- 1764 Okunma
- 14 Yorum
- 6 Beğeni
TEK KANATLI PENCEREM
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Çocuktum ufacıktım..
Top oynayıp hiç acıkmadım ben..
Bir pencerenin önünde, top oynayıp acıkan çocukları seyrederek geçti benim ufacıklığım.
Sabah akşam yaydığı taze ekmek kokusunu, mahallemizin birbirine yaslanmış eski ahşap evlerinin arasından geçirirken, fakir insanların küçücük mutluluklarına katkıda bulunduğunun fakında olmayan bir fırının üst katında otururduk.
İçinde yaşayan ailemizin muhabbetinden çok, fırının yaz kış sönmeyen ocağı nedeniyle sımsıcak olan evimiz, pastel yeşil kelebek desenli perdesiyle tek kanatlı penceremiz, ocakla ütü arasında teker yuvar koşturan annem ve ben, hepimiz ufacıktık.
Babam ve iki abim vardı bir de, ama onlar büyüktüler ve benim ufacık dünyamın içine sığmazlardı. Ne vakit mecburen girmeleri gerekse, ki nadiren bile değildi neredeyse, ya elleri ayakları, ya başları, ya da anneminkine hiç benzemeyen hoyrat duyguları dışarıda kalırdı.
Babam, yokuşa vurulmuş son mecal gibi, gayretsizce sürürdü ayaklarını hayatın içinde. Düzlüğe ulaşmaya az kaldı sananların garip umudu ile kendini kandırır, yokuş dikleştikçe, sanki babamın umudu daha da artardı. Tükenmeye dünden hazır mecali ise, bu oyunun bir parçasıymış gibi davranır ve tuhaf şekilde onu yarı yolda bırakmazdı.
Onun, ne bana, ne abilerime, hatta bence ne de anneme, zamanın hiç bir diliminde herhangi bir sevgi sözcüğü sarfedebileceğine ihtimal vermediğimden, bu dünyada hayal kurabilecek en son insan olduğunu düşünürdüm.
Ama yine de bir hayali vardı.
Düzlüğe çıkışını takip eden ilk yazda, buraları bırakıp, o hep bahsettiği Ayvalık’taki zeytinliklere gidecektik. Zeytinleri kendimiz toplayacağız, tenekelere basacağız, birileri nasılsa biliyodur, sorup zeytinyağı yapmayı öğreneceğiz, hatta inanmayacaksınız sabun bile yapılıyormuş, sabunumuzu da kendimiz yapacağız derdi. Evet, hanım, sabun. Senin mercimek kafan almaz şimdi, anlatsam da anlamazsın.
Annem sormayı keser ama bir yandan da zeytinden sabunun nasıl yapıldığını düşünür, işin içinde çıkamaz, bu adamın rahmetli anacığının dediği gibi mankafa olduğuna kanaat getirirdi.
Ne babam o yokuşun sonunu görüp düzlüğe çıkabildi, ne de biz Ayvalık’taki zeytinliklere gidebildik. Abilerim belki daha da büyüdüklerinde gitmişlerdir, ama ben hiç gitmedim. Babamın elimi bıraktığı bir kış sabahından sonra, ben hiç zeytin de yemedim.
Annem hep mi böyle ufacıktı yoksa hayatın meşakkati mi onu gün geçtikçe ufaltıyordu bilmiyorum. Babam aynı kalıyordu, abilerim ve ben büyüyorduk, ama annem sürekli küçülüyormuş geliyordu bana.
Sanki zaman, yavaş ya da hızlı farketmez, geçip giderken keskin kenarlarıyla sadece ona çarpıyor ve sağından solundan yonttuğu parçaları alıp yanında götürüyordu. Bir gün iyice ufalarak yok olup gideceğinden, beni bırakacağından korkardım.
Yine de ne çok gülerdi. Çorba taşar gülerdi, mandallar kaybolur gülerdi, her dakika açık radyodaki şarkılara eşlik eder gülerdi. Benim saçıma sepet örgü yaparken sadece gülmez şarkı da söylerdi. Yine de yüzünün çizgilerinde saklı bir hüzün, kulağıma hep gizli gizli ağladığını fısıldardı.
