- 874 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
'tayt'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Koşmak istiyordum. Başıma daha önce gelemeyen bir şeyle karşılaşmıştım. Dizlerimden topuklarıma kadar kaskatı kesilmiş halde, yolda yürüyemez hale gelmiştim. Bir yandan korkuyordum. Korku içindeydim. Göğsümde, sırtımda büyüyen ter damlacıklarını hissedebiliyordum. Or.’un yanına koşuyordum. Beni beklemiyordu. Beni beklemediğini bilmek hoşuma gidiyordu. Bir gün ‘beklemek insanların ait olduklarını sandıkları rahatsızlıklardır’ demişti. ‘Neden böyle düşünüyorsun’ diye sormuştum. ‘Beklerken insan diğer ne varsa unutuyor. Unutmasa dahi, onları yapabilecek kuvveti kendinde bulamıyor. En iyisi hiç beklememeli. Beklersen yanılırsın da. Beklemeyecek ve asla bekletmeyeceksin’ diye ilave etmişti. İki odanın lambası da yanıyordu. Biri sönmeliydi. Eğer biri sönerse, diğeri de mutlaka sönmeliydi. İkisinin birden açık kalmasına dair mantıklı bir cevap yoktu ama hepsinden daha ilginci iki odanın da lambasız kalması düşünülemezdi. Doğarken lambasız doğmalarına rağmen, lambaya muhtaç iki acizdiler. İki odanın arasından çıkıp, yola devam ederken, bir ara acele etmenin manası olmadığını düşünerek, duraksadım. Durdum hatta ve ayaklarımı tekrardan hissedinceye kadar bir sigarayı ağzımda nefes almadan tuttum. Bu yalnızca üç dört saniyelik bir olaydı. Aklımda Or.’la konuşmak istediğim mevzuları düşünüyordum. Or.’a çok ilginç şeyler anlatmak istiyordum ama zihnim kör bir sincabın toprağın altında korkulu bekleyişini andırıyordu. Minibüste az önce otururken ne kör bir sincap ne de dizlerimden topuklarıma kadar kas spazmına ve hareket engeline benzer mazeretlerim vardı. Minibüste kapıya yakın tekli koltukta otururken aslında şehvetli birkaç dakika geçirmiştim. Dar bir tayt giymiş güzel bir bayanın arkasını bana dönerek yolculuk yapmasından bahsediyorum tabi. Ev haliyle dışarı çıkmıştı. Aslında dar tayt demek de lüks bir alışkanlık. Taytlar zaten dar olur. Dizlerine bakıyordum. Şimdi dizlerimin kaskatı kesilmelerinin sebebini onun dizlerine hayranca bakışlarıma da yorabilirim. Dahası dizlerinden ziyade deve yumurtasına benzer ve ikiye ortadan ayrılmış oval manzarayla aramda otuz santimlik bir cetvel kadar mesafe vardı. Ani bir frende kucağıma oturabilirdi ya da bu manzara burnuma doğru çarpabilirdi. Tabi afaki bir çarpışma örneği olsa da, ikincisi birincisine nazaran daha makul gözüküyordu. Yüzünü merak ediyordum ama üst katlara doğru çıktıkça heybeti ve güzelliği artan gökdelene bakar gibi her katın tadını yavaşça almak istiyordum. Yüzünü görünce korkum artmış, sırt ağrılarım azmış ve heyecanlanmıştım. Çok güzeldi. Öyle böyle değildi, inanılmazdı da denebilir. Niyeyse minibüsün kapıya yaslandığı ve poposuyla yüzümün arasında santimlerin konuşulduğu bir noktada kimse ondan bahsetmiyordu. Şok yaşıyordum. Toplum tarafından dışlanmış, başı dışarıda kalacak şekilde toprağa gömülmüş, taşlanacak bir kadın kadar etkili değildi. Minibüstekiler ondan bahsetmiyorlar, birbirlerinin kulaklarına onun güzelliğinden bahsetmiyorlardı. Minibüse binen olduğu kadar, inen de oluyordu. O hala var olması