun uzun anlatmanın pek manası olmayacak bir ayrılma ritüeli sonrasında tek içime işleyebilecek sözü yüzüme bakmadan söyleyip, kapıya doğru yürüyordu: ‘Dumanlarını bulmaya gidiyorum. Geri geleceğim’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.