- 739 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (49)
MEDİNE’NİN SON GÜNLERİ
Müslümanların tarihinin en sevinçli en buruk dönemine giriyoruz. Muhammed’in hikâyesi, bugüne kadar gelen özleriyle tarihi süslerken son dönemlerini yaşıyordu. Allah’ın insanlar arasından seçtiği her resulün bir hikâyesi vardır. Allah’ın ayetlerinde bazen uzun, bazen kısa hikâyelerinden söz ettiği resullerin hikâyeleri, onların standart, robot insanlar olmadığını gösteriyor. Tarihe alınan özetlerden giderek, sünnetullah kapsamında resullerin hayatını gözlerimizin önüne getirir. Onların hayatlarına girerek yaşarsak, karşımıza çok değişik hayat mücadeleleri çıkar. Kimi saraylarda kralken krallığının yıkıldığını, kimi köle olarak satılan kölenin kral olduğu hayat hikâyelerini yaşarız. Kimi tekten giderek çoğalırken, kimi çoktan giderek azalmış. Kimi; hayatını uzun dönemler sürdürürken, kimi daha genç yaşta öldürülmüştür. Duygusal atmosferlerden, gerçek dışı kutsamalardan öte, resullerin hayat hikâyeleri, ayetlerden ve hayatın gerçeklerinden giderek filmleştirilse, karşımıza müthiş bir resuller dizisi çıkar. Ancak nedense insanlar, resuller veya dilimize Farsçadan aktarılan peygamberler dizisi, filmi koyduklarında, gerçeklerden uzak, ütopik insanları karşımıza çıkarır. Hâlbuki onlar cahil toplulukların hayallerinde dolaştığı gibi ellerinde mucizelerle dolaşan insanlar değil. Aksine hayatın bütün gerçeklerinde alın terleriyle, emekleriyle mücadele ederek, hayatlarını ortaya koyan insanlardır.
Toplum içinde hayatını yaşarken, Allah’ın ayetiyle görevlendirilen resullerin hayatı o andan itibaren yeni bir serüvene girmiştir. Sanki eskiye dair seyredilen film kopmuş, yerine yeni bir film başlamıştır. Her resulün hikâyesi ölümünden sonra sevenleri tarafından yazılmıştır. Hıristiyanlar İsa’nın, Yahudiler Süleyman’ın, Musa’nın, Davut’un, Müslümanlar Muhammed’in hikâyesini yazmışlardır. Sevenlerinin yazdığı hikâyeler ne yazık ki, resullerin gerçek hayatı değildir. Sanki anlaşmışçasına bütün sevenler resullerini gerçeğiyle kabule yanaşmamışlardır. Tıpkı kâfirlerin resullere itirazlarında ortaya koydukları aklı, mantığı ortaya koyarak, resulleri sevenler de resullerini gerçeğiyle görmek istememişler. Hayallerinde ürettikleri kavramlarla resulleri anlatmışlardır. Resulleri sevenlerin yazdığı hayat hikâyeleri, fantastik kurgu filmleri gibidir. İnsan gücünün üstünde insanlar. Hayat şartlarında, insanüstü çaba gösteren insanlar. Önlerine çıkan engelleri aşan insanlar olarak anlatılır.
Resullerin gerçekleri nedir sorgusunda bazı temel noktaları sayabiliriz. Öncelikle resuller insandır. Hiçbir şekilde Tanrılıktan pay almamışlardır. Resuller ne tam Tanrı’dır. Ne de yarı tanrıdır. Pagan toplumların tanrılarına yakıştırdıkları kavramların hiç biri resullerle örtüşmez. Pagan toplumlar, tanrılarına saraylar yapar. Onlara kadınlar çocuklar verir. Pagan toplumların tanrıları, aynı insanlar gibidir. Aile babası, eşleri, çocukları vardır. Hatta kardeşleri, kuzenleri vardır. Bir bakıma pagan toplumlar, kendileri gibi yaşayan tanrısal varlıklar üreterek, kendilerini tanrılaştırırlar. Paganlara göre, tanrılar, yeryüzünde yaşayan insanların, hayvanların, hatta dağların, taşların, ağaçların, denizlerin içine girerler. İçlerine girdikleri varlıklar ile insanlar arasında dolaşırlar. İnsanlarla evlenirler. İnsanlardan çocuk edinirler. Avrupa, Asya, Orta Asya, Afrika, Avustralya, Amerika toplumlarının ürettikleri tanrı insan, tanrı resul ilişkileri, yaratıcı ile yaratılanlar arasındaki ayrımı altüst eder. Onlara göre yaratıcı varlık kabul edilen tanrı yarattığı varlıkları kıskanır. İnsanlarla evlenir. İnsanlara âşık olur. İnsanlarla, insani duygulardan yansıyan temalarla ilişkiler kurar. Bu varsayımlar; bir bakıma, tanrılaşmak, tanrılıktan nasibini almak isteyen, kendini yaratılmış bir varlık olarak kabul etmenin sıkıntısını yaşayan insanlara aittir. Onlar duygusal, hayali düşünceleriyle yoldan çıkarak, kendi algılarına göre tanrılık oluştururlar. Kendilerini de tanrıyla bütünleştirirler. Müslümanların tarihi de, ne yazık ki Muhammed’den sonraki dönemlerinde bu sapmalardan, sapkınlıklardan payını almıştır. Tanrılaşmak isteyen inanırlar da, önce resullerini tanrılığa ulaştıran fikirler üretmişler. Sonra kendilerini tanrılıkta ürettikleri fikirlere ortak etmişlerdir.
Resullerin insan olduğu gerçeğini kabul etmeyen kâfirler, “Sizler bizim gibi yer içer, hastalanırsınız. Sizler de bizim gibi ağlar, gülersiniz. Sizlerde bizi gibi korkarsınız. Sizler de bizim gibi yaşarsınız. Sizin bizden bir farkınız yok. Eğer gerçekten resul iseniz, bizden üstünlüklerini gösteren işaretler, deliller ortaya koyun” mantığıyla resullere karşı çıkmışlardır. Kâfirlerin bu mantığı ne yazık ki, Hıristiyanlarda, Musevilerde, Müslümanlarda da vardır. Müslümanların tarihine bir bakın. Müslümanlar, Muhammed’in normal bir insan kabul etmekten çok uzak fikirlerdedir. Kimi, Allah’ı Muhammed’e âşık etmiştir. Kimi; bütün varlıkları Allah’ın Muhammed’e olan aşkından dolayı oyalansın diye yarattığını söylemiştir. Kimi; ezelden beri Allah ile var olan Muhammed’dir diyerek, Muhammed’in yaratılan insan olduğu gerçeğini ret etmiştir. Kimi; ayetlerin ret ettiği, kâfirlerin görmedikleri için Muhammed’e karşı çıktıkları, sürekli istedikleri delilleri, işaretleri, sonradan mucize kelimesiyle bütünleştirerek, Muhammed’in hayatını mucizelerle doldurmuştur. Allah’ın gönderdiği ayetler içinde hiçbir şekilde mucize kelimesi geçmezken, Müslümanların resullere atfettikleri mucizeler kültürü dinin temelini oluşturmuştur. Sanki Müslümanlar da, Yahudiler de, Hıristiyanlar da, “bizler mucizesiz bir resulü asla kabul etmiyoruz” demişlerdir. Hâlbuki resullerin hayatında onların sözünü ettiği mucizelerin hiçbiri onların düşündükleri şekilde gerçekleşmemiştir. Allah ayetlerinde hiçbir şekilde mucizelerden söz etmemiştir. Müslümanların tefsirlerinde, meallerinde geçen mucize kelimeleri Müslümanların uydurmasından başka değildir. Bugün mucizelerinden en çok söz edilen Musa’nın hikâyesinde geçen tüm olaylar, hayatın gerçeklerinden ibarettir. Putperestlerin o dönemdeki dillerinde geçerli olan sembolik anlatımlarla, ayetler birçok olayı şiirsel bir şekilde topluma anlatmıştır. Şairler; yani şuara suresinde, diğer surelerde anlatılan tüm olaylar, şairleriyle ayetlere karşı çıkan putperest topluma, şairlerine onların anlayacağı şekilde harika benzetmelere ayetlerde anlatılmıştır. Her dilde var olan, semboller, mecazlar, o dilin kültüründe insanlara derinliğine bir şeyler anlatırken, ne yazık ki insanların bağnazları, sembolleri, mecazları anlamadan farklı yorumlar yaparak yoldan sapmışlardır. Ne Musa’nın, ne İsa’nın, ne de Muhammed’in hikâyesinde, resullere diğer insanlardan üstünlük verecek herhangi bir farklı olay yoktur. Yani insanların mucize saydıkları hiçbir şey yoktur. Onların hayat hikâyeleri, diğer tüm insanların hayat hikâyeleri gibi, kendine özgü, diğer insanların olağan üstü sayacakları olaylar dizinidir. Tarihte, Musa gibi, köleyken saraylarda büyüyüp kral olanlar vardır. Yusuf gibi, kölelikten krallığa yürüyenler vardır. İsa, Yahya gibi öldürülen insanlar vardır. İbrahim gibi ülkelerini terk ederek başka yerlerde toplum oluşturanlar vardır. Muhammed gibi, sıfırdan bir hareket başlatıp devlet olanlar vardır. Hayat hikâyeleriyle farklı olan sadece resuller değildir. Üç sözle Hindistan’da İngilizleri deviren Mahatma Gandi’nin hayat hikâyesi… Uzak doğuda Buda’nın hayat hikâyesi… Bugün Amerika’daki birçok zenginin hikâyesi... Farklılıklarıyla dile getirilirken, onlar insan olmanın dışında tutulmazken, ne yazık ki, benzeri hayat hikâyelere sahip olan resuller, hem tanrılıkla özdeşleştirilmiş, hem de hayatları mucizelerle doldurulmuştur. Bağnazlık, cahillik, Allah’ın ayetlerine göre düşünme yerine duygusal anaforlarla düşünce üretmek, sapmaların ana kaynağı olmuştur.
Elbette Allah’ın seçtiği resullerin diğer insanlardan farklılıkları vardır. Bu onların gerçeğidir. Bu gerçek, Allah onları seçerek insanlara tebliğini onlar aracılığıyla yapmıştır. Bunun mantığını “Allah meleklerden resul seçilmeli değil miydi?” diyen putperestlere şöyle anlatır. “Yeryüzünde yaşayanlar melekler olsaydı elbette onlara meleklerden bir resul seçerdik. Ama yeryüzün yaşayan insanlara insanlar arasından resul seçiyoruz ki, biz meleklerin tebliğ ettiği dini anlamayız demeyesiniz. İnkârda kendinize bir delil aramayasınız” Şurası muhakkak ki, her resul, kendilerine ayetler geldiğinden itibaren Müslümanların ilki olmuşlardır. Onlar; insanlar içinden resullük ile görevlendirilen, Allah’ın ayetlerine inanan ve ayetlere teslim olan ilk Müslümanlardır. Tüm resuller diğer müminler gibi, Allah’ın ayetleriyle hayatlarını yaşamak zorundadırlar. Onlar da ayetlere göre, bilgilerini, inançlarını, dünyaya ait görüşlerini oluşturmak zorundadırlar. Allah’ın ayetleriyle bilgilenmek, ayetlere inanmak, düşüncelerini ayetlerle oluşturmak, yaşamlarını ayetlere göre kurmak noktasında diğer insanlar gibidirler. Aralarında hiçbir fark yoktur. Bu noktada tek fark onlar ayetlere ilk el olarak ulaşırlar. Aletler onlara vahyedilir. Diğer insanlar ikinci el olarak ayetlere ulaşırlar. Ayetler insanlara resuller tarafından tebliğ edilir. Bu noktada resuller, kendilerine ayet getiren elçiye, insanlar ise seçilen resule inanmak zorundadırlar. Tam bu noktada ince bir ayrıntı vardır. Resullerin inancı levhimahfuzdan ayet getiren elçiye inanması bireyseldir. İnsanların Resullere inanması toplumsaldır.
Resullerin diğer insanlardan farkı, Allah resullerine ayetlerini ilka eder. İlka tebliğden farklı bir kavramdır. Ayetleri, ayetlerin anlamını topluma tebliğ edecek resullere Allah ayetleri, hem sözel, hem anlamıyla ilka eder. Yani resuller kendilerine ayet vahyedildiğinde, ayetleri anlamak için diğer insanlar gibi uğraşmaz. Onlar ayeti aldığı andan itibaren, hem anlamıyla, hem uygulama biçimiyle ne olduğunun, nasıl olduğunun bilincedirler. Resuller biz insanlar gibi, değişik kültürleri, bilgileri ele alarak, ayetleri anlamaya çalışmazlar. Ayetleri anlamak için akıllarını, muhakemelerini devreye sokmazlar. Resuller bizler gibi onlarca ay, yıl Kur’an-ı anlama çalışmaları yapmazlar. Sadece Muhammed değil, bütün resuller, ayetleri anlama, kavrama göreviyle değil, ilka edilen ayetleri anlatma, kavratma görevini üstlenmişlerdir. İnsanlar ayetleri okuyup farklı noktalarda anladıklarında, farklı noktalarda uyguladıklarında, onları ayetlerin gerçek anlamına, gerçek uygulamasına davet edecek resullerdir. Resullerin bu konumu, onların risalet sıfatından gelir. Resuller, kendilerine anlamıyla, uygulama biçimiyle gönderilen ayetleri, topluma anlatmada, uygulamasını göstermede tek otoritedirler. Hâlbuki insanlar bu noktada tek otorite değillerdir. Nitekim resul zamanında bazı Müslümanlar bazı ayetleri farklı anlayarak resule gelip sormuşlardır. Resul de ayetlerle ilgili açıklamalarda bulunmuştur. Müslümanların resule gelip anlamadıklarını sormaları, resulü otorite görmelerindendir. İnsanlar ayetlerin anlamında, uygulamasında farklı noktalarda yorumlara sahip anlayışlarıyla otorite olamazlar. Aksine anlayışlarını, uygulamalarını resule göre ayarlamak zorundadırlar. Çünkü resuller ayetlerin anlaşılmasında, uygulamalarının nasıl olacağı konusunda tek otoritedirler.
Resullerin gerçeği; resullerin tanrı olmadığı, tanrılıkla ilişkileri olmadığı, ayetlerin tebliğinde, anlatılmasında, uygulamalarının gösterilmesinde tek otorite olduklarıdır. Bu özelliklerinin dışındaki; bütün tavırları, yaşamları, duygulanmaları, hayata bakışları diğer insanlar gibidir. Diğer insanlardan farkı yoktur. Onlarda diğer insanlar gibi yerler içerler, hastalanırlar, yaralanırlar, öldürülürler. Onların hayatlarında da, inişli çıkışlı hayatlar olabilir. Resulleri bu gerçekleriyle kabul etmek imandır. Onları gerçeğinden farklı noktalarda algılamak İslam’dan sapmaktır. Allah ayetlerinde resullerinin bütün özelliklerini anlatır. Resullerin insan olduğunu, hatalar yapabileceklerini, tanrılıkla ilgilerinin olmadığını ayetler bize öğretir.
Resulün Mekke’deki 12, Medine’deki 11 yıllık yaşamı olan toplam 23 yıllık yaşamı Müslümanlar için önemlidir. Hayatın gerçekleriyle 23 yıllık yaşam değerlendirildiğinde, karşımıza inancıyla bütünleşmiş. Hiçbir olağanüstülüğü olmayan bir insan karşımıza çıkar. Onu olağanüstü kılan tek şey, resul oluşudur. Müslüman olarak inançlı, azimli oluşudur.
Tebük seferinden sonra gelen tövbe suresi, Müslüman toplumu derinliğine analiz etmiştir. Aslında tövbe suresi sadece tebük seferinden sonra gelmedi. Mekke’nin fethinden önce, Mekke’nin fethi, Huneyn savaşı, Tebük seferi ayetlerde bütün incelikleriyle işlendi. Tövbe suresinin ayetleri geldikçe, resul tarafından Müslümanlara okundukça, Müslümanlar şaşkınlık içindeydi. Tarih kitaplarında, hadis kitaplarında rivayet edilen haberler, tövbe suresinin ayetleri okunurken, Müslümanların duygularını anlatıyor. “Andolsun ki, tövbe suresinin ayetleri okundukça, birbirimizin yüzüne bakamıyorduk. Sanki mescidin nebevi üzerimize çöküyordu. Yerin dibine geçiyorduk. Sanki ayetler içimizi dışımıza vuruyordu. Ayetlerin ağırlığı öyle üzerimize çöküyordu ki, yerlere kapanıyorduk. Hepimizi bir şaşkınlık alıyordu. Aklımız, kalbimiz yanıyordu. İçimizden yükselen tövbeler arşa yükseliyordu” mihenginde, özetinde anlatılan olaylar, bize tövbe suresinin kime indiğini anlatıyor. Ey Müslümanlar bilin ki; tövbe suresinin ayetleri direkt muhatap olarak, Müslümanları, Müslüman’ım diyenleri alıyor. Ben Müslüman’ım diyen herkesi içine alıyor. Ayetler münafıklardan söz ederken, ben Müslüman’ım diyenler, ne yazık ki ayetler münafıklar içindir deyip geçiyor. Şurası muhakkaktır ki; bugün tövbe suresini okuyan bizler. Bu ayetleri kendimiz için okumadıkça, ne Müslümanların ilk haccını, ne Mekke’nin fethini, ne Huneyn’i, ne de Tebük seferini anlayamayız. Müslümanların ilk haccı, İslam’ın artık Arabistan’a hakim olduğunu… Mekke’nin fethi, barışın Arabistan’a hakimiyetini… Huneyn kibre kapılan Müslümanların başına gelenleri… Tebük seferi, dünya ile Allah yolunda cihad ayrımında tereddüt yaşayanları bize anlatıyor. Bizler ayetlerin anlattığı olaylarda, özetlerde nerelerdeyiz, nasılız? Ayetleri nasıl okuyoruz? Resulün arkadaşlarının ayetler okunurken akıllarının, kalplerinin yandığı gibi, bizim de aklımız, kalbimiz yanıyor mu? Bizde bu ayetler okunurken tövbe etmek için sıraya giriyor muyuz? Ayetler okunurken bize de yeryüzü dar geliyor mu? İşte Kur’an... İşte ayetler… İşte tövbe suresi… Bugün; elimize alalım Kur’an-ı, Arapça bilenler Arapçasıyla, Arapça bilmeyenler kendi dillerinin tercümeleriyle tövbe suresini okuyalım. Eğer dünya başımıza yıkılıyorsa. Eğer aklımız kalbimiz yanıyorsa… Eğer hayatımız gözümüzün önünden geçip, hatalarımızla yüzleşiyor. Tövbe kapılarını aşındırıyorsak… İşte o zaman düzgün okumuş. Ayetleri anlamışız demektir.
Tebük seferinden sonra Bizans yerinden kıpırdayamadı. Şamlılar eskisi gibi Tebük bölgesindeki Müslümanları, Müslüman olmayanları rahatsız edemedi. İranlılardan ses çıkmadı. İslam Arabistan’da hâkimiyetini pekiştirdi. Artık Arabistan’daki savaşlar, ayrımcılıklar bitti. Barış Arabistan’a hâkim oldu. Tövbe suresinin ilk kırk ayetinde putperestlere, Müslümanlara yapılan ültimatom yerini buldu. Müslümanların tavırları değişti. Putperestler Medine devletine bağlılıklarıyla, barışa, huzura girdiler. Ali Bin Ebu Talib tövbe suresinin ilk kırk ayetini okuduğunda, Müslümanlar nerede putperest bulursa öldürecek zannedenler yanıldı. Putperestler sanıldığı gibi öldürülmedi. Neredeyse kimsenin burnu bile kanamadı. Herkes insanlık çerçevesinde, İslam’ın belirlediği ilkeler güveninde yerini buldu.
Muhammed ortada bir tehdit görmeyip, sakinliğin bölgeye hâkim olduğunu görünce Hac hazırlığına başladı. Bunu duyan Müslümanlar resul ile birlikte hac yapmak için heyecanlandılar. Resul ile birlikte hac yapmak için Mekke’ye doğru harekete geçtiler. Yapılacak hac resulün ilk haccı. Müslümanların ise ikinci haccı olacaktı. Mekke’nin dibinde yaşayan resulün, arkadaşlarının 23 yılda bu kadar az yaptıkları haccı anlamak gerekiyor. Özlerini kavramak gerekiyor. İslam dininin resulü neden bir kez hac yapmıştı? Müslümanlar niçin resul ile birlikteyken sadece iki defa hac yapabilmişlerdi? Bir yıl önce resul niçin Müslümanlarla hacca gelmemişti? Bütün bu özleri, akılla, duygularla anlamak yaşamak gerekiyor. Hesap günü aklanıp, nasip olur cennete girerlerse resulleri ile birlikte olacaklar bugünden, resulün hayatıyla yüzleşmek zorundadırlar. Bunu yapamayan Müslümanların resulü anlamaları mümkün değildir.
Bugün toplumda kendilerini resul ilan edenler var. Efendim biz Nebi değiliz. Yani bize ayet gelmedi ama biz gelen ayetlerin resulüyüz diyerek, resul Muhammed’i dışlayanlar, ne ayetleri, ne de İslam’ı anlayamazlar. Çünkü ayetler resul Muhammed’e ilka edilirken, resul kelimesinden giderek biz de resulüz diyenlere ayetler ilka edilmemiştir. Onlar ilka kelimesinin anlamı dışındadırlar. Allah tarafından seçilmiş, ayetleri tebliğde resul yani, otorite ilan edilmiş değillerdir. Allah; Muhammed’den başka her mümin ayetleri tebliğ ettiği halde, hiçbir zaman ayetlerinde ayetleri tebliğ eden Müslümanlar için resul ifadesi kullanmamıştır. Mesela; bizzat 2. Akabe biatinden sonra Medine’de İslam’ın tebliğine resul tarafından görevlendirilen Musab Bin Umeyr bile, ayetlerde resul olarak geçmez. Bilseler bu nasıl bir densizliktir ki, Allah Muhammed’in mümin arkadaşlarına resul demezken, bugün kendini bilmezler kendilerini resul ilan ediyorlar. Andolsun ki, yaptıkları bu sınır aşımının hesabını zor vereceklerdir.
Resulün hac için Mekke’ye gideceği haberinin coşkusu Arabistan’ı sarmıştı. Dalgalar halinde Müslümanlar yollara düşmüş. Tarihi rivayetlere göre 124.000 kişi, hicretin 11. Yılı Mekke’de hac için buluşacaklardı. Bu rakamlar sabit değildir. Arap kültüründe, bazı rakamlar çokluk ifade eder. Hani bugünde seçim meydanlarında, yapılan mitinglerde, yürüyüşlerde, o kadar kalabalıktı ki, yüz binler vardı. Bir milyon kişi vardı. Gibi ibareler aslında kişilerin sayımı sonucu çıkarılan sayılar değildir. İnsanların kalabalık oluşunu anlatan rakamlardır. 124.000 ifadesi, o güne göre en kalabalık topluluk olarak ifade edilmiştir. Düşünün o dönemde Arabistan’ın üç büyük şehri var. Mekke, Medine, Taif… Nüfusları on bini geçmiyor. Bütün Arabistan, Yemen, Habeşistan Müslümanlarının gelişiyle Mekke dolup taşacaktı. On bin nüfuslu Mekke’nin yüz bin kişiyi aşan insanları kabul etmesi o gün için olağanüstüydü.
Hac sırasındaki ayrıntılara girmeyeceğim. Siyer yani tarih kitaplarında birçok ayrıntı var. Tarihe veda hutbesi olarak geçen metin üzerinde duracağım. Hadis ve tarih kaynaklarında veda hutbesi olarak belirtilen metnin tamamının hac sırasında resulün hutbe olarak irat ettiği konusunda tartışmalar var. Birçok tarihçi, resulün hutbesinden zaman içinde parçalar halinde sahabeler yani resulün arkadaşları tarafından rivayet eden bilgilerin derlenmesi olarak değerlendiriyor. Yapılan tartışmaları bir kenara iterek veda hutbesi olarak geçen metne bakalım.
VEDA HUTBESİ
“Hamd, Allah’ü teâlâya mahsûstur. O’na hamd eder, O’ndan merhamet diler ve O’na tövbe ederiz. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin günahlarından Allah’ü teâlâya sığınırız. Allahü teâlânın doğru yola ilettiğini saptıracak, saptırdığını da doğru yola iletecek yoktur.
Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Biliyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.
İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes ay ise, bu şehriniz nasıl bir mübarek şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınızda öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
Ashabım! Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. Oda sizi yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz. Birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki burada bulunan kimse, bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib’in oğlu Abbas’ın faizidir. Lakin anaparanız size aittir. Ne zulmediniz nede zulme uğrayınız.
Ashabım! Dikkat ediniz. Cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır. Ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davalarda tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalibin torunu İlyas bin Rabia’nın kan davasıdır.
Ey insanlar! Muhakkak ki şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsınız bu da onu memnun edecektir. Dinimizi korumak için bunlardan da sakınınız.
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahtan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allahın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allahın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarında sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırsa Allah size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınlarında sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allahın kitabı Kur an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir.
Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Bir Müslüman kardeşinin kanıda, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.
Ey insanlar! Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesi ayrılmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle Allahın meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın. Cenab-ı hak bu gibi insanların ne tövbelerini nede adalet ve şahadetlerini kabul eder.
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanızda birdir. Hepiniz Âdemin çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana Arap olmayanında Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız Ondan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allahın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba oğlunun suçu üzerine oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz. Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allaha hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allahın haram ve dokunulmaz kıldığı cani haksiz yere öldürmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız. İnsanlar "la ilahe illallah" deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emr olundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allaha aittir.
İnsanlar! Yârın beni sizden soracaklar ne diyeceksiniz?
“Dinleyenlerden hep birden şöyle dediler; Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şahadet ederiz” Bunun üzerine resul;
Şahid ol Yarab! Şahid ol yarab! Şahid ol yarab!"
Diyerek hutbesini bitirdi. Rivayet edilen bu veda hutbesi metni, ehlisünnet kaynaklarının verdiği metindir. Derlemeyi ehlisünnet âlimleri yapmıştır. Bu nedenle; metinde tartışılacak konular vardır. Bunlara şöyle değinebiliriz.
“Ashabım! Dikkat ediniz. Cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır. Ayağımın altındadır”
Buradaki “Cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır” ifadesi ayetlere aykırıdır. Zira cahiliyeden kalma adetlerden ayetlere ters düşmeyenler kaldırılmamıştır. Onlar toplumların kültürleri olarak devam etmiştir. Ama toplumların kültürlerinde ayetlere ters düşenler varsa, onları ayetler kaldırmıştır. Onun sözün içindeki bütün ifadesi gerçeği yansıtmamaktadır. Bu ifadenin Araplar tarafından yaşadıkları adetleri dinleştirdiklerini düşünüyorum. Veda hutbesine eklenen bu ifade ile yaşadıkları Arap geleneklerinin İslam olduğu vurgusunun yapıldığı kanaatindeyim. Özellikle Müslümanların değişik kültürlere ulaşmasından sonra, din bir bakıma kültür savaşı haline gelmiştir. Yahudilerin, Rumların, Farsların, Berberilerin, Mısırlıların, Yemenlilerin, Habeşistanlıların, Türklerin, Hintlilerin Müslüman olmasından sonra başlayan kültürlere sahip çıkma mücadelesinde, Arap adetlerinin İslam’ı yaşama konusunda otorite kabul edilmesi bu söze dayandırılıyor. Yani Arapların geleneklerinden resulün ve arkadaşların yaşadıkları cahiliyeden kalma adetler, artık dinin kabul ettiği adetlerdir. Sonradan Müslüman olan her toplum, Araplar gibi giyinmek, sakal bıyık tıraşı olmak, yiyip içmek, yaşamak zorundadır. Değilse Müslüman kabul edilemez. Anlayışının kapısını açan bu ifade ayetlere aykırı olarak karşımıza çıkıyor. Unutmayın ki, he toplumun cahileyisinden kalma adetleri, ayetlere ters düşmüyorsa devam etme hakkına sahiptir. Hiçbir toplumun adetleri İslam değildir.
“Ey insanlar! Muhakkak ki şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsınız bu da onu memnun edecektir. Dinimizi korumak için bunlardan da sakınınız”
Metindeki “Muhakkak ki şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir” ifadesi ayetlere ve gerçeğe aykırıdır. Şeytan Mekke topraklarına giremez diye bir kaide yoktur ki, bugün Mekke’nin hali ortadadır. Ayetlerde şeytan Allah’tan insanları kandırmak için izin istemiş. Allah’ta şeytana izin vermiştir. Ancak şeytanın insan üzerinde bir egemenliği yoktur. Şeytanın insan aklına, iradesine hâkim olması mümkün değildir. Şeytan sadece insana vesvese verir. Vesveseleriyle insanı şüpheye düşürür. İnsan sapma eğilimindeyse, vesveselerin, şüphelerinin peşinden gider. İnsanın inancında sabretmesi, şeytanın vesveselerine, doğurduğu şüphelere düşmemesi zaten imtihandır. O nedenle; “şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir” ifade kesin hüküm olarak yanlıştır. Ayetlere göre hareket eden resulün böyle bir ifadeyi söylemesi mümkün görünmemektedir. Öyle geliyor ki, Mekke’ye, Kâbe’ye kutsallık veren ehlisünnet anlayışı, oralarda şeytan’ın insanı kandıramayacağı inancından böyle bir metni eklediği düşünülebilir.
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahtan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allahın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allahın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarında sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırsa Allah size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınlarında sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
Ayetin meali durumunda olan bu metin de ehlisünnet âlimlerince metne sokulmuş gibidir. Zaten ehlisünnet âlimlerinin ayetin tefsirinde veya meallendirilmesinde “hafifçe dövüp sakındırmanıza izin verilmiştir” ifadesi tartışmalıdır. Ayette geçen darp ifadesinin sadece dövme fiiliyle anlamlandırılması yanlıştır. Darp etme; dövmenin yanında, uzakta tutma, baskı uygulama, işi sıkı tutma anlamlarına da gelmektedir. Ayete darp kelimesinin değişik anlamlarında mana verirsek, “Allah size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa kendinizden uzaklaştırmanıza izin verilmiştir”. Veya “Allah size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa baskı uygulamanıza, yani sözle sıkı kurallarla baskı uygulamanıza izin verilmiştir”. Veya “Allah size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa işi sıkı tutarak onların hata yapmasını engellemenize izin verilmiştir” gibi ayete anlamlar verilebilir... Metinde kadınların dövülmesi konusu ehlisünnetin kronik ataerkil düşünce yapısından kaynaklanmıştır. Ne yazık ki gerek Arapların gerekse Arap olmayan toplumların erkek egemen anlayışları, 1500 yıllık Müslümanların kültüründe, kocalara kadınlarını dövme hakkı tanıyan anlayışların dinselleştirilmesini sağlamıştır. Konuya ilişkin ayetin yanlış değerlendirilmesi… Bu yönde hadis uydurulmasına kadar gidilmiştir. Ama öbür yandan resulün kadınlarına davranışları anlatılırken, resulün kadınlarına sahip çıktığını, onlara asla bir fiske vurmadığından söz ederler. İfadelerdeki bu çelişkiler ne yazık ki, Müslüman toplumumuzun kültüründe dolaşmaktadır. Allah’ın kadın erkek ayırmadan müminler dediği gerçeğinin yanında resulün eşitliği bozması düşünülemez. Hac zamanında düşmanlık, baskı, şiddet, adam öldürme yasaktır. Böyle bir zamanda resulün kadınların dövülmesinden söz etmesi normal görülmüyor.
“Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allahın kitabı Kur an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir”
Ehlisünnet âlimlerinin şeriatın delileri konusunda, kitap, sünnet, icma, kıyas derken, sünnete delil olarak genelde veda hutbesindeki bu metne başvururlar. Sünnet konusu ne dün, ne bugün henüz Müslümanları birleştiren bir kavram olarak oturmuş değildir. Sünnet nedir? Ne değildir?
Eğer sünnet; ayetlerin anlaşılması, kavranılması ve uygulamasıysa, zaten Kur’an-dan başka kaynak yoktur. Allah Kur’an-da hükmünü belirtmiştir. Resul ayetleri hayatında uygulamıştır. Resulün uygulamalarına yönelik kesinleşmiş deliller, Kur’an-dan ayrı kaynaklar değildir. Yani ayetlerin uygulanmasına yönelik kesinleşmiş tarihi bilgiler, ayetlerden ayrı değildir. Veya cümleyi şöyle kuralım. Tarihten veya hadislerden, kesin olarak resul bu ayeti şöyle uyguladı gibi bir belge gelmişse, bu belge Kur’an dışı bir kaynak değildir. Mesela; şöyle düşünelim. Resul zamanımızda yaşamış olsaydı. Her hareketi, fotoğraflanacak, videolara çekilecekti. Bunların hepsi ayetleri tebliğ edip yaşayan resulün hayata dair belgeleri olacaktı. İleriki tarihlerde metin olarak Kur’an-ı okuyanlar, kendilerine göre bir anlayış, uygulayış biçimine ulaştıklarında, fotoğraflar, videolar ortaya çıkarılıp, bak bu dinin resulü bu ayeti böyle açıkladı, böyle uyguladı diye belgeler sunulacaktı. Ama 1500 yıl öncesinde fotoğraflar, videolar yok. Resulün açıklamaları, uygulamaları dilden dile geliyor. Dilden dile gelen bilgilerin kesinliği tartışılıyor. Kafa karıştıran bu bilgilere bazıları, dinin kuran dışı kaynağı diye bakıyor. Aslında kuran dışı kaynak değil, Kur’an-ı yaşayan insanın hayat hikâyesinden aktarılanlardır. Aktarılanları bilmek Müslümanlar için önemlidir. Ayrıntılardaki karışıklıklar ayetlerin yönlendirmesiyle çözülebilir. Gelen bilgiler karışıklıklar olsa da, bir Müslüman şunu söyleyebilir. Allah zekâtı emretti. Allah’ın emrettiği zekâtı resul şu şekilde uyguladı. Allah salât-ı emretti. Resul emredilen salat-ı şu şekilde uyguladı. Dolayısıyla şeriatın kaynağı Kur’an-dır. Kur’an-la hüküm verilir. Hükmün uygulanmasına delil resulün uygulaması gösterilir. Örneği resulden alınır. Ancak ehlisünnet böyle yapmamıştır. Ehlisünnetin şeriatın kaynağı kitap sünnet anlayışında, dinde hüküm koyucu olarak Allah’ı, resulü birlikte belirlediği görülmektedir. O nedenle ehlisünnetin sonraki dönem âlimleri göğüslerini gererek, resülün de İslam adına hüküm koyma yetkisi vardır. Resul de, helal, haram, farz hükmü koymuştur, derler. Hatta daha ileri giderek, Allah’ın hükümlerinden bazılarını neshettiğinden, yani hükmünü kaldırdığından söz ederler. Buna en güzel örnek recm meselesidir. Ayette zina edenlerin cezaları belirtilmişken, ehlisünnet âlimleri recm uygulamasına hükmederek, Allah’ın zina hakkındaki hükümlerini kaldırırlar.
Eğer sünnet; ayetleri anlamak, kavramak, uygulamasında resulün, anlayışından, kavrayışından, uygulamalarından örnek almak, resulün din adına hüküm koyacağına inanmamak ise, o zaman sünnet anlayışı yerine oturmuştur. Elbette Müslümanlar Allah’ın da emriyle, resullerini dinleyecekler, dini resulden öğrenecekler, dinin uygulama örneğini resul bileceklerdir. Resulünü dinlemeyen kendine göre ayetleri anlar, kavrar, hayatına uygular. Uygulamaları da, Allah’ın emrettiği din değil, kendi anladığı, kavradığı, hayatına uyguladığıdır.
Müslüman olarak geçmişin tartışmalarını bir kenara bırakarak, Allah’ın ayetlerine sımsıkı sarılarak, tarihte ayetleri resul, arkadaşları nasıl anlamış, nasıl uygulamış inceleyerek araştırarak İslam’ı anlamalı, kavramalı, yaşamalıyız.
Hicri 11. Yılda noktalanan resulün hayatı Müslümanlara bir imparatorluk bırakacaktır. Hıra’da ayetlerin gelmesinin ardından geçen 23 yıllık hayat hikâyesi bize birçok şeyi anlatacaktır. Yaşanan hayat hikâyesi ile birlikte okunacak ayetler, bizi doğru yöne sevk edecektir. Eğer biz ayetlerin yaşandığı hayattan uzak ayetleri anlamaya, hayatımıza sokmaya çalışırsak, günümüzün kültüründen, anlayışlarından etkilenerek sapacaktır. Onun için sabırla, ayetlere yönelmeli, sabırla ayetleri resul ve arkadaşları ile birlikte okumalıyız. İnşallah bu azmi, bu sabrı gösterenlerden oluruz. Azim, sabır, doğru yolda uzaklaşmama kararı, duyguları, acele kararlar vermemeyi öne çıkaracaktır. Dilimizi yumuşatacak. Kısa vadede verdiğimiz hükümlere göre kendimizi, insanları yargılamayı öteleyecektir. Unutmayalım ki, özellikle günümüzde Müslümanlar önemli süreçlerden geçmektedir. Özellikle bugün Müslümanların birbirini dinlemeye, anlamaya, kucaklaşmaya ihtiyacı vardır. Allah’ın ipinde toplanacak Müslümanları, ne ülkeleri, ne bölgeleri, ne ırkları, ne aşiretleri, ne kabileleri, ne kültürleri, ne mezhepleri ne de tarikatları ayırmamalıdır. Andolsun ki bunlardan biri Müslümanlar arasına girmişse orada İslam olmayacaktır.
Resulün veda hutbesi olarak verilen metni ayetler doğrultusunda analiz edip okumakta yarar vardır. Muhakkak ki; ayetlerin özüne aykırı her söz resule ait olmayacaktır.
Mekke’nin insan seliyle dolup taştığı hac da, Müslümanlar resulüyle birlikte hac etmenin coşkusunu yaşadılar. Eminim bizler de bugün; ayetleri anlarken, iyi bir tarih bilgisiyle, bilinciyle dönemin yaşamına inebilirsek, resulle birlikte hac edebiliriz. Hac etmek için Mekke’de bulunmasak bile, bilgimizde, bilincimizde, hayalimizde haccı yaşayabiliriz. Asıl olan bedenlerin bir yerde toplanması değildir. Asıl olan aklın, muhakemenin, iradenin, duyguların, hayallerin bir yerde toplanmasıdır. Elbette imkân bulursak, her şeyimizde Müslümanlarla birlikte olmak… Resulün haccının özlerinde buluşmak… En büyük idealimiz olacaktır. İnşallah Rabbimiz bize de böyle haclar nasip eder.
Medine’de 11 yıl çalışmalarımız burada son buluyoruz. İnşallah ileride fırsat bulursak, Medine’de gelen hükümler çerçevesinde bir çalışmamız olacaktır. Medine’de gelen hükümlerle Medine faslını tamamen bitirmiş olacağız. Mekke’de 12 yıl çalışmamızda, Mekke’de gelen hükümlerden söz etmiştik. Aynı mantıkla, aynı özle, Medine’ye de bakmamız yerinde olacaktır. Allah’tan dileğim, arzularımızı gerçekleştirecek, ömür, azim, sabır, ilim vermesidir.
Bu çalışmaları haftalık makaleler ve sunumlar halinde yaptık. Çalışmalar sırasında bana destek veren Mektep odasına, mektep odası dinleyicileri kalbi şükranlarımı sunarım. Araştırmak, yazmak, kendi içine gömülen bir süreç yaşadığında yeterli verim alınmıyor. Örneğin şu konuda yazacağım deyip yola çıktığınızda, araya giren her şey uzatabiliyor. Ama sizlerin her hafta burada bulunuşu… Sizlerle birlikte resulün hayatını inceleme azmimi artırıyor. Sizler farkında olmasanız da, bu çalışmalar Allah’ın ve sizin desteklerinizle bugüne kadar gelebildi. O nedenle önce şükrümü Allah’a sunar. Sizlere teşekkür ederim. Mekke’de 12 yıl 26 sunum, Medine’de 11 yıl 49 sunum, yani 75 hafta sizlerle birlikte olduk. 75 hafta bana gösterdiğiniz sabır için de ayrıca teşekkür ediyorum. İnşallah Medine’de gelen hükümler bölümünü de ileride birlikte yazabiliriz.
YORUMLAR
MEHMET ÇOBAN
Peygamberin mühründen geçmeyen hiç bir hüküm bu alemde işleme sokulmaz ifadesinin kaynağı nedir ki?
Bazen insanlar lüzumundan fazla cümle kullanıyorlar.
Muhammed'e inanan biri olarak, elbette onun asker arkadaşıyım. Peygamberi tanımayan, peygamberi anlamayan ama sa ifadesini kullanarak kendini tatmin edenlerden değilim.
Müslüman olarak size ve bize düşen onun İslam'ı yaşadığı gibi İslam'ı yaşamaktır.