gereken yerdeydi. Dizlerim titriyor, göz kapaklarım camdan dışarı fırlamak isterken, göz bebeklerim şefkatle aynı manzarayı seyretmeye devam ediyordu. Nihayet ineceği yer gelmiş ve benden önce minibüsten inmişti. Arkasından koşup gitmeyi düşünmeme rağmen, birkaç dakika yerimden doğrulamadığım gibi, hala aramızda santimler olduğunu zannediyordum. Önüme bakmaya devam ettikçe, elimdeki gerçekliği fark edebilmiştim. Dizlerim topuklarımla kısa bir süreliğine anlaşmış ve gideceğim yolun sonuna kadar yürüyebilmem için kaslarıma zorlama yapmadan, sakin ve küçük adımlarla yürümemi tembih etmişlerdi. Bunların hepsi tahin pekmez ikilisinden kaynaklanan acayip çıkarımlardı. Santimlerin, kasılmaların, kasların, etlerin, damarların, iliklerin, lenflerin, kanların hiçbir önemi olamazdı. Gözlerim misafir oldukları ve kirasını bir ömür boyunca vermeye devam ettikleri iskelet oyuğunda yalnız ve efkârlıydılar. Ruj dağılmadan öpüşülmediği gibi, onlar da ıslanmadan sevemiyorlardı. Yine yazmıştım yazacağımı:
‘Dudaklarından okuyabilmek, bağırsakları delik deşik edilmiş bir askerin zafer naraları atması kadar naif bir istek. Bu tutulma en son hangi yangında karşıdan karşıya geçirilmişti ve Güneş o gün doğmamıştı? Hayır, var, orada, bir tül perdenin arkasında, başında kafesler olan bir kuşun hikâyesi var. Omuzlarından yukarı bedenini kapayan ince kumaşıyla garip bir başlık ve yerçekimine uygun olarak sarkan sapsarı saçlar var. Bunlar var, inkâr etmiyor hiç kimse. Yer yer siyah saçlar göze çarpıyor. Kimisi diyor ki gerçek saçları sarı, o siyahlar dip boyası gibi bir şey. Kimisi de başka şeyler söylüyor, gözlerine örneğin, kötü kötü, insanı kahreden sözler söylüyorlar. Dinlememeliyim onları. Onları dinlerse insanlar çok kötü şeyler olabilir. Ağaçları kesebilirler. Ağaçlar kesilmek içindir elbette ama haddinden fazla ayrılığa toprak katlanamaz. Toprağın sevgilisidir ağaçlar. Toprak âşıktır onlara; anne gibi! Anneler çocuklarından vazgeçemez. Bazen vazgeçtiklerini zannetseler de insanlar. Aslında tekrardan sımsıkı sarılmak içindir o ayrılık. Bunu kötü insanlara anlatamazlar. Çünkü onlar da aslında toprağın sevdiklerindendir. Toprak sever. Toprak âşık da olur. Sonra vazgeçer. Bir gün der, bir gün her şey biter. Sonra tekrar ben sözümü söylemeye başlarım. Uzunca zaman anlatmalı bu hikâyeyi. Hikâyeler anlatılmak için vardır. Öykülerden bir dünya kurarız sonra. Sonelerle…’
Or.’a gitmekten vazgeçtiğimi söyleyecektim elbette ama önce bunu hazmetmem gerekiyordu. Or. olduğu kadar, bu isim Pedro, Samuel, Naci, Rıfat, Ayşe, Ezgi’de olabilirdi. Ezgi olabilirdi mesela. İçimde büyüttüğüm dünyevi kini ona boşaltabilir, suratındaki kavuniçi rengi koyu makyajın fondötenlerini köpeklere yalatıp, hormonsuz çileğin kışın da var olabileceğini sonbahar da tartışabilirdim. Asistan olduğunu benden başka herkes daha iyi biliyordu. Ben onu ilk gördüğümde aklıma kavun gelmişti ve o benim için mevsim ne olursa olsun kavundu. Yenilir veya yenilmez, varsa yoksa bir kavundan başkası değildi. Or. kitap fuarına gideceğini söylemişti ama gitmeyeceğine adım kadar emindim. Or. edebiyat piyasasından tiksiniyordu. Kitap çıkaralım sana dediğimde ‘o menfaatçilerle aynı tezgâhta kitabımı peşkeş çektirmem’ diye haykırıyordu. Aslında kaybetmekten yorulmuştu. Kaybetme psikolojisinin ayrı bir engelleyici tarafı da, tükenmenin artık insanı vazgeçmek adlı virüsle hayat boyu arkadaş olacağının kanıtıydı. Bu belirtiler bende de başlayabilirdi elbette, yazıyor ve edebiyat adına olumlu bir şeyler düşünüyor olsaydım. Feribotun arkasından bakınırken, Or. aklıma geldi. ‘Martılar… O güzel martılar kimi zaman bir feribotun peşine takılıp karşıya kadar uçuyorlar. Bende böyle hayal ediyorum kendimi. Güzel bir şey duyduğumda, birisi güzel bir şeye sahip olduğunda, ben de mutlu oluyorum, güzelleşiyorum. Sonra, bir zaman sonra güzelliği kendime yakıştıramıyorum. Gece oluyor. Kararıyor zaman. İçim dışım zifir. Kükürt boşalıyor ayaklarımdan. Gagasına ekmek yapışmış tok bir martının cesedini sanat resmediyor, ben kınıyorum kendimi. Kınamak güzel şey kendini! Hele ki bu martılarla beraber yaşayıp, onların dilini bir türlü anlayamamaktan ötürü.’ Yüzde onu likra olan bir taytın geldiğini öğreniyorum eve varınca. Kargo şirketi not bırakmış kapıma:’ Üzgünüz, kargonuzu size veremedik. Evde yoktunuz. Sizi şubemize bekliyoruz.’ Gidiyorum da, yüzde doksanı pamuklu taytı alıp eve dönüyorum. İçeri girince umarsızca kargo poşetini yırtıyorum. İçinden çıkan tayt soğuk bir elmanın dış yüzeyine dokunma hissini anlık verdikten sonra, yerini içimdeki deneme hissine bırakıyor. Pantolonu çıkarıp, taytı giymek için saniyelerle yarışıyorum ama yavaş hareket etmem gerektiğini xl taytı giyerken anlıyorum.
‘Supangle!’ Hangi tekstil üreticisi böyle değişik bir isim koyabilir ki tekstil ürününe? Supangle donları… Supangle atletleri, pantolonları, etekleri, gömlekleri, külotları, sutyenleri, fularları, şapkaları, eldivenleri… Ama hayır, sadece tayt! Sanırım minibüsteki santimleri hatırlama zamanım geldi. Supangle tatlı bir şeydi, evet, kakaolu, yumuşacık bir şeydi. Minibüsteki bayanın da taytı Supangle markasına mı aitti acaba? Taytı almamın sebebi, dizlerimdeki kasılmaları engellemekti. Bacaklarımda romatizma olduğu için, sıkı giyinmeliydim. Bunu pek becerdiğim söylenemez. Bu yüzden bu taytı almıştım ve yalnızca evde pijama altından giymeyi düşünüyordum. Tayt üzerimdeyken, aynada kendime bakmalıydım. Böyle dar bir kıyafet içerisinde, hem de supangle marka tayt içerisinde nasıl bir şablona sahiptim? Bisiklet sürmenin faydalarını ilk defa görebiliyordum. Bacaklarımdan kalçanın sırta uzanan eğri tarafında kas kütlesi belli oluyordu ancak, kas kütlesinin üzerindeki oval yağlanmayı gözümden kaçırmamıştım. Menopoz sonrası kendisiyle barışık olmanın manasız bir gaile olduğunu bilen olgun bir kadın ruh halini aynada kendime bakınırken fark ediyordum. Minibüsteki bayanın karşısına bu halimle çıkıp, onun kahkahalar atmasını diliyordum. Bu manasızca bir istekti, çünkü onu mutlu etmek istiyordum. Taytın üzerine pijamayı giyinirken, son kez taytlı halime bakarken, aslında bayanın üzerindeki taytın eski, defalarca yıkanmış bir tayt olduğunu yeni fark etmiştim. Saatlerce sonra bile gözlerimde hiç eskimeden o manzarayla karşı karşıyaydım. Masmavi gözleri göğü kıskandırıyordu.
