incila' nın dizi
Arapları sevmeyiz. Daha doğrusu, Müslüman Arapları sevmeyiz. Öyle ya, Arabın da türlü türlüsü var. Fabrikadan çıkmış değiller ya nihayetinde. Hristiyanı var, Dürzüsü var, Yahudisi var, Allahsızı var... var oğlu var anlayacağınız. Lakin bizim bu müstakil öfkemiz Arabın Müslüman olanına karşıdır. Birinci Cihan Harbinde Osmanlı-Alman ittifakı yerine karşı cepheyi seçip, bizi sırtımızdan bıçaklayan bu Müslüman Araplardan oldum olası hazzetmeyiz. Diğer Arapların aksine içerisinde bir gizem veya mistik bir Orta doğu lezzeti barındırmaz Müslüman Arabın etnik kimliği. Biliriz biz Onu. Hatta en iyi biz biliriz. Ah o Arap yok mudur o Arap? o Arap bizden sorulmalıdır. Biliriz dedim ya, bunlar işte, Müslüman Türk’ün Arap olanlarıdır. Yani bir model düşüğüdür. Bize verebileceği hiç bir şeyi olmadığı gibi, işaret edebileceği bir medeniyet değerinden de yoksundur. Medeni ve çağdaş hiç bir öge barındırmaz Müslüman Arabın kültürü. Onda olan her şey bizde de vardır, hatta fazlasıyla vardır, sahip olduğu her şeye bizimde sahip olduğumuz ve hatta bir adım ileri gidip biraz daha fazlasına sahip olduğumuz tek insan topluluğudur Arabın Müslüman olanı. Hasılı, kendimizden aşağıya bir onları koymuşuzdur medeniyet cetvelinde.
İşte hal böyleyken, 1982 yılının sonbaharında, dul bir anne ve dört çocuktan oluşan, beş yekünlü bir Arap ailesi taşındı Kanalaltı mahallesi ikinci çıkmazına. Asime ve İncila, Hafıza, Hasbi, İmran isminde dört çocuk. Arapların en küçüğü İmran, biz yaşlarda kara kuru bir oğlan çocuğuydu. Üç ablasından Hafıza ile Hasbi kendisinden bir kaç yaş büyük, İncila ise gelinlik yaşta fidan gibi bir genç kızdı. İlk bakışta mahallenin diğer ailelerinden pek bir farkları yoktu. Renkleri, giyimleri, yedikleri içtikleri mahallenin diğer bütün evlerinde de olan şeylerdendi. Çıkmaz sokağı tepenin eteğine kurulu şehir merkezine bağlayan taşlık yokuşun başındaki iki katlı evin giriş katına yerleşmişlerdi. Nereden gelmişlerdi? Neden buraya taşınmışlardı? Buralarda kimleri kimseleri var mıydı? Bilen yoktu. Kanalaltı ikinci çıkmazda yaşayan ailelerin birçoğu başka şehirlerden yahut ilçelerden gelmişlerdi, fakat en nihayetinde hiçbiri Arap değildi. Kalkıp Arabistandan buraya onca yolu teptikten sonra, gelip şehrin bu en fukara yerine yerleşmemişlerdi. Mahallede dolaşan kimi dedikodulara göre babaları azılı bir katildi. Arabistan zindanlarında çile dolduruyor ve asılacağı ya da kafasının kılıçla kesileceği günü bekliyordu. Bazıları da, kocasının Asime’ yi bir başka bir kadınla aldattığını Asime’nin de bu olanları gururuna yediremeyip basıp kapıyı çıktığını söylüyordu. Kimileri hızını alamayıp kocasının Asime’yi ve kızlarını içki parası için zengin Arap tüccarlarına satmak istediğini, Asime’nin de kızlarını bu gözü dönmüş namussuz babanın elinden kurtarmak için kaça kaça buralara kadar geldiğinden dem buruyordu. Öyleyse durum fenaydı. Bu Asime pek bir yere bakan yürek yakan cinstendi. Her ne kadar kocasının zulmünden kaçtıysa da, bir kere bu işin tadını almıştı ne de olsa. Yarın bir gün mahallenin erkeklerine kaş göz edip onları da baştan çıkarabildi alim Allah. Asime bir yana, ya bu kızlarının önünü nasıl almalıydı? Hele o İncila olacak saçaklı... Yarın bahar da geldi mi çıkıp yürümez miydi olanca edasıyla, işvesiyle... göz ucuyla baktığını aşık etmez miydi endamına? Ne var dı ki bu kadar alımlı olacak? boynu altında kalasıca...
Aradan hazan rengi bir sonbahar geçmiş, mahallelinin, bu kendilerine benzeyen yabancıların gerçek yüzünü ortaya dökmek için yaktıkları dedikodu ateşinin alevleri yavaş yavaş sönmüştü. Ne Asime, ne de kızları mahelleden hiç bir erkeğin aklını başından almamışlardı geçen zaman zarfında. Erkeklerle konuşmayı bırakın, evden dışarı bile doğru dürüst çıktıkları yoktu. Ara sıra İmran’ı bakkala gönderip öte beri aldırıyorlardı. Dış dünyayla tek bağlantıları bu sekiz on yaşlarında, kara kuru, varlığıyla yokluğu arasında pek bir fark olmayan çelimsiz oğlan çocuğu ile bir kaç haftada bir evlerinin önünde beliren eski model, lacivert bir arabaydı. Araba ekseriyetle Salı günleri geliyor, içinden resmi kıyafetli bir adam ve bir kadın iniyor, evde bir iki saat geçirdikten sonra başka kimselerle konuşmadan, geldikleri gibi sessizce terk ediyorlardı mahalleyi. Bütün bu rutin içerisinde mahallelinin gözünden kaçmayan en önemli husus ise Arapların evinde geceleri ışıkların asla sönmemesiydi. Her gün güneş doğana kadar bütün ışıklar bilfiil açık oluyordu.
Kış dağ eteğine kurulmuş Kanalaltı ikinci çıkmazda kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Sokaklarının çoğuna araba giremiyordu. Bir bölümü ise kadın, çocuk ve yaşlılar için hayati tehlike arz edecek derecede engebeli ve ulaşıma elverişsizdir. İki ev arasında kalan ve diğerlerine göre nispeten daha az eğimli olan -ki bu yaklaşık on beş yirmi derecelik bir eğime tekabül etmekteydi- boşluklarda mahalle gençleri futbol antrenmanlarını icra eder ve yine aynı boşluklarda hafta sonları komşu mahallelerden gelen takımlarla kıran kırana maçlar yapılırdı. Futbol oynamaya elverişli olmayan arsalar veya evlerin arasında kalan patikalar ise mahallenin çocuklarına dağcılık, tracking ve tırmanma sporlarında uzmanlaşabilme imkanı sunardı. Aynı bölgeler kışın kar yağışlarını müteakip öncü ruhlu birkaç çocuğun karı buza dönüştürmek için harcadıkları yoğun çaba neticesinde kayak pistlerine dönüşürdü. Bildik kayak literatürünün aksine disiplinler burada gerek yerel kültür, gerek ekonomik imkansızlıklar, gerekse de doğa koşulları nedeniyle leğende kayma, ayağına poşet geçirip kayma, tren yapma, tümsekten sıçrama ve nihayetinde yaşça daha büyük olan mahalle sankinlerince icra edilen “yanlışlıkla kayma” ve “ayakta duramama” şeklinde sıralanıyordu. Kayak mevsiminin kapanış seremonisi olarak kabul edilen ve şüphesiz en eğlenceli bölümü olan ”yanlışlıkla kayma ve ayakta duramama” gösterilerinin ardından pistler bu disiplinin performansıyla göze en hoş gelen sporcuları tarafından üzerlerine soba külü veya toprak dökülmek marifetiyle bir sonraki kışa kadar kullanıma kapatılıyordu.
Kış mevsiminin gözde aktivitelerinden bir diğeri ise mahallede faaliyet gösteren bazı çeteler tarafından çete üyesi olmanın ön koşulu olarak kabul edilen “boruda yürüme” idi. Üzerinde yürünecek borular mahalleye adını veren üç dört metre genişliğine ve yaklaşık bir metre derinliğinde olan kanalın üzerinden enlemesine geçerek kanalın altında kalan evlere şu taşıyan yirmi yirmi beş santim çapında su borularıydı. Yaz mevsiminde denenmesi ve başarısızlıkla sonuçlanması durumunda eğlenceli sonuçlar doğurabilecek bu tehlikeli girişimin takvimi çetelerin kıdemli üyeleri tarafından özellikle kış aylarına kaydırılıyordu.
Barındırdığı bu ve benzeri tehlikelerin bir toplamı olarak kış, insanın doğada serbest varoluşunu diğer mevsimlerden daha şiddetli bir itirazlar yekünüyle test ediyor olması bakımından varoş ahalisinin zihninde pek yaman bir hasıma dönüşüyordu. Kış mevsiminin mutlulukla kurulan ilişkisinde temel alınan ögelerden uçsuz beyazlık, ağızdan çıkan buhar, kar topu, kardan adam, kayak ve ev içlerinin sıcaklığı gibi kavramlar toplumun ekonomik tasnifte görece daha üst basamaklarında yer alan sınıflarında yediden yetmişe birçok bireyin zihninde kendilerinden beklenilen etkiyi göstererek muhatabını huzur ve neşeye gark ederken, Kanalaltı ikinci çıkmazının varoş ahalisinde bu tür bir imtiyaza sahip olabilen yegane grup, çoğunlukla, henüz kendi ve kendinden gelenlerin sorumluluğunu üstlenme zilletiyle etiketlenmemiş çocuk ve gençlerden oluşuyordu. Varoşlarda bir mevsim ve bir kavram olarak kış sadece çocukların zihninde mutluluğa yakın bir alana tesadüf edebiliyordu.
Kış ve karın bir çocuk üzerindeki baştan çıkarıcı etkisini en güçlü haliyle İmran’da görmüştü Kanalaltı ikinci çıkmazı. Sıradan bir Cumartesi sabahıydı. Mahallenin çocukları sokak köpeklerini de almış taşlık yokuşun başındaki açıklıkta bir haftadır belirli aralıklarla yağan karın tadını çıkarıyorlar, göz ucuyla da Arapların evini kolluyorlardı. İmra’ nnn kafası önce pencerede, aralanan perdenin arkasında sonra da dış kapının önünde belirdi. Asime, İmran’ı sarıp sarmalamış, ayağına botlarını, boynuna atkısını ve kafasına beresini giydirerek kapının önüne çıkarmıştı. Biz çocuklar bile İmran’ın yüzündeki ürkek ve korkunç ifadeden ilk defa kar gördüğünü anlamıştık. Nasıl olmuştu bilmiyorum, fakat işte tam o an biraz büyümüştük. İmran gördüğü şeye anlam veremiyordu. Bu manzara, bu yeri göğü kaplayan beyaz büyü, bu aydınlık... gerçek olabilir miydi? Nasıl olur da bu kadar güzel bir şey sadece bazı çocukların payına düşerdi? Ağzı açık etrafını seyrediyordu. Attığı her adımın ardından ayağını kaldırıyor, meraklı gözlerle bir bastığı yere bir botunun altına bakıyor, ardından anlamlandıramadığı bu durum karşısında başını yardım isteyen, bir açıklama bekleyen gözlerle annesine çeviriyordu. Sonra yerinde donup kalıyordu. Bir adım daha atarak bu beyaz büyüye zarar vermekten, onu yaralamaktan çekiniyor gibiydi. İmra’nın karda attığı ilk adımlarını ablaları Hafıza ve Hasbi izledi. Onlarda sarılıp sarmalanmış bir şekilde kapının önüne çıktılar. İncila ise pencereden izliyordu olup biteni. İçeriden bir sandalye çıkardı, kapının önüne koydu ve çocukların oyununu yumuşak bakışlarla izlemeye koyuldu. Asime’nin kapıya çıktığını gören mahallenin kadınları, ayaklarında naylon terlikler, ellerinde tekiş tüküş eldivenlerle meydana hücum ettiler. Bir çoğu şişman sayılabilecek, koca koca memeli, koca koca kalçalı bu kadınlar, kıçlarında şalvarları, başlarında renkli renkli yazmaları, utangaç ve bir o kadar da muzip yüz ifadeleriyle, çocuklarına kendilerinden miras kalan bu kar oyununa eşlik etmeye başladılar. Annelerini meydanda gören çocuklar iyice zıvanadan çıkmışlardı. Çığlıkları, Kanalaltı ikinci çıkmazı şehre bağlayan taşlık yokuştan aşağıya inip, kar altında bembeyaz bir sessizliği yaşayan sokaklarda yankılanacak kadar yüksek perdeden çıkıyordu. Artık Arabı, Acemi kimsenin umurunda değildi. Çocuklar birbirine karışmıştı bir kere. Çocuklar ve onların ayak izlerinde yürüyen kadınlar kardeş olmuştu.
İmran, eğlencenin ertesi günü üşütmüş ve ateşlenerek yatağa düşmüştü. Resmi takım elbiseli kadın ve adam yanlarında bir doktor getirmiş ve İmran’ın muayenesini yaptırmışlardı. Korkacak bir şey yoktu. Acemiliğine gelmişti çocuğun. Bilememişti karda nasıl oynayacağını. Durumdan haberdar olan mahallenin kadınları kıyıda köşede ne kadar koca karı ilacı varsa bir çaputa dürtüp Asime’nin evine doluşmuşlardı. Kırk yaşlarındaki bu asil yüzlü kadın mahallenin kadınlarının çoğundan daha iyi Türkçe konuşuyordu. Yardımları için onlara teşekkür ediyor, ikramlarda bulunuyor gönüllerini hoş tutuyordu.
Asime ve çocukları aslen Arabistanlı değil Filistinliydiler. Kahire Üniversitesinde Türk Dili ve tarihi bölümü mezunuydu Asime. Kocasıyla da orada tanışmış. daha sonra da evlenerek Beyrut’a yerleşmişlerdi. Meraklı gözlerin ne anlama geldiği iyi biliyordu. Saklanmanın gizlenmenin bir anlamı yoktu bu neşeli yüzlü kadınlardan ve koca koca gözlü çocuklardan.
“Biz Kocamla Beyrut’ da bir ilkokulda birinci sınıf öğrencilerine Arapça dersleri veriyorduk. Okulun yakınında babamdan kalan bir evimiz vardı. Komşularımız, dostlarımız, akrabalarımız hep aynı mahallede oturuyorduk. Kocam yazları Rafa’ya gider, orada okula gidemeyen çocuklara okuma yazma öğretirdi. Fırsat buldukça yanımıza gelir, çocukları deniz kenarına götürür, İmran’a balık tutmayı öğretirdi.” Demek ki kocası hayırsızın bir değildi. Baksana nasıl da imtina ederek “kocam da kocam” diyordu.
“Sonra savaş başladı. Herkes bir tarafa dağıldı. Bizi de geçen sene Ağustos’un ortalarında bir kamyon kasasına doldurarak alıp Beyrut’ un güneyinde Şatilla civarındaki bir eve yerleştirdiler. Önceleri anlamadık ne olduğunu. Her tarafta yabancı askerler, nöbetçiler, devriyeler, gazeteciler kameramanlar vardı. Sürekli kamyonlarla insan getiriyorlardı. Aynı evin içine bir kaç aileyi yerleştirip gidiyorlardı. Bu bir kaç ay böyle devam etti.” Mahalle kadınlarının yüzündeki merak ve şefkat yerini belli belirsiz bir endişeye bırakıyordu. İyice kulak kabartıyorlardı anlatılan hikayeye. Gidişat kötüydü. İnsanlar kamyon kasalarında bir yerlere taşınıyorsa bunun sonunda hayırdan çok şer vardı mutlaka.
“Evlerde ve sokaklarda korkunç haberler dolaşıyordu. Söylentiye göre Lübnanlı eşkıyalar oturduğumuz mahalleyi bombalamak için fırsat kolluyorlar, yabancı askerlerin bir gaflet anını bekliyorlardı. Sonra, Eylül ayının ikinci haftası, bir gece yabancı askerlerin Sabra ve Şatilla’ yı terk ettiklerini duyduk.” Kadınlar yazmalarıyla ağızlarını kapatmış endişeli gözlerle bir yandan Asime’yi dinliyorlar bir yandan da duyduklarının ciddiyeti derecesinde şalvarlarını kazaklarını düzelterek Asime’ nin anlattıklarına duydukları saygıyı belli ediyorlardı.
“Doğru mu, yalan mı anlamaya fırsatımız olmadı zaten. Sabah ezanı vaktinde kesik kesik silah sesleri gelmeye başladı mahalle aralarından. Çatışma sesi gibi değil yalnız. Kesik, kesik... Silah sesleri yaklaştıkça, makineli tüfek gürültüsüne insan çığlıkları, kadın ve çocuk feryatları da eşlik etmeye başladı. Kocamla büyük oğlum İrfan evin damına çıkmış seslerin geldiği yönde neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Kızlar, İmranla Ünzileyi kucaklarına almış bizim yattığımız odanın kapısında dikilmiş duruyorlardı. Beş dakika geçti geçmedi damdan indiler. Lübnanlı militanlar, ellerinde makineli silahlar kampa girmişler. Evlerin kapılarını kırarak içeri girip çoluk çocuk herkesi tarıyorlarmış. Sokaklar tutulmuş kaçacak, gidecek yer yokmuş.” Kadınların yüzündeki ifade endişeden korkuya hızla dönüşüyordu. Kimse yanındakinin duyacağı kadar yüksek seste soluk alamıyordu. Kadın, çocuk kimse göz kırpmaya dahi cesaret edemiyordu. Asime, ellerini bacaklarının arasında birleştirmiş, bir avucu diğerinin içinde, parmaklarıyla bir şeyler yapıyor, tırnaklarına dokunuyor ve öne düşmüş başıyla kendi parmaklarını takip ediyordu. Ağlamıyordu. Sesinden ağlamanın ötesinde, ağlamakla ifade edilemeyecek bir donukluk, bir hissizlik yayılıyordu odaya.
“Hepimiz yatak odasında toplandık. Önce kızlarla küçükleri evde bir yere saklayalım diye düşündük. Evi didik didik ararlar dedi İrfan’ım. Bulunca da etmedikerini bırakmazlar saklanıyorlar diye. Öldürmekten beter ederler dedi. Demeye kalmadı kapıdan içeri girdiler zaten. Baksan senin benim gibi adamlardı. Üzerlerinde ne bir asker kıyafeti ne de silahlarından başka bir teçhizatları yoktu. Savamaşya değil, belli ki öldürmeye gelmişlerdi. Bizi önlerine katıp sokağa çıkardılar. Yakın evlerden topladıkları diğer ailelerle birleştirip evin arka sokağındaki fırının un deposuna soktular. Burada bir kaç saat bekledik. Arada üç dördü gelip kalabalığın içerisinden bir kişiyi seçip götürüyorlardı. Sonra anladık genç kızları alıyorlarmış. Gözlerine kestirdikleri, nefislerinin düştüğü kadınları da alıyorlarmış. Gittiler, geldiler... gittiler, geldiler... sonunda durup başımızda dikildiler. Biri benim kolumdan tuttu, biri İncilamın. Kocamla İrfan karşı koyacak oldular. Ayağa kalktılar. Oracıkta taradılar yavrumu. Tam üç makineli tüfekle taradılar oğlumu. Gözlerim karardı, bağırdım, bağırdım, bağırdım...gırtlağım yırtılana kadar bağırdım. Sürükleye sürükleye bizi arkada bir odaya götürdüler. Gözümün önünde İncilamın ırzına geçtiler, üzerine pislediler, tükürdüler, dövdüler. Benim de üzerime geldiler, tecavüz ettiler. Kızıma da zorla izlettiler. İşleri bitince bizi aldıkları yere, İrfanımın yanı başına bıraktılar. Orada gördüm ki, bizi götürdükten sonra kocamı da taramışlar. Tarayıp, oğlumun yanına yatırmışlar. İkisinin de gövdesi delik deşik olmuş. Sırt üstü yatıyorlar kendi kanları üzerinde. Kızlarımın, İmranımın yüzleri kireç gibiydi, hani şu dün yağan kar kadar beyaz.” Kadınların elleri bağırlarında kalmıştı. Kafaları vücutlarından bağımsızmış gibi sallanıyordu. Herkesin gözleri kan çanağına dönmüştü fakat kimseden çıt çıkmıyordu. Kimse konuşacak takatı bulamıyordu kendisinde. Son bir gayretle çocuklarını dizlerinin dibine çekmiş, orda olduklarından, bir yere gitmediklerinden emin olmak için ellerini çocukların başlarının, omuzlarının üzerine koymuşlardı.
“Bizi ertesi gün güneş doğana kadar o depoda tuttular. Kırk, elli kişi vardık. Sonra ayağa kaldırdılar. Yarısı sağımıza, geçti yarısı solumuza. Tüfeklerini doğrultup bastılar tetiklere. Mermi yağmaya başladı. Yer gök namlulardan çıkan aleve boyanmıştı. Anneler, babalar, hısım akrabalar bir bir düşüyor, kollar bacaklar birbirinden ayrılıyor, kan oluk oluk fışkırıyordu insan bedeninden. Kanımız, delinmiş çuvallardan boşalan una bulaşıyor, kırmızı bir hamura dönüşüyordu. Sağ baldırımdan ve omuzundan iki tane mermi isabet etmiş bedenime. İncilamın dizini parçalamış, karın boşluğuna girmiş. Küçüklerde bir iki sıyrık vardı. Düşenlerin altına saklanmışlar uyanıklar. Ama Ünzilemin tam kaşlarının ortasına isabet etmiş merminin biri. O da orada kavuştu vuslatına. Öldü diye bırakıp gittiler bizi. Tam on iki kişi canlı çıktık o depodan. Kimisi sakat, kimisi yatalak tabi ki. Ama on iki canlı... Sokağa çıktık ki, çıkmaz olaydık. Her evin onu ceset, her sokakta kan gölü. Kimseyi sağ bırakmamışlar. Kundaktaki bebeğe kadar taramışlar. Tastamam bir mahalleyi silip süpürmüşler.” Kimsenin teselli verecek, yerinden kalkacak mecali kalmamıştı. Yağmura yakalanmış yaban hayvanları gibi taş kesilmişlerdi.
“Bizi Tripoli’ de bir hastaneye götürdüler. Yaralarımızı tedavi ettiler. Türkçe konuştuğum için alıp buraya getirdiler.” diyerek hikayesini bitirdi Asime.
Kırklı yaşlarında, asil yüzlü ve dört çocuklu bir Arap kadınıydı Asime. İnsanlardan çok azının başından geçebilecek dehşetli bir hayatı olmuştu. Asime’nin ağzından çıkan hakikat mahalle kadınlarının zihnindeki Arap resmine inkılap ediyordu. Kanalaltı ikinci çıkmaz bu, aslı Arapça olan kelimenin, bir insanın iç dünyasında yol açacağı yıkımlara işaret eden gerçek anlamıyla ilk defa yüz yüze geliyordu. Asime Türkçe anlatmış, lakin mahallenin kadınları Arapça bir “devrimin” çaresiz bırakan gücü karşısında ellerini kaldırmış, silahlarını bir kenara bırakmış, boyunlarını bükerek teslim olmuşlardı ortak olamadıkları, olmayı da asla istemeyecekleri bir insanlık sancısının aylar sonra Asime’nin yüzünde ve sesinde tekrardan hayat bulmasına.
Sekiz on yaşlarında çocuklardık. Ölenle, kalanla işimiz yoktu. Asime’nin anlattıklarını bir film sahnesinin ötesinde somut hakikatler olarak alıp bağrımıza basacak olgunluktan henüz hayli uzaktık. Derdimiz başkaydı. Öncelikle İmran’a bir köpek tahsis edilmeliydi. Evlerinin önü müsaitti. Köpeğini annesinden aşıracağı çamaşır ipiyle kapının önündeki telefon direğine peki ala bağlayabilirdi. Ardından boru testini geçip çeteye katılmalıydı. Şu kayma işine de bir çözüm bulunmalıydı mutlaka. İmran Kuran kursunda da çeteye diğer çeteler karşısında büyük bir avantaj sağlayacaktı şüphesiz. Müezzin efendiden bile daha iyi Kuran okuyabilirdi, hem de hiç zorlanmadan. Neredeyse cennetlikti İmran. İşi kolaydı öbür tarafta. Oysa mahallenin çocukları öyle miydi? Dua öğrenmeleri, eğilip kalkarken ne diyeceklerini iyice ezberlemeleri gerekiyordu. Şanslı çocuktu vesselam şu İmran.
Aradan yıllar geçecek, Asime yaşlanacak, İmran ve küçük kızlar evlenecek, kanatlanacak Kanalaltı ikinci çıkmazdan bir bir uçacaklardı. Lakin İncila’ nın dizindeki sancı, yüzündeki utanç 16 Eylül 1982 günü Sabra ve Şatilla’da üzerine bulaşan insan pisliği kokusu hiç bir yağmurun, hiç bir karın temizleyemeyeceği bir leke olarak yapışacaktı hayatına.
YORUMLAR
Tayyar
Angie
off korkunçsunuz:)yani bu inandırıcılık. hikayeden öte kurgudaki tavır...
bir parça daha mı iyiyim bilmiyorum ama tüm bunların gerçeklerden beslenildiği de bir başka gerçek. yine de "kurgudur' sözü elbette film bittikten sonra "bunlar hayal ürünüydü" sözü gibi bir parmak şıklatma etkisi vermedi değil.
çok selamlarımla:)