Kendime mektuplar (XIII)
Kasım ayını severim, kasımpatıları da…
Umarsızca yürüyordu her zamanki yolundan. Irmağı kesen çirkin bulduğu köprüden geçerken onu yok sayıp, sabahın erken saatlerinde kendini suyun içindeymiş gibi hissediyordu. Su onun her şeyi idi, arındığıydı. Öyle ki zihninde suyun içinde bir atın üstünde olduğunu düşlüyordu. Köprüden geçtikten sonra her zamanki gibi ırmağın kıyısı boyunca yürüdü. Sabahın hafif esintisi içini ürpertiyordu ve üşümek çok derin bir haz bırakıyordu onda. Etrafına umarsızca bakınıyor, ırmağın ve çimlerin sabah kokusunu içine ta derinlerine çekiyordu.
Kasım ayının ikinci haftasıydı. Tam bir geçiş mevsimi. Sonbahar; hüzün mevsimi… Yürüdükçe hüznü de onu bırakmıyordu. Hâlbuki ondan kurtulmaktı tüm isteği. Soyunur gibi benliğinden çıkarıp oracıkta bıraktı hüznü. Yürüdü, yürüdü, Yürürken etrafını seyre daldı. Hiç kimseyi görmüyordu gözleri. Sadece bir resim; resmin içinde kendisi ve yalnızlığı…
Bu mevsim ağaçlarda yeşilden kırmızıya sonbaharın tüm renklerini görürsünüz. Hatta yürürken ağaçlardan düşen sararmış sonbahar yapraklarını, hüzün yapraklarını da… Boş bir bank ve ölmekte olan yapraklar etrafı doldurmuştur. Hışırtılarını duyarsınız; belki de konuşuyorlar aralarında. Bu bankta oturup kendilerine katılan kadın hakkında.
Evet, şöyle dışarı çıkıp bakalım resme hep birlikte. Sakin sakin çağıldayan yeşil gözlü ırmak. Irmak kenarında yaşlı çınar ağaçları ve yerlerde etrafı doldurmuş sarı, kırmızı renge bürünmüş yapraklar içinde bankta oturan bir kadın. Bazen eğilip yaprakları okşuyor, bazen gözleri dalıp suyun derinliğine, boğuluyor. Hüznü soyunup çıkarmıştı ya hayatından, anlaşılan pek öyle olmamış. Parça parça her yerdeydi şimdi hüzün parçacıkları. Ağaçta, su damlasında, yere düşmüş kırmızı bir yaprakta. Peşini bırakmaya niyeti yoktu. Gülümsüyordu kadın hüzün yerine mutluluğu giymeye çalışarak, ama bir türlü başaramıyordu.
Kalkıp yürüdü kararlılıkla. Oradan meydana geldi. Kendinden emin bir şekilde başını yukarı kaldırdı. Kasımın ikinci haftasıydı. Kasımpatıları çok seviyordu. Renk renkti zihninde canlanan kasımpatıları. Kırmızı, beyaz ve sarı… En çok sarı olanlarını severdi. Köyde çocukken ablasıyla birlikte diktikleri geldi aklına. Hele yağmur yağıp dindikten sonra üzerinde biriken su damlacıkları, damlacıkların onlara dokununca ellerinde bıraktığı ürpertici serinlik tüm canlılığıyla zihninde belirdi. ve koklamak için eğildiğindeki kokusunun genzini yaktığını hayal etti. Sarı kasımpatıları aynı zamanda ona Atatürk’ü hatırlatırdı. Bir şekilde özleştirmişti onunla.
Şimdi Ata’sının karşısında bunları düşünüyordu. Hüznü hemen yanı başındaydı. O olanları ve ülkenin durumunu düşündükçe biraz mahbup ve suçlu hissediyordu. Elinden geleni yapıyordu. Hep anlatıyordu. Ama yeterlimiydi bu. Bazen hiçbir şey yapamamış gibi hissediyordu kendini. Ata’sı hala gülümsüyordu ona. Bir an yine hayal dünyasına daldı. Yaşadığı dönemde olmak istediğini söyledi atasına ve onunla birlikte yan yana mücadele etmek ne onur verici olurdu. Toparlandı… Etrafına başkaları da birikmişti. Ata’sı sanki gülümseyerek onu yüreklendiriyor gibi geldi. Sonra durup içinden konuşmaya devam etti. ‘Seni seviyorum. Fikirlerini seviyorum. Çünkü seni anladım. Seni sevmek için seni anlamak gerekir. Sözlerinde ümitsizliğe asla kapılmadığını söylüyorsun. Ben sen değilim ama sözlerini hep hatırlıyorum. Seni sevmek seni anlamaktan geçer. Ve seni anlatmaya hep devam edeceğim.’
Kasımı seviyorum, kasımpatıları da…
Yeşil düşlü şair / gülsüm öztomurcuk
04.11 2014/ 23.50 manavgat
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.