‘Vahşi hukuk! Soytarıların dillerinde pelesenk ettiği adalet kadar, vahşi hukuk bizim için geçerli sebepleri olan Medusa! Mebus, müsebbip… ‘ Bazı şeyleri tekrarlarken coşuyorum. Kitapçı raflarında giderek artan kötü kitaplar gibi bile olamıyorum. O bile olabilmeli bazen. Cesaretsiz kalışıma iyi okumalar da çare bulamıyorken, gün geçtikçe medyatik fotoğraflar arasında kaybolan düzgün, hanım, efendi klişesinin tacını elleriyle, tırnaklarıyla kazıyan, yazan insan hikâyeleri tasarlayıp duruyorum. Elimdeki krem iki avucumun tam ortasında raks edercesine ovalanırken, dizlerime iyi gelen ancak gözlerimden bir türlü gitmeyen santimlik manzarayı tarihe gömebilmek adına tekrardan soyunuyorum. Makası arıyorum deli divane evde. Makası çamaşır makinesinin deterjan koyulan kısmında buluyorum. Diz kapaklarımdan hafif yukarıda kalacak şekilde taytı kesiyorum. Artık uzun bir külot ve diz üstü çoraptan oluşan farklı bir kombinasyona sahibim. Uzun külot tarihe gömülmeli. Yarım saat boyunca dinlenip, kabarmış hamura benzeyen poposuyla bayan sarı saçlarını yeleğin başlığında kurtarıp yağmura salarken, gözlerini bir o kadar da kıskanası buluyorum. Bacaklarıma bakıyorum. Kimi zaman onların olmadığını hayal ediyorum. Acı veriyor. İnsan acı veren şeylerden kaçması gerekirken, saplanıyor bok çukuruna. Ortasından bok çıkıveren iki oval yumuşakçanın tanrısız sırıtışına anlam aramaktan yoruluyorum. Dar geliyor her şey, daralıyorum.
Ortopedi doktorunun odasından çıkarken, tavsiyelerine uymazsam ileride daha büyük hastalıklarla boğuşacağımı öğreniyorum. On beş kilo vermeliymişim. Bacaklarımda sinir sıkışması yaratabilme olasılığına binaen tayt gibi dar giysiler giymek yasakmış. Üşütmemeye gayret etmeli, bel fıtığını hortlatmamalı, tiroit bezinin dengesi için sağlıklı beslenmeli… İyice bunalmıştım. Tavandaki nemin boyadaki çatlak izlerini takip edip, pencere ulaşmıştım. İnsan santim kadar yakın olduğu şeylerin kıymetini çok sonradan anlıyordu. Daha da doğrusu santimden bile yakındı bazı şeyler. Mikrometrelik sayıklamaların ardından büyük bir şovun içerisinde yapayalnız hissediyordum kendimi. Anlatmanın önemi yoktu. Gittikçe daralıyordu boğaz ve duman dahi giremiyordu. Liberal kapitalist bir bakışla minibüse oturuyordum. Onu bekliyordum.
YORUMLAR
Bu yazının sonunda merak ettiğim tek şey Or.'un açılımı. Or'un açılımı orospu olabilir mi? Ben direk orospuya orospu dersem yazım kaldırılır mı? Yoksa orospuya orospu demeyecek kadar kibar mı olmalıyım. Yoksa isim Orşan gibi bir kadın ya da travesti ismi mi? Travestilerin bu dünyada varolmaya hakkı var mı? Hakk ne demek? Feminist olmak kadın haklarını savunmak mı yoksa erkeklerden nefret etmek mi? Bir erkek ne derece feminist olma hakkına sahip? Kimin feministliği gerçek ben kimim burası neresi? Siz kadın mısınız, erkek mi? Kadınlık kadın olmak, adamlık adam olmak... Ne demek? Kimin doğrusu benim yanlışım?
Ben bunların cevabını buldum ya da bulmadım. Çünkü benim adım Pınar ve hayat benim için bir muamma.