Adıyaman–1995
İbrahim Gerçektürkoğlu
"Hayır, biz bugün kurbağa avlayacağız son kez!" der demez İbrahim Gerçektürkoğlu’nu beklemeden bir soba borusu kalınlığında akan dere suyunun içine atladı. Su kara lastiklerinin içine kaçınca güneşin soldurduğu tişörtüne, kararmış olan ayak bileklerine, çeşitli dikenli kuru otların yapışmış olduğu gri renkli Sümerbank okul pantolonuna baktı ama bu ’bakmalar’dan hiçbir şey anlamamış olarak arkadaşını suyun içine atlaması için heyecan yüklü bir işaret verdi.
"İşte benekli bir kurbağa! Çubuk bul, çubuk!" İbrahim Gerçektürkoğlu dereye atladı çarnaçar. Arkadaşı çubuk arıyormuş gibi saf saf çevresine bakarken o incecik eliyle yeşilin açık tonlarında benekleri olan uysal kurbağayı sol arka ayağından yırtıcı bir hayvanın atikliğiyle yakalayıp zafer havasıyla havada salladı. Aniden aklına annesinin sıkı sıkı yaptığı tembih geldi. Kesinlikle kurbağalara el sürülmemeliydi. Kurbağaya el süren yaramaz çocukların elinde iğrenç balonlar oluşur, sonra bu balonlar açılıp saçılır, dışarıya kan, su ve nihayetinde koyu bir irin akıtırdı. Bundan kaç sene evvel yaramaz bir komşu çocuğu kurbağaya el sürdüğü için elleri öyle olmamış mıydı? Neyse ki sonunda üfürükçü bir nene tuzu kâğıda sarıp Kuran’dan çeşitli ayetler okumuş ve o okunmuş tuzu çocuğun ellerine efsunlu bir havayla sermişti de baloncuklar sönmüştü.
"Ey İbram niye bıraktın kurbağayı?" Alelâde bir kurbağa değildi ne de olsa! O geçmiş ve gelecek günahların sindiricisiydi. O ’şimdi’nin ve geçmişin son, en sağlam, aciz tanığıydı. O aciz çocukların son eğlencesiydi. O, O’nun varlığının göstergesiydi. O halde ne diye kurbağayı bırakıyordu! Gençliğe adım atmışken birkaç sorusu olacaktı o kurbağaya. "İşim var; ben gidiyorum. Kurbağayı bırakmayacaktın!" Elezerce ters ters baktı İbram’a. Hilkat garibesi bir çocuk ortaya çıkmıştı işte. İbrahim Gerçektürkoğlu’nun onu anlaması mümkün görünmüyordu ama o bakışlarıyla bir şeyler anlatmaya devam ediyordu biteviye.
"Kurbağaya elimi sürdüğüm için ya ellerimde iğrenç baloncuklar çıkarsa… Ondan saldım kurbağayı. Hem biz artık büyüdük. Hadi köye dönelim, hadi!" Arkadaşından ürktü. Ne kendisi eski İbrahim’di ne de arkadaşı eski arkadaştı. Hem onun hem de kendisinin bıyıkları yakın zamanda terlememiş miydi? Yani bu demek oluyordu ki eski yoktu artık. Eski kurbağalar da tabii. O halde ne diye kurbağayı tekrar yakalayacaktı ki? Ne diye kurbağaların beneklerine bir cerrah titiz titizliğiyle ucu sivri çubuklar batıracaktı? Bazı şeyler için artık geçti. Son dönem romancıların romanlarına konu olacak yaşam alışkanlıklarını bırakma vakti gelmiş, hatta geçiyordu. Kasabadaki genç evli kadınlar onun yeni terlemiş olan bıyıklarına baktığına göre değişen bir şeyler vardı. İbrahim Gerçektürkoğlu rahîmane bakışlarıyla son defa derenin içinde zıplayıp duran kurbağaya baktı.
"Boş ver şu pis yaratıkları. Hiçbir şeye hevesim kalmadı İbram. Evet, biz artık büyüdük, çok büyüdük. Yakında kızları bile öperiz, değil mi? Bak yağmur geliyor hadi gidelim, hadi! " Kuru toprağa, sararmış olan dikensi otlara, ısınmış olan yosunlu kayalara, güneşte çalışmaktan terlemiş olan karıncanın ince beline, toz halindeki toprağın üstünde kavga eden şehvetperest köpeklerin göğe doğru kaldırdığı toz bulutunun üstüne, susadığı için köy çeşmesine iniş saatini meşelerin içinde bekleyen sabırlı domuzun iri ve kalın tüylerine ve daha birçok şeyin üstüne yağacaktı yağmur.
Köye doğru hayal kırıklığı içinde yürüdüler. Bir daha çiş yarışı veya kurbağa avı olmayacaktı hayatlarında. Bir daha çamurdan arabalar da yapmayacaklardı. Çamurdan araba yapmayacaklarına göre çamurdan tekerleklere ihtiyaçları olmayacaktı. Çamurdan arabanın tekerleklerinin balçık gibi olan bir çamurun içinde kaldığını iki arkadaştan biri hayal etti. "Vınnnn, vınnn, vınnn!" dedi içinden iki arkadaştan biri. Son kez "vınnn!" dediğinde az ilerideki alıç ağacının dibinde Petlas marka eski bir araba lastiği gördü. Tekerleğin birkaç yerinde yırtıklar oluşmuş ve dış yüzeyi güneşin yakıcı ışığıyla pütür pütür olmuştu. Tekerleğin dibine geldiğinde tekerleğe öfkeyle bir tekme vurdu. Yan yatan tekerleğin içinde bir şekilde biriken sarımsı su havaya doğru sıçradı. Eğilip baktı içine. Bir sürü böcek ve çekirge ölüsü vardı içinde.
"Tekerleği çocukluğumuzdaki gibi aşağıya doğru yuvarlayalım mı İbram? Sararmış olan dikenleri nasıl acımazsızca yardığını, kayaların üstünde nasıl zıpladığını, alıç ağaçlarının köklerine nasıl çarptığını ve en sonunda derede son hareketini yaptıktan sonra nasıl yan yattığını seyredelim. Ne dersin?" İlk yağmur damlaları gök gürültüsüyle yere inince İbrahim Gerçektürkoğlu hevesle tekerleği ayağa kaldırdı. Tekerleğin hangi yöne doğru yuvarlanması gerektiğini gözünü kısarak ayarladı. Derin bir nefes alıp verdikten sonra arkadaşından tekeri bırakması gerektiğinin işaretini vermesini bekledi. "Bırak İbram tekerleği!" dedi ve sağ elini yere doğru sert şekilde indirdi.
Az ileriden yorgun ama gür bir yaşlı adam sesi geldi: "Piç kuruları niye tekerleği yuvarladınız? Birazdan da elma çalacaksınız biliyorum. On tane okul bitirseniz de adam olamazsınız. Başka ne çıkacaktı sanki gavur icatlarını öğrenen piçlerden?" Yaşlı adam çalılıkların arasından önce tekli tüfeğinin namlusunu, akabinde titreyen ampul kafasını çocuklara (bir yönüyle gençlere) gösterdi. Eli silahlı bu yaşlı bunağa korkuyla biteviye baktı iki arkadaş. Yaşlı iyice cesaretlendi arkadaşların bu halini görünce. "Söyle piç misiniz lan? Ayaklarınıza sıkayım mı ha? Osurarak kaçın hadi! Bir, iki, üç!"