Babamla akşamları o kadar çok kavga ederlerdi ki, gündüzleri bu gülmelere nasıl can yetiriyor anlamazdım. Galiba dayak yerken sakladığı bir ikinci ruhu vardı ve evde sadece ikimizken, örselenmiş olan yara bere içindekiyle yer değişiyorlardı.
Evde annemle günlerimiz hep aynı geçerdi. Bize kimse gelmez, annem de hiç kimseye gitmezdi. Ama ben tek kanatlı küçük penceremin öte yanında olan bitenle ve annemle çok mutluydum. Hayatımı önünde geçirdiğim penceremden bakarken, arkamdan yaklaşıp tombul kollarıyla öyle sarılırdı ki, perdedeki bütün kelebekler kalbime doluşurdu. Annem hem ufacık hem sıcacıktı.
Abileriminse anlatılacak hiç bir şeyi yoktu, onlar sadece haytaydılar. O kadar.
Okula gidişleri eziyet, dönüşleri daha da eziyetti. Hiç bir gün sabah kapıdan çıktıkları halleriyle eve döndükleri görülmezdi. Ya önlükleri yırtılmış, ya çantaları paralanmış, ya da zar zor alınan defter kitapları parçalanmış halde evin kapısına düşerlerdi.
Hatta bir keresinde eve çorapla gelmişlerdi. Her ikisinin de ayakkabılarının aynı anda nasıl sırra kadem basabildiğini, eve geldiğinde olayı öğrenince dinlenip dinlenip bu ikisini döven babam dahil kimse öğrenemedi.
Bir sınıf arayla devam ettikleri okuldaki başarıları ise, bir serçe kuşunun önüne kitap koyulduğunda yapabileceğinden daha fazla değildi. Ayakkabı olayının üstüne gündeme gelen, birinin aşağıdaki fırına, diğerinin de arka mahalledeki mobilyacının yanına çırak verilmeleri fikri bence çok isabetliydi ama annemin tuhaf bir cesaretle babama karşı koyması sonucu, yemin billah sözler vererek okula devam ettiler.
Annem bu cesaretinin bedelini, erken uyutulduğum için geceki kıyametini duymasam da, ertesi sabah gördüğüm morarmış gözleriyle ödemişti.
Uslandılar mı, tabii ki hayır. Okuldan arta kalan vakitlerinde, hem babamdan hem de mahalledeki büyük çocuklardan dayak yiyen, küçükleri pataklayan, kimseyi bulamazlarsa kendi aralarında dövüşen iki kişilik bir çete olarak hayatlarına devam ettiler.
Bana kötü davranmazlardı ama. Gerçi iyi de davranmazlardı. Daha doğrusu bana hiç bir davranışları olmazdı. Yanıma da yanaşmazlardı hiç.
Bir keresinde, o sırada annem her nerdeyse, düşen bebeğimi aceleyle elime uzatan büyük abim, gözlerini hemen kaçırsa da, kirpiklerinin arasından sızan bir sevgi pırıltıcığı, kaçan bakışlarına yetişememiş, düşmemek için mecburen benim bakışlarıma tutunmuştu. Ya da bana öyle gelmişti. Zayıf sırtına bakıp gülümsemiştim sıcacık.
Pencerem o kadar renkliydi ki, annem beni yemek için uzaklaştırdığı zaman bile aklım orada kalır, ne kaçırıyorum diye merakla kulaklarımı dikerdim. Hele yazları nasıl bir karışıklık ve renk cümbüşü olurdu anlatmak imkansız.
Daha sokağın en başındayken, tahta arabasının tekerlerinin parke taşlarda çıkardığı tıngırtıdan geldiği anlaşılan zerzevatçı Dursun amca, omuzlarından taşan kalın sopanın iki ucunda sallanan parlak tepsileriyle yoğurtçu Deli Salih, güldüklerinde altın dişleriyle korkunç görünen rengarenk elbiseli kalaycı çingene kadınlar, bakkalın oradan oraya öte beri koşturan çelimsiz çırağı Şefik, ip atlayan, top koşturan, kimi zaman beş taş, saklambaç, seksek, kimi zaman da bebekleriyle kapı gölgeliklerinde hanım hanımcık oturup evcilik oynayan irili ufaklı mahallemizin çocukları, daha kimler kimler yoktu ki.
Mahallenin salak kedisi Ferdane bile, bu hengamede daha da salaklaşır, daracık sokağın bir yanından ötekine, oradan tekrar gerisin geriye, hiç bir amacı olmadan gün boyu geçerek, aklınca kalabalıkla kaynaşır ve bir şekilde ezilmeye çalışırdı.
Yazları bu görüntülerle çok eğlendirdim ama kışın da penceremi çok severdim ben.
Yağmur ya da kar yağdığında, fırının duvarlarından yürüyerek, kavga kıyameti bitmeyen ufacık evimize ulaşan borulardan her tarafa yayılan sıcaklık, nefesimi olduğundan daha da ısıtırdı. Cama hohlayarak yaptığım buğuya, parmağımla çiçek, kuş, dumanı tüten ev ya da Ayvalık’taki zeytin ağaçlarını çizerdim.
Kuşların saçaklar altında kırıntı aramalarını, annesinden izin koparabilmiş tek tük çocuğun yağmur birikintilerinde çamurlara bulanmalarını, erken inen akşamlara yaklaşırken vakit, ellerinde fileleriyle eve dönen babaların yorgun yürüyüşlerini seyrederdim.
Ben bütün mevsimlerin yalnızca gündüzlerini görürdüm penceremden. Akşam ışıklar yandıktan sonra hiç camda olmazdım. Oysa özellikle yaz aylarında herkes dışarıda olurdu. Sokak lambalarının sarı ışığında, mahallenin bütün sesleri gündüzden daha gizemli ve efsunlu bir hal alır ama nedense benim gece camda durmama izin verilmezdi.
Bizim evimizde ayna da yoktu, vardıysa da benim görmediğim bir yerlerdeydi galiba.
Bir Şubat akşamı mıydı bilmiyorum. Ayları, günleri, annemin beni pencereden aldığı yemek vakitleri dışında saatleri de bilmezdim ben.
Babamın eve gelmesine yakın sofra kurma telaşındaki annem, tavandan sarkan tek ampulu yakıp telaşla mutfağa koştuğunda ilk defa beni pencerede camın önünde unutmuştu.
Gecenin kuzguni siyahına bakarken, doğuştan hareketsiz bacaklarımla bir yay gibi gerilip gökyüzünün yıldızsız ve aysız siyahına doğru uçtuğumu hayal ettim. Hiç görmediğim uzaklara, kuş gibi kanat çırptığımı, nerede bahar varsa aşağı kırlara süzülüp anneme bilmediği çiçeklerden toplamayı düşünerek gülümsedim ve o an cama yansıyan gülümseyişim gözüme ilişti.
Yüzümün bilindik hiçbir yüze benzemediğini böylece gördüm ben.
Olmayan kaşlarımın altında iki kara çukur gibi duran gözlerimin biri diğerinden daha kapalıydı. Renk yoktu yansımada ama sanki kızıl bir et yığını gibi duran burnumun etrafına yayılan buruş buruş deri yığını içinden dudaklarım seçilmiyordu. Biraz daha dikkatli bakınca üst dudağımın burnuma yapışık, alt dudağımın ise sağ yanağıma kaymış olduğunu gördüm. Kulaklarımdan biri kavissiz halde başıma bitişmiş, diğeri ise yok denecek kadar küçük bir parça halinde yanağımın az arkasında duruyordu.
Kendimi ilk defa mı görüyordum, bu ben miydim, üzüntü ya da korku değil ama bir sersemlik içindeydim sanki. Çok çirkin, hatta korkunç gözüküyordum.
Tuhaf bir sükunet çökmüştü üzerime, hiç tepkisiz ve hatta hissiz bir ruh haliyle kendime bakıyordum sadece.
Sonra dikkatimi tekrar geceye verdim, bu kez gökyüzüne hızla kanat çırpmak istiyordum. Bana karşı duracak sert rüzgarın, keskin kenarlarıyla bu asimetrik et yığınını yontacağını ve geri döndüğümde komşu kızlarına benzeyen yüzümle anneme gülümseyeceğimi hayal ettim.
Ama benim ayaklarım hareket etmiyordu, etse de nasıl uçacaktım ki.
Ve kalbim birden huzur gibi bir duygu, yanında güçlü bir direnme arzusu, ve bu ikisini kucaklayan bir kabullenişle doldu.
İsterdim komşu kızlarına benzemeyi, ama olsun, benzemesem de olurdu. Benim çok güzel saçlarım vardı. Gözlerimi kapatarak saçlarımı yüzüme doğru dağıttım.
O anda annem beni kucaklayarak pencereden aldı ve sofraya oturttu, endişeyle yüzüme baktığını farkettim. Görebileceklerimden ürkmüştü galiba, ona gülümsedim. İçi rahatladı mı bilmiyorum ama tekrar mutfağa gitti.
Beni bunun için mi saklıyorlardı?
Komşu teyzelerden iyi kalpli olan bir kaç tanesi, ben yaş kızlarını getirmişlerdi bir kaç kere, bir gelen bir daha bunun için mi gelmemişti.
Annem, binbir tembihle evden çıkarak, ki ne pencereden sarkabilir ne de ocağa yanaşabilirdim, neredeyse nefes nefese gidip geldiği alış verişlerine beni bunun için mi götürmezdi hiç.
Ama benim çok güzel saçlarım vardı.
Bazen arkamdan yanaşan annemin sıcacık elleriyle saçlarımı okşadığını hissedip geri döner, ona gülümserdim. Yüzünde aniden beliren kurşuni ağırlığı, bir an sonra beni gülerek kucaklamasıyla hafifletmeye çalışmasının gizemi hep bu muydu.
Ama benim saçlarım çok güzeldi.
Yürüyüp konuşamasam da görüyor, duyuyor, parmaklarımla camın buğusuna hem kuş hem çiçek çizebiliyordum. Bunlar az şey miydi. Benim ruhum, karşı apartmanın penceresinde yaz kış solmadan duran sardunyalar gibi rengarenkti.
Galiba sekiz yaşındaydım, yoksa dokuz mu, okula da göndermiyorlardı.
Hayatın beni yol kenarına fırlatmasını neden kabul etmişlerdi ki. Ayaklarım tutmuyordu belki ama, diğerleri kadar hızla yol alamasam da hayatın ana yolunda, ruhumun sıcak renklerine tutunarak dirseklerimin de yardımıyla sürükleyebilirdim bedenimi.
Ben burada durmak istemiyordum.
Hem ayaklarını kullanabilseler de, ruhlarındaki mızmızlık ve renksizliğe takılıp düşenler, düştükleri yerden kalkmaya üşenenler, benim rengarenk uçuşmalarıma yetişemezlerdi bile. İstemiyordum, ben yolun kenarında durmayacaktım.
Anneme beni dışarı çıkart diyecektim. Saçlarımı herkes görsün istiyordum.
Her zamanki saatinde yatağıma yatırıldıktan sonra, her zamanki büyük kavgalarından birine başladıklarını duydum, ama bu kez ne başımı yorganın altına soktum, ne de kulaklarımı tıkadım, içimde neşesini benim bile tuhaf bulduğum bir huzur vardı.
Uykuya dalmadan az önce, babamın anneme, nasıl unutursun almayı.. senin yüzünden.. zaten o kaynar suyla… gibi tam seçemediğim sözlerle bağırmasını ve bir kaç bir şeyin kırılma sesini duymuştum.
Alışkındım bu seslere, annem ne almayı unutmuştu acaba.
Uyumuşum.
Rüyamda yüzüm yanaklarım pırıl pırıldı, komşu kızlarına benziyordum ama benim saçlarım daha güzeldi. Annem gece yanıma gelip yüzümü görünce sevinmiş, o hep sevdiği saçlarımı okşayıp beni öpmüştü galiba. Ağlıyor muydu sevinçten.
Ertesi sabah, önce babamın sonra da abilerimin gidişini anlatan kapı çarpılmalarıyla uyandım. Birazdan annem gelir beni alır, kahvaltımızı yapardık. Beni pencerenin önüne taşımak için kucakladığında, ona sarılacak ve annem bak sana ne diyeceğim diye başlayan cümlelerimi söyleyecektim. Ne diyeceğimi bilmesem de birbirine benzeyen bir sürü cümleyi heyecanla uçuşturuyordum kalbimde.
Ama annem beni almaya gelmedi o sabah.
Annem bir daha hiç bir sabah beni almaya gelmedi.
Ufacık bedenini ufacık bir iple, fırından çıkıp bizim evimizi dolaşan taze ekmek kokulu sıcak boruya asmıştı.
Feryatlarla oradan oraya koşturan komşuların, düzlüğüne erişemediği o yokuşun en dibine toz duman içinde yuvarlanan babamın, ağlayan abilerimin görüntüleri hayal gibiydi.
Şubat ayıydı galiba, bilmiyorum. Sadece ağlıyordum ben. Hiç kimse sarılmıyordu, hep ağlıyordum ben. Odamda, annemsiz ve penceresiz ağlıyordum.
Kaç gün geçti bilmiyorum. O, tenhalığına ragmen benim ufacık dünyam için yeterince kalabalık olan insan karmaşası günler içinde azaldı, ve bitti. Kimse beni pencerenin yanına götürmüyordu. Götürmesinlerdi. Ben penceremi değil annemi istiyordum.
O sabah, okul için kapıdan çıkmadan önce, babamın ürkütücü varlığından bir an önce kurtulabilmek için aceleyle yanıma gelen abilerimin, bana neden hoşçakal dediğini anlamamıştım. Bir yere mi gidiyorlardı.
-----------
Bir sürü karyolayla dolu büyük bir odanın, kapıya yakın duvar dibindeki bir yatağına bedenimi yavaşça koyan babamın gözlerine baktım. Bana bakmıyordu, elimi sıkıca tuttu sadece, sıcak değildi eli. Saçımı annem gibi okşar sandım, okşamadı. Elini yavaşça çekerek döndü ve eski gri ceketinin içine boynunu iyice gömerek arkasına bakmadan kapıdan çıktı. Ufacık bavulum yatağın yanında duruyordu.
Konuşabilseydim, Ayvalık’a giderken beni alacaksın değil mi baba? diye soracaktım, soramadım. Ama alırdı elbet, başka kızı yoktu ki.
Zayıf bir kadın yatağın yanında bana gülümsemeye çalışıyordu ama yüzümün korkunçluğundan olsa gerek, dehşet ve acıma karışımı bir ifade vardı bakışlarında. O akşam üstü o kadın saçlarımı kesti. Çok üzülmüştüm. Benim yoksa saçlarım da mı güzel değildi. Ruhum alev almış cayır cayır yanıyordu.
Hiç bir penceresine yanaşmama izin verilmeyen, kimsenin de benim yanıma yanaşmadığı bu kurşun renkli binada, duvara dayalı bir yatağa bırakıp gitmişti beni babam. O gece çok ağladım.
İlk zamanlar hemen her gece, ruhumun yangınından arta kalan külleri usulca yastığıma yayar, küllerden zeytin ağaçları yapar, ertesi gün babamın gelip beni alacağı hayaliyle uykuya dalardım.
Kış geçti, bahar ve yaz geçti, belki bir kere daha Şubat geldi, üstüne kaç Şubat daha geçti, bilmiyorum.
Ben babamı da abilerimi de bir daha hiç görmedim.
Penceremden hatırımda kalan bütün görüntüler, önce mevsimsiz bir gride dondular. Hangi görüntüye uzansam, içindeki renkler, suya damlatılan mürekkebin yayılışı gibi ağır ağır griye boyanıyordu. Tarhana çorbamız, rengarenk mandallarımız, radyodaki şarkılar, taze ekmek kokusu kurşuni bir sisin içinde kayboldular.
Zaman geçtikçe, pastel yeşil perdemizdeki kelebeklerin cama yapışmış cansız kalabalığı, hem donmuş görüntülerimi hem de ruhumun bütün renklerini, babam ve abilerimi de içine alarak koyugan ve katran bir siyahla kapladı. Evimizin ışıkları da kararmıştı.
Annemse derin kederimin en uzak kıyısında ufacık bir pırıltı halinde bana bakıyordu. Ona öyle küskündüm ki.
Yine de bazı kış geceleri, herkes uyuduktan sonra, yatağımdan kalkıp pencerenin yanına gittiğimi, cama hohlayarak yaptığım buğuya annemin resmini çizdiğimi düşlerdim.
Ama bu hayallerimde bile, her seferinde cama yetişmekte biraz daha zorlanıyordum.
Ben… annem gibi her gün biraz daha küçülmeye başlamıştım..
YORUMLAR
Yazmış olmalıydım pek çok şey. Bulamadım onları. Neyse belki teknik bir sıkıntıdır. Fakat her yazıdaki o hem gülen, hem hayatı anlamlandıran kelimelerin bazan acımaklı bir anlatışı da barındırması zaten alışkanlığıdır kaleminizin. Hoştu yani. Kısaltılarak söylenmemeliydiler hepsi bu. Uzatışım bundandır...
nasıl haz ldım okurken ve sonunu sabırsızlıkla getirdim.Refik Halit Karay'ın hikayelerini anımsattı.çok hoş bir anlatım.tebrikler.
Nihavend Şarkı
öykünüz harikulade hüzünlü ve etkileyiciydi. başkalarının hüznünü hissetmek bence insanı insaniyet noktasında tutan en önemli şeydir. bencilce duygularla ne çok kimse mağdur oluyor şu dünyada, haddi hesabı yok. tebrik ederim
Nihavend Şarkı
Ayırdığınız vakit, beğeni ve güzel yorumunuz için teşekkür ederim sayın yazar.
Sayın Yazarım,
Topluma verdiğiniz mesaj ve sürükleyici yazınızı düşünerek ve hüzünle okudum.
Bu durumda olan veya anlattıklarınızı yaşayan insanların çok olduğuna da eminim.
Herkes için muhteşem bir yazı olmuş, kurdelenizi kutlar saygılarımı sunarım.
Nihavend Şarkı
Selam ve saygılarımla.
Ben söyleyecek bir söz bulamıyorum..Sadece bu okuduklarım sadece hayaldir inşallah diye kendimi avutuyorum.:((
Nihavend Şarkı
Sevgilerimle sayın yazar..
Yazınızı okuyunca, diğer yazılarınıza bakmak için tek tek geriye döndüm.
Kendi kendime söylendim sonra da, insan bazen çok iyi kitapları bulmak için nasıl kitapçı gezerse, günün seçkileri de buna benziyor.
Bütün yazılarınız çok güzel.
Zamanımın bol olduğu bir günümde hepsini okuyacağıma sizden önce kendime söz veriyorum. Çünkü böyle yazıları kaçırmak hatadır. Tek Kanatlı Pencerem gibi, Hatıralar Ne Renktir isimli yazınızı da en kısa zamanda okumak istiyorum.
Tebrik ederim güzel kaleminizi.
Nihavend Şarkı
Zamanınızın bol olduğu o günü ben de bekliyor olacağım..
Sağolun sayın Davidoff..Sevgi ve saygılar..
Kaç Nihavend Şarkı'yı dinledim okurken bilmiyorum...Yüreğindeki ayna,yürüyebildiği ölçüde anne,TEK KANATLI PENCEREM'den sımsıcak sevgiyi akılda bırakan,acıların içinde büyütebildiğimiz kimsesiz sahipsiz sevgi !
Müthiş gerçekten kelimeleriniz harika... İnanılmaz betimlemeler,inanılmaz hikayeci anlatım.
Daha önce hiç okumadım sizi lakin şimdi okuduğuma sevindim.
Hiç aynayı görmeyen kahramanın kulağına sessizce sesleniyorum. Kendisini görmek istiyorsa aynaya değil; bu yazıya bakmasını söylüyorum.
Değerli Dostum Tekrar Tebrikler
Saygılar,sevgiler
Nihavend Şarkı
''Acıların içinde büyütebildiğimiz kimsesiz, sahipsiz sevgi ''..
Kırık aynaların aldatan yansımaları arasından seçmeye çalıştığımız yok sevgiler..
Yokluğuna, belki de hiç olmamışlığına rağmen, tek kanatlı pencerelerden, tek kanatla boşluğa bıraktıran sahipsiz sevgiler..
Saçlarımızı güzel sandığımız zamanların tükenmez yanıltıcı ümitleri..
Teşekkür ederim güzel yorumunuza ve güzel sözlerinize sayın yazar..
Uzun zamandır bu kadar güzel ifade edilen bir yazı okumamıştım. Oysa yazıyı tıkladığımda biraz uzun görüp" gecenin bu saatinde şimdi kalsın, yarın okurum bir ara " diye düşünürken, baktım farkına bile varmadan sonunu bulmuşum.
Hiç tanımadığımız bir dünya içinde olan yazının kahramanı. Öylesine burktu ki içimi durumu ve yaşadıkları içimