- 1315 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Boşluğa Dolu Mektuplar
Tercihler en çok kendimizi yaralar
Ve o yaralar bize ait değildir!
Taze bir aldanışım var benim, eskilerden kalma bir sızım. Her gün kendini ısrarla yenileyen, kendime takmak istediğim isimleri şiirlere bağışlıyorum, ayaklarım gidiyor, hayalini bulmuş gibi, izlerin peşinden, izler yok, çoktan silinmiş, soğuk çünkü fırtına düşüyor izlerin peşine, yaşanmış bir şey bırakmama derdinde, ayaklarım yolda yürüyor, her şey yoluna girecek der gibi, inanmıyorum, kendi ellerime inanamıyorum. En güzel yalan gözlerindi, en güzel ben inanmıştım, o bakış tek gerçeğimdi, hayat bir yalan üzerine kurulabilirse, kurardım, kendimi yıkardım, yıkılmazdım. Şiirlerim can çekişiyor uzun zamandır, gece sesleri uyutmuyor, taktığım isimler ağır geldi anlamına, sen yalan söyle yine, anlamlı bir şekilde inanırım, en güzel ben inanırım gözlerine, en güzel ben susarım.
Üşüyorum, eski üşümelerim de canlandı yeniden, gelmediğin yazları özlemiyorum, kış sıcaklarını özledim, yanında. Kalın giyinmek istemiyorum, kapanan yaralara biraz daha yüklenmek istemiyorum, dokunmak istemiyorum, her acının bir dili var, kendimi aldattıklarımla dolu, inançlarıma küfürlerimle dolu. Her şey öyle boş ki, kelimelerin yerini değiştirmekten başka bir şey yapamıyorum, acıların yeri değişmiyor ama hangisi daha fazla sızlıyor hesaplayamıyorum. İnsan yağmurda ağlayamaz mı? Herkes alışmış yağmurda telaşla koşanlara, ben koşmuyorum, yorgunum, rahatsız bir dünyada insanlar da rahat vermiyor, daha da rahatsız oluyorum, bu beni hasta ediyor. Geceleri uyuyamadığım zamanlar, bolca duvarları izliyorum, dizlerim karnımda, öylece, kollarımda en süslü aksesuarlar, kendimi normal hissetmeye çalışıyorum, ne kadar normalleşirsem, o kadar anormal oluyorum. Postaya hiçbir zaman vermeyeceğim mektuplar yazıyorum, sadece gece dinliyor ağladıklarımı, o karanlık ısıtıyor yalnızca içimi. Sahil kenarında kimse olmadığında saatlerce dalıyorum, daha kalabalık hissediyorum o an, insan kalabalığı değil, çoğunlukla sen dolu her yer, içimi kolayca dökebiliyorum, dökecek yer kalmıyor, içim yine dolu, hep dolu. Yağmur damlaları kadar yuvarlak, yeni doğan bebek gibi kızgın, haykırışla dolu, ürkek, yalnız, “nereye geldim ben?” der gibi. İçim kimsesini kaybetmiş gibi, insanını yitirmiş gibi, insanlıktan çıkmış gibi, buraya ait bir şey kalmamış gibi…
Benim şehrimde senin sokaklarını yaşıyorum, geziyorum, her sokağa adını verdiğimden beri, karşıma çıkan her şey sana ait gibi, ayna bile. Gözlerim gittikçe sana benziyor, yalanmış gibi. Çok güzel inandırıyorum kendimi bu masala, kaptırıyorum, oynuyorum.
Cümlelerim eskilere ait, şimdiki zamana ait hiçbir şeyim yok, tavan arasından geliyor tüm eski cümlelerim, tavan aramız yok halbuki bizim, üst kattan gelen bolca sesler var, yaramaz çocuk sesleri, sürekli yerleri değişen mobilya sesleri, zaman çabuk geçiyor sanırım, yaz gelecek yine, olmadığın günlere bir mevsim adı veremiyorum, sürekli içimde dökülen yapraklar var, birkaç canımı yitirmişim gibi, az canım kalmış gibi, ömürle alakalı değil ama.
Küpemi kaybettim
yanındayken seninle olan, sana ait her şey kaybolmuş gibi geldi... Kulağımda söylenmemiş sözlerden küpe yaptım, her gün bir şeyi yitiriyorum...
Yerim yok bu odada, salonda, birbirine yapışmış binaların içinde, hep aynı kutu odalarda, kendinden başka kimsenin sığmadığı mutfaklarda, oturma odasının kenarındaki sandalyede, yerim yok, o yüzden her yerde buluyorum kendimi. Hiçbir yere ait olmayan, belki de her yere aittir ya da her yer ona aittir gibi geliyor bana, bağlılık duygusu neşelendirmez insanı ama bu neşelendiriyor beni. Sokaklarda yerim belki bilmiyorum, kırmızı bir elbisem var, hep aynı yerde asılı duran, benden daha çok dolabın aşina olduğu bir elbise, ne renk olduğunu bilemediğim, bir türlü bir renge büründüremediğim gözlerin var, hiçbir rengi kabul etmiyor, yalan gibi, ne yaşadığını bilmez gibi, dört duvar beni boğuyor, sokakta bir taşın üzerindeki karınca, kararınca geçiyor hayat, hava kararınca geçmiyor, gündüzler gecelerden kısa, gündüzler gecelerden kalabalık, umut vaat eder gibi, umutlanmak da beni boğuyor, korkutuyor, umut edeceğim diye korkmaktan o kadar korkuyorum ki…
***
Tırnaklarımı terbiye edemedim, hep başkalarının acıttıklarını kendime batırdım, avuçlarım kanadı, bir daha hiçbir ele bulaşamayacak kadar uzaklara aktı sızısı ve sıvısı. Her canım acıdığında kendimi suçladım, başkalarının hesabını kendime sordum, yükledim. Anlamlıydı bu bana göre, çünkü kimseyle anlaşamıyordum, kimseye de anlatamazdım bunu. Kendime anlatmak zorundaydım, o yüzden kendime sordum. Cevabı olmasa da sordum, biriyle konuşabilmek için sordum, bu birisi kendimden başkası değildi. Deli olmak o zamanlarda kulağa hoş geliyordu, herkesin içini dolduran şeyler içimde bomboş bir boşluk yaratıyordu. Daha fazla konuştum, o kadar çok konuştum ki, o da yetmedi, sonra susmaya başladım.
Mühim olan zamanlarımız kalmadı bundan böyle anılacak, biz her yıldönümlerinde unutulacak zamanları anıyoruz, unutulması gereken zamanlar çoğaldıkça, kendimizi unutuyoruz. Geleneklerimizi ölü topraklara bıraktık, geleceğimizi de geçmişin tam dibine… Ben uzaklarda, insanı eğip, bükmüşler, zamanı evirip, çevirmek de işe yaramadı hatta ters çevirip, düzden yaşasak da… Yaşanılanlar geriye alınamadı. Bizimle birlikte tüm insanlığın hafıza kaybına uğraması gerekirdi unutmak için, hatta taşların, gökyüzünün bile, gökyüzü çok büyük ama unutamaz ki, belleğinde saklıyor kuşları, yuvaları, göçleri. Görüntümü kaybettim aynalarda, uzun uzadıya giden bir ışığı takipte gözlerim, çukurunu doldurmuyor yaşlar, yarı net, yarı flu zamanlar boyayamadı hafızamızı, tarihten bile yaşlı hissediyorum kendimi, ama olamam, biliyorum bunu bilmek bile garip bir hüzün. Mesele bugün değil, dün de değil, bizim aşkımız çağını şaşırdı, mesele zamansızlık, mesele özlemenin sonuna dayanan gerginlik…
Gözlerim hep bulutlu zamanları gösteriyor, burada mevsim hep aynı, tramvaylar hep aynı seferleri yapmakla yükümlü, yüküm hep aynı. Yüklem bile taşıyamıyor yükünü, başka yerlere bırakıyor, kelimelerin çoğu anlamını yitirdi ya da değişti, bir söylediğin bir daha söylediğinde aynı anlama gelmiyor, insanlar aynı anlamı hissettiremiyor, ne hissetmek istiyor bu insanlar, hissedemiyorum, hep şüphe, tek gerçeğimiz bu artık, yenilmez gerçek.
Kimseyi kıramayacak kadar iyiydim
Ve bu iyilik beni kötüleştiriyordu…
On İki Kasım İki Bin On Dört 13 00
Nevin Akbulut
YORUMLAR
Öncelikle kırmızıyı çok severim,en sevdiğim renklerden biridir.Sıcaktır,sıcacık bir dost bir arkadaş gibidir.Kendine çeker.Bir sarı çekmezde kırmızı çeker işte.Yazlarıda daha çok severim neden ? Evet, o da sısacıktır.Mavi helede buz mavisi ise beni üşütür.Soğuğu sevmiyorum.Keskinliği sevmiyorum.Kişiliğini net bir şekilde ortaya koymak adına dobralığa sığınan sert insanları sevmiyorum.Kıran,kırmaktan başka bir meziyeti olmayan insanlır sevmiyorum ama iyi niyetli,karıncayı incitmemiş gerçek insanları seviyorum.Hayşat üzerine düşünen,yazan,öz eleştirisinide yapabilen insanları seviyorum.Benim hissettiklerimi kaleme dökmemiş olsamda bunu kaleme döken insanlarlada o kalemden dökülenlerin ortak paydasında aynı hisleri paylaşmanın mutluluğunu yaşamayıda seviyorum.Tıpkı bu hoş,cesur,samimi mektupta olduğu gibi.Tebrik ediyorum.Sevgi ve selamlarımla.
Ellerinize yüreğinize sağlık hem kendinize hem bize hem uzaktakine yazılmış muhteşem bir mektup yürekten geçen kelimeleri kağıda dökmek kolay değildir hem bu kadar içten hem bu kadar samimi çoğumuzun kendimize dahi söylemek istemediklerini siz bizim yerimize söylemişsiniz yüreğinizde ki kaleme saygı ve sevgi ile...