KARINCA MUSTAFA
KARINCA MUSTAFA
Karınca Mustafa her ne kadar ufak tefek olsa da, onun karıncalığı çalışkanlığından gelmekte idi. Bilindiği gibi karıncalar yüzlerce kez yuvaları yıkılsa, yılmadan yuvalarını tekrar yaparlar… İşte Karınca Mustafa bu tanıma uyacak kadar çalışkan ve yılmaz bir azimle doluydu. Kısa boyu ve çelimsiz haliyle, iri kıyım insanların yapamadığını yapması ve onu daha çalışkan kılıyordu. Ondaki bu çalışkanlık sevenlerin sevgisini kazanırken, sevmeyenlerinde nefretini kazanıyordu. Ama o hiç aldırmadan tıpkı bir karınca gibi çalışıp didiniyordu. Üstelik kendi evlerinin işini bitirdiği gibi komşulara da yardımda kimse onunla yarışamıyordu…
Onu çalışmaya iten belki de erken yaşlarda annesiz babasız kalması da olabilir. Annesinin babasının yokluğunu hep çalışmayla doldurmaya çalıştı. Babasının yerine geçen ağabeyi ile iyi geçinmenin de bir yoluydu bu. Hatta yengesi ile iyi geçinmesi de çalışmasına bağlıydı. İki bacısı da kocaya gitmiş, Mustafa ya kol kanat gerecek kimse kalmamıştı. Mustafa da kendini çalışmaya vererek yalnızlığını böyle gidermeye çalıştı. Akranları gibi ne oyun oynadı, ne de doyasıya eğlendi. Ama yine de Mustafa yaranamazdı… Yengesi ve ağabeyi Mustafa’dan çok ondan birkaç yaş küçük çocuklarını ele üstünde tutarlar, Mustafa’yı hep horlarlardı...
Belki de böyle ufak tefek olmak sürekli ezildiğinden gelmektedir. Oysa ciddi bir hastalıkta geçirmiş değildi. Genel de küçük kardeşler ağabeylerinden boyca ve cüsse olarak daha iri idiler… Bütün itilip kakılmalara karşın Mustafa, askerlik çağına kadar çalıştı didindi. Mektebe dahi gitmedi. Nasıl gitsin Mektep anasının dini dedikleri uzak bir kasaba da idi. Bu işin gücün içinde oraya okula gitmesi, sabahtan akşama kadar işten güçten de kurtulmasıydı… Ağabeyi kendi üç çocuğunu okula gönderirken Mustafa’yı göndermedi. Niye Mustafa amca idi. ‘Olmaz olsundu’ Mustafa hep böyle düşünürdü. Oysa çocukların başında o da gidip okuyabilirdi.
İnsan kendini bir şeye vermesin zamanın nasıl geçtiğini anlamaz. Mustafa bir de baktı ki, askerlik çağı gelmiş. Askere giderken sevindi. Hem yeni yerler görecek hem bıktığı bu köyden uzaklaşacaktı. Askerde de karıncalar gibi çalıştı. Vatan millet aşkına ne iş verilirse yaptı. Askeri mektepleri temizledi. Cami’yi temizledi. Kendini sevdirdi. Komutanlardan okuma yazma öğrendi. İmamlık yapan askerden Arapça öğrendi. Askerlikte en büyük kazancı da bu oldu.
Köye döndüğünde ağabeyi çok sevinmişti. Bu sevginin altında yatan Mustafa’nın iyi bir işgücü olması idi. Köyde birçok kimsenin okuryazar olmadığı yerde Mustafa’nın askerde okuryazar olması üstelik birde Arapça öğrenmiş olması bütün köylünün takdirini kazanmıştı. Karınca Mustafa oldu, Efendi Mustafa. Efendi okumuş yazmış kişi anlamına geliyordu ve okul öğretmenine de Efendi derlerdi. Bu Efendi lakabı Mustafa’nın kişiliği ile de uyumlu olmuştu ve Mustafa’yı hiç şımartmadı. Mustafa köye geldiğinde birçok gözlemde bulunmuştu. Bu köyde adamın ne uzayıp ne de kısalacağı vardı. Kimle ölüp kimler kaldı diye araştırırken, ölenlerden çok; başını alıp köyden şehre gidenler dikkatini çekti… O da aklına koydu en kısa zamanda köyden o da göçecekti. Kendisine böyle söz vermişti. Ama önce sevdiği kızı alıp öyle gitmeliydi. Kızın adı İsmahan’dı.
İsmahan köyün varlıklı ailelerinden birini kızı olduğu için istemek aklına hiç yatmadı. Efendi lakabıyla uyandırdığı saygınlığa rağmen kendisine bu kızı vermeyeceklerini çok iyi biliyordu. O da kızı kaçırdı. Güçlü olan kızın ailesi ve kızı kendi oğullarına almak isteyen yakınların engellemesinden çok kızın aklının çelinmesi idi. İsmahan’a davulun dengi dengine çalışması gerektiğini anlattılar ve yine köyün varlıklı ailesinin oğlunu önerdiler. İsmahan’da pek üstelemedi. Mustafa üç yıl askerlik süresince ne arayıp ne sormuştu. Oysa üç yıldır kimseye varmayan İsmahan, Mustafa’yı umutlandırmıştı ve kendisini beklediğini sanmıştı…
Bu olaydan kısa bir süre sonra ağabeyi Musa, Mustafa dururken büyük oğlu Seyit’i evlendirmek için hazırlıklara başladı. Seyit daha askerliğini bile yapmamıştı. Seyit’in evlendirilmesi köyde herkesçe ayıplandı. Mustafa’ya kimi acıyarak kimi üzülerek baktı. Yapılacak bir şey de yoktu. Sözler kesilmiş, nişan hazırlıkları yapılmış ve askerlik öncesi de evlilik hazırlıkları yapılmıştı. Herkes abisinin Mustafa’yı cezalandırdığını düşündü ve Musa’ya karşı tavır aldı. Okunan birçok kişi Seyit’in nişanını gitmedi. Musa da köyün ileri gelenlerine Mustafa’yı da evlendireceğine dair söz verdi. Bunu da Mustafa’ya bir şekilde duruydu. Hem köylünün hem de Mustafa’nın gönlünü almış oldu…
Köyde genç yaşta kocasını kaybetmiş üç çocuklu, dulkadın lakabını almış Zekiye isimli bir kadın vardı. Musa mı düşündü yoksa aklına birisi mi koydu bilinmez. Ya da Musa’nın babadan kalan mirası tek başına kendisinde kalması için mi bilinmez. Mustafa’nın aklına Zekiye ile evlenmeyi koydu. Köyün ileri gelenlerine de bunu öyle bir işledi ki, herkes bunun büyük bir sevap olduğuna inandı. Öyle ya üç çocuğa babalık yapacak, dul bir kadına da sahip çıkacaktı. Üstelik kadının kocadan kalan evi ve tarlası vardı. Peygamberin de kendisisinden onbeş yaş büyük Hatice ile evlendiğini anlattılar. Altan girdiler üstten girdiler Mustafa’yı ikna ettiler.
Zekiye kırk yaşında Mustafa’nın ablası, annesi gibi gözüküyordu. Köy yerinde kızlar erken evlendiğinden, Zekiye’nin çocukları da Mustafa’ya kardeş olacak yaşlarda idi. Musa abisinin çocukları ile akrandı. Onlarda bu evliliğe razı gelmedi. Ama köyün ileri gelenlerine karşı gelecek güçleri de yoktu. İstemeseler de kabullendiler. Mustafa’ya baba yerine emmi dediler. Zekiye de uzun süre kocasızlığın verdiği yalnızlıkla Efendi Mustafa’yı Efendim diye kabul etti… Bu evlilik adeta Mustafa’yı olgunlaştırdı. İşlere dört elle sarıldı çifte çubuğa, tarlaya bahçeye koşturmaya başladı. Bu arada ağabeyi Musa bir mirasçıyı başından attığına sevinmekteydi.
Bir süre sonra Zekiye, Mustafa’dan hamile kaldı. Mustafa’yı baba olma heyecanı sardı. Köy yerinde en çok yaşanan hamile kadın ve çocuk ölümleri Mustafa’yı da buldu. Baba olma sevinci kursağında kalan Mustafa böyle bir sonuçla karışılacağını hiç tahmin etmemişti… Zekiye’nin evinin ve tarlalarını çocuklarına bırakarak, yine ağabeyinin evine döndü. Bu olaya ağabeyi çok bozuldu ama Mustafa eşinin ve çocuğunun ölümü üzüntüsü içinde iken fazla üzerine varmadı…
Mustafa yine işe güce daldı… Alıp başına şehre büyük şehirlerden birine gitmek istedi ise de abisi buna izin vermedi. ‘Oğlum istiyorsan seni yine everirim, bu kez bir kızla evlendiririz; böyle durumlarla karşılaşmayız’ dedi. Köyden Mahmut’un kızı Fadik’i istediler. Mustafa, Fadik’le evlendikten sonra; babadan kalma küçük iki gözlü bir eve yerleşti… Anadolu’nun ortasında bu küçücük köyde geçinmek çok zordu. Çünkü tarlalar verimsiz ve taşlı idi… Artık şehre gitmeyi çok daha istiyor. Fakat orada nasıl yapıp edeceği konusunu cesaretini kırıyor. Şehre gidenlerden kiminden iyi haber alıyor, kimisindense kötü haber…
Yıllar birbirini kovalarken iki erkek çocuğu oldu. Birinin adını Hasan koydu diğerinin adını Hüseyin artık dört nüfus olmuşlardı. Mustafa’yı her geçen gün daha düşünceli görenler bir anlam veremiyordu. Oysa o iki çocuğu ile bu verimsiz köyden kaçıp kurtulmanın yolunu düşünüyordu. Bu arada köyden ve diğer köylerden Almanya’ya Fransa gibi ülkelere gidenler vardı. Bunun araştırmasına girişti. Araştırdıkça morali daha da bozuldu. Gitse karısı iki çocuklan ne yapacaktı. Gerçi eşi Fadik bir erkek gibi ev işinden çok erkeklerin yaptığı işlere yatkındı. Ama işin en kötüsü Mustafa’nın birkaç dişi eksikti. Eksik dişi olanları almıyorlardı. Yaptırmak içinse elde avuçta beş kuruş yoktu. Ağabeyi ise Mustafa’nın kendisinden ayrılmasını hiç istemiyordu. Üstelik kuruş koklatmıyordu.
Küçük erkek kardeşlere bir de kız kardeş gelmişti. Mustafa kesin kararını verdi. Ankara’ya girecek bir iş bulup, eşini ve çocukları yanına alacaktı. Mustafa’nın bir kız kardeşinde Ankara’da idi. Önce kız kardeşine uğraşacak onda kalacak ve iş bulacaktı. Kızın kırkı çıktıktan sonra bir yorgan köyden ayrıldı. Ala yorganı sırtlayıp köyün yoluna koyuldu. Ağabeyi Mustafa’nın ne kadar kararlı olduğunu bildiği için sesinin çıkarmadı. Ne de olsa tarlalar, ev kendisine kalmıştı. Ama bu Mustafa’nın hakkından vazgeçtiği anlamına gelmezdi…
Mustafa trenden inip, kız kardeşinin evine geldi. Pekiyi karşılanmadı bu da Mustafa’nın gözünden kaçmadı. Hemen kararını verdi en yakın zamanda bir iş ve kalacak yer bulmalı. Kimseye yük olmadan başının çaresine bakmalıydı. O sokak senin bu sokak benim dolaştı durdu. Parklarda peynir- ekmek, üzüm – domates yedi gece gündüz demede iş aradı. Üç beş gün geçmemişti ki. Eve geldiğinde ala yorganı kapının önündeydi. Eve aldığı öteberiyi kapının önünde bıraktığı gibi yorganını alıp gitti. Bir garip olmuştu. Gözleri ağlamaklı olmuş sokağa atıldığı içine dert olmuştu. Şimdi daha iyi anlıyordu, o deyimi “iki gün misafirsin, üçüncü gün fazlalıksın”. O günden sonra kimsede kalmayacağına yemin etti.
Birkaç gün parklarda yattı. Sonra Bahçelievler tarafında İsrail evleri diye bir site yapılmaktaydı. Onun inşaatına gitti. Yedi sekiz ay o inşaatta hem çalıştı. Hem de yatacak bir yer edinmişti. Hatta inşaat bittikten sonra üç beş ay daha orada kaldı. Ne iş bulursa çalışıyor, bir taraftan da daha iyi bir iş bulma imkanı ile yanıp tutuşuyordu…
Sivas köylerinden gelenler apartmanlarda kapıcılık ediyordu. Kapıcılık demek hem iş hem başını sokacak bir dam demekti. Mustafa da bunu bildiğinden kapıcılık kapan hemşerilerine sürekli tembihlerde bulunuyordu. Bir iş çıktığında hemen haber vereceklerdi. Ama ha deyince olacak iş değildi…
Nihayet kapıcı Kazım müjdeyi verdi. Anafartalar Caddesinde Hanif Çarşısı’na kapıcı dayanmıyordu. Bu binanın girişi çarşı katları ise daire olarak yapılmış, kiminde oturanlar var, kimi ise büro olarak kullanıyordu. Çarşı yöneticisi Mustafa’yı çelimsiz zayıf görünce ‘becerebilecek misin’ dedi. Üstelik bir de binanın kalorifer kazanının yakılması gibi ek görevler vardı. Mustafa iş bulmanın sevinci ile hemen işe atıldı. Alt katta bir odalık yere sığındı…
Hemen ilk işi köydeki çoluk çocuğu getirmekti. Hemen izin alarak köye gitti. Öncede haber salmıştı hazır olsunlar diye. Birkaç yorganla trene bindiler. Trende Mustafa hala ne yapacağının planlarken Fadik’te küçük kızı Neslihan’a sıkı sıkıya sarılmıştı. Trenin sarsıntıları çocuğu hırpalayacak diye çocuğu o kadar sıkıyordu ki, kız ağlıyordu. Kızın ağlaması üzerine, babası kucağına aldı. Babası Fadik kadar sıkmadığı için küçük kız rahatlamıştı…
Mustafa ilk günde hemen anladı buraya neden kapıcı dayanmadığı. Ama Mustafa dayanmak zorundaydı… Aslında bu binaya iki kapıcı gerekliydi ya da kalorifere başkası bakması… Gel gör ki gibi işyerlerinde az kişiyle çok iş gördürmek bir gelenek olmuş gibiydi… Yapılacak tek şey bütün yorgunluğa rağmen katlanmak gerekti. Eşi Fadik’te boş durmuyor Mustafa’ya elinden geldiğince yardımcı oluyordu. Ah çocuklar biraz büyük olsaydı bir işin başından da onlar tutardı. Ama onlar okuyacaktı… Büyük mekteplerde okuyacak babaları anneleri gibi olmayacaktı. Zaten okul çağına da gelmişlerdi…
Mustafa bir yandan çalışıyor bir yandan da buradan kurtulmanın yolunu düşünüyordu. Önce başının sokacakları bir damları olmalıydı. Ne yapıp edecek para biriktirecek bir gecekondu yapacaktı sonra geçiminin sağlayacak bir iş bulacaktı. Çevrede işporta ile geçinen birçok insan vardı… Mustafa da boş zamanlarında halden aldığı meyveleri uyduruk bir tezgâhta satarak üç beş kuruşta bu işten kazanmaya başladı. Başta bu işi yapanlar bu işe bozuldularsa da fazla ses etmediler… Çünkü Mustafa’ya işleri düşüyordu. Terazilerini, tezgâhlarını Mustafa’ya teslim ediyor, gerektiğinde zabıtadan kaçıp onun işyerine sığınıyorlardı. Bu işi yaparken mümkün olduğu kadar işini aksatmamaya çalışıyordu…
Bir gün birileri bina sahibi Hanifi Beye şikâyet etmişti. Hanifi Beye bir Bulgar’dı. Ama çalışkan insanları seven biri olarak Mustafa’yı sevmişti. Uzun süreden beri Çarşı da bir kapıcı dayanabilmişti. Üstelik işlerde pek aksamıyordu. Yönetici de memnundu… Zaten yöneticiden umudu kesenler Hanifi Beye şikâyet etmişti. Diğer kapıcı dostları Mustafa’nın gözünü açmıştı. Mustafa aylığından başka bir de bahşişler edinmekteydi. Önceleri paraları kaldıkları odada muhafaza etmeye başladılar… Bir süre sonra köyden gelenleri uğrak yeri olan evleri tekin olmamaya başlamıştı. Hatta bir iki kere biriktirdiği paralar yok olmuştu yani çalınmıştı. Bu olaydan sonra dersini alan Mustafa artık parayı yakınlarda bulunan bankalara yatırmaya başlamıştı. Zaten diğer kapıcı dostları da böyle yapıyordu…
Bu arada çocuklar çevreye alışmışlar ama eve hiç girmiyorlar, nasıl girsinler; bir o odadan ibaret olan evde eşyalarından kalan yerde ancak kediler gezebilirdi. Onlarda Çıkıkçılar yokuşu, Kalenin surlarında, Bentderesi, Çerkez sokak ve Hacı Bayram gibi yerlerde geziyorlar öylesine vakit geçiriyorlardı. Bu çocuklar kime çektiyse hiçbir işte yardımcı olmadıkları gibi bir işe yaramıyorlardı. Oysa kızları Neslihan öyle değildi. Neslihan annesine çekmişti. Annesi gibi uğraşıp didiniyor ne yapacağını nasıl yardım edeceğini şaşırıyordu. Ama ağabeyleri onu da ayartım peşlerine katıp sokak sokak gezdiriyor. Neslihan da onlara benzemişti. Hatta arkadaşları ona Ali ismini takmışlardı. Neslihan da erkek gibi olmuştu. Zaten ağabeylerinin eskilerini giyerdi. Belki de bu erkek giysilerinden dolayı Ali olmuştu…
Önce büyük oğlan Hasan okula başladı. Adliyenin yanında Saman pazarına çıkan yolun girişinde Atatürk zamanında yapılmış tarihi bir okulda başladı. İki sene sonra da Hüseyin başladı. Bu çocuklar evde anne babaya yardımları olmadığı gibi okul yaşamında da tembellerdi. İki erkek kardeş okula başlayınca baba da kızı Neslihan’a alıp, Pazar’a, bakkala, posta hane’ye, bankaya, elektrik-su faturası yatırmaya hep kızı Neslihan’la giderdi. Neslihan babası gibi çalışkan ve zeki bir kızdı. Babasının yanında daha okul çağına gelmeden çat pat okuma yazma yapabiliyordu. Bu yeteneğini gören baba çocuğu okula götürmüş, öğretmenler henüz yaşı dolmadı diye kayıt yapmamışlardı. Buna kıza Mustafa “ikinci sınıf giden bir öğrenciniz ile karşılaştırın” demişti. Öğrenmenler de Neslihan’ı karşılaştırmışlardı. Gerçekten de Neslihan ikinci sınıfa giden öğrencilerden daha iyi idi. Hemen okula başlattılar ve üstelik ikinci sınıftan.
O yıllarda Hanif Çarşısının bulunduğu Anafartalar Caddesi ve çevresindeki mahallelerde gayrimüslimler yani Rumlar ve Ermeniler bulunmaktaydı… Bunlar bir kısmı zaman zaman evlerini satıp Avrupa’ya gitmekteydiler. Ama bunların evlerine güç yetmiyordu. Büyük paralar istedikleri için de kimse alamıyordu. Onlarda yaşlılara evleri emanet edip, Avrupa ülkelerine gidiyorlardı… Hanifi Beyden onlardan biri idi. Mustafa’nın bir ara bu Ermenilerden bir küçük ev almaya niyetlendi. Sanayi Caddesinin arkasında Ermeni bir bakkalın evini alacaktı. Ama adam evle bakkalı birlikte satmak isteyince pazarlık sona erdi. Bir kere de Çerkez sokakla yıkık dökük bir gecekonduya alıcı oldu ona da parası yetmedi. Aslında parası hiç yetmiyordu da bir kısmını banka kredisi kullanacaktı. Bu konuda kendisine yardım vaat edilmişti…
Bir süre sonra Mustafa ev alma işinin çok pahalıya mal olacağını ve krediyi bankaya ödemeyeceğinden korktu. Birçokları gibi bir arsa alıp üzerine gecekondu yapmak daha akıllıca geldi. Samsun yolu civarında yeni kurulmakta olan bir mahallede bir arsa aldı. Çevresini sitelerden aldığı kereste ile çevirdi. Kendisini biraz toparlayınca gecekonduyu da yapacaktı… Bahçeye apartmanlarda, köşklerde olduğu gibi güller ekecek; envai çeşit ağaçlar dikecekti. O günleri iple çekiyordu…
Mümkün olduğu kadar çarşıdaki işleri aksatmamaya çalışsa da bir ortadan kayıp olduğunda olmadık dedikodular çıkıyordu. Yok, başka yerde iş bulmuş, yok her iki yeri de idare ediyor. Yok, yükünü tutmuş birçok yerde arsa almış. Elin ağzı torba değil ki büzesin. Ama Mustafa’nın hiçbir şeye aldırdığı yoktu. Birçokları onu çalışkanlığını kıskanırcasına “bu adamın götünde kurt var hiç boş durmuyor” diyorlardı. Onun tek derdi biraz daha para biriktirip birkaç göz gecekondu yapmak. Artık canına tak demişti. İki erkek kardeşi bir yatırıyorlar. Neslihan’ı da aralarında alıp yatmaktan başka çözümleri yoktu. Neslihan’a rağmen Fadik hamile kalmıştı. Bir dördüncü çocuk yolda idi…
Mustafa bütün bu işin gücün içinde eşinin hamile kalmasına ne sevinebildi, ne de üzüldü. Her çetrefilli işte takındığı hoşgörülü tavrı gösterdi. ‘Gözle sen işi’ demekle kaldı. Onun bu ‘gözle sen işi’ bir hayret nidası olarak çocukların dillerine takılırdı. Çocuklar bazen babadan önce ‘gözle sen işi’ dediklerinde Mustafa kafirin çocukları diye kızardı…
Eşi Fadik’in de işi kolay değildi. Zaman zaman çocuklar hasta olur. Fadik olmadık marifetler sergilerdi. Anadan ebeden gördüğü kocakarı yöntemleri ile çocukların derdine derman olurdu. Kulak rahatsızlığı çeken çocuklara sütünden sağar damlatırdı. Yine kabız olan çocuklara sabundan fitil yapıp kıçlarına koyardı. Çocukların idrarını kaşıkla içirir ondan bir sağaltım umardı. Bir keresinde oğlu Hasan’ın başı yara bere içinde kalmıştı. Fadik dışkı sürerek çocuğun kafasın iyi etmişti…
Mustafa daha fazla dayanamadı biraz borç harçla bir gecede gecekonduyu dikti. İçinin sıvasını kapı penceresini taktıkları gün yerleştiler. İçinde kafasına koyduğunu yapmanın huzuru içinde hissetti kendisini. Artık Hanifi çarşısındaki tek orada kendisi kalıyor hem temizlik işlerine hem de kışları kalorifere bakacaktı. Mustafa’nın için huzur doluydu ama Hanifi çarşısında huzur kalmamıştı. Yıllarca bu çarşıda bir odada neler çektiğini görmeyenler onun bir gecekondu yapmasını hazmedemediler. Angarya işleri artırarak biraz daha ezmeye ve göz açtırmaya başladılar. Bazıları ise Mustafa’nın camiye gitmediğine kafayı takarak onun Alevi olduğunu yaymaya başladılar. Apartmanı ve çarşısın iyi temizlenmediğini baştan savma yapıldığını söyleyerek, yönetimi sıkıştırmaya başladılar. Bütün bunlardan sonra yönetim de Mustafa’nın işime son verdi.
Bu işten ayrılmaya Mustafa çok üzülse de sanki sırtında büyük bir yükü indirmiş gibi rahatladı. Kendisini sevenler diğer esnaf ve apartman sakinleri diğer komşularına çıkıştı. “Ulan bir garibi barındırmadınız yazıklar olsun size” diye verdi veriştirdiler. Birisi “Ulan sizin yaptığınız, şu elin gavur yapmaz” diyerek Çarşı sahibi Hanif beyi ima ederek kızıyorlardı. Bu arada Mustafa’yı “Senin gibi çalışkan bir adama iş mi yok gardaş” diyorlar ve ekliyorlardı. “Taştan çıkarırsın sen nafakanı” diyor üzülmemesi için telkinde bulunuyorlardı…
Mustafa birkaç gün dinlendin ve düşündü. Bir şeyler yapması gerekiyordu ama ne yapmalı. Çevredeki evlerin odun - kömür gibi sorunları vardı. Hemen hemen her evin ihtiyacı idi. Bahçeye küçük bir ardiye yaptı odun - kömür getirdi. Önceleri bir el terazisi ile tarttı. Beş kilo tartarak yüz iki yüz kilo odun kömür satarak en sonunda bir kantar aldı. Odun - kömür de iyi kazanç vardı. Çünkü kışın en temel ihtiyaçtı. Ama bir süre sonra da çevrede başka ve büyük ardiyeler açılınca bu işi bırakmak gerektiğini anladı…
Birden aklına bir bakkal dükkanı açma geldi. Kapıcılık yaptığı zamanlarda bakkal esnaflarla ahbap olmuş onlardan bu işi biraz olsun kapmıştı. Hemen gecekondunun yapına bir de tek gözlü bir dükkan kondurdu. Sıvadan sonra pencereyi de takıp rafları dizince kaldı içine malzeme dizmeye… Bu iş göründüğü gibi kolay değildi. Belediye ve zabıta birçok zorluklar çıkartıyordu. Üstelik bir de maliye ile başı dertte idi. Elektrik - su gibi eksiklerde canından bezdirmişti. Ama Mustafa hiç yılmıyor durmadan çalışıp didinip çoluk çocuğu ele güne muhtaç etmemek için didinip duyuyordu. Ama çocuklarda iş yoktu. Öyle hayırsız öyle tembel çocuklardı ki, bir işin ucundan tutmuyorlardı. Neslihan kız başına iki kardeşin yapamadığı işleri yapıyordu…
Anneye babaya yardımcı olacağım diye kendini paralayan Neslihan bir gün çok kötü hastalandı. Bütün vücudu benek benek olmuştu. Annesi bunu nazara yormakla beraber bir çare bulmak için olmadık şeyler yapıyordu. Son çare olarak aklına bal tedavisi geldi. Ama yoksulluk balı nereden bulacaksın ki. Yandaki Bolulu komşularında zaman zaman memleketlerinden bal geldiğini duymuştu. Hemen komşunun kapısını çaldı. Kadından hasta çocuğu için bal istedi. Neslihan’ı çırılçıplak soyarak her tarafını balla iyice balladı. Bir gün sonra kızda hiçbir şey kalmamıştı. Anlayacağın bal tedavisi yanıt vermişti.
Mustafa bütün gün çalışıp duruyor. Bazen Ulus’ta işi oluyordu. Çocukları yani Hasan ile Hüseyin’i dükkânı bırakıp gidiyordu. Hasan ile Hüseyin bir on onbeş dakika müşteri gelmiyor. Hemen dükkânı kilitleyip doğru sinemaya gidiyorlardı. Tabi bu kaçıp gitmelerde mahalle çocuklarının katkısı büyüktü. Çoğu kez de aşağı mahallede bulunan büyük bir arazi üzerinde bulunan Amerikalıların golf sahasına giderlerdi. Gerçi golf sahasına giremezlerdi. Çünkü her tarafı yüksek tel örgülerle kaplanmıştı. Golf oynayan Amerikalıların topları bazen dışarı düşerdi. Çocuklar da bu topları alıp, oynarlar ya da Amerikalılara üç beş kuruş karşılığında tekrar verirlerdi. Mahallenin çocukları ile her türlü haşarılığı yaparken dükkanı da yüz üstü bırakırlardı. Derken başka dükkânlarında açılmasıyla birlikte Mustafa’nın dükkânı pek iş yapamadı. Rekabet etme gibi bir şansı da yoktu. Bir köy çocuğu olmanın kendisine kazandırdığı alışkanlıkları ile yine para biriktirmişti. Bu şehir gibi yerde parasızlık kimsesizlik gibi bir şeydi…
Aşağı caddeden başlayan imarlaşma ile birlikte dizi dizi apartmanlar dikilmeye başladı. Aydınlıkevler git gide aydınlanmaya başlamıştı. Mustafa buna çok sevindi. Nihayet çektiği zahmet bir şeye yaramıştı. Gecekondusunu Müteaahit’e verecek birkaç daire alacaktı. Çocuklar kendisi gibi sürünmeyecek her birisinin bir dairesi olacaktı... Hemen işe koyuldu, yeniden bir arsa alıp, apartman bitene kadar bir gecekondu yapıp içine yerleşmek gerekti. Gerçi müteahhit kira parasını veriyordu. Ama olsun, bir süredir yaşadığı rahatlıktan sonra kiracı olmayı istemiyordu. Küçük olsun benim olsun yeter diyordu…
O yıllarda Ankara’nın her tarafı gecekondu idi. Mustafa Hasköy dedikleri bir yerden yine bir arsa aldı. Oraya bu sever daha özenli bir ev yerleştirdi. Bu kez briket değil, tuğladan yaptı. Hani şu betonarme dedikleri türdendi. Altlı üstlü iki katlı bir betonarme ev yaptı. Bahçesini ağaçlandırdı. Köşeye sokağın alt tarafına yine bir dükkân yaptı. Mustafa gerçekten de karınca Mustafa dedikleri gibi her severinde bir karınca gibi yıkılan, tehlikeye giren yuvasını bir kere daha yeniden yapmıştı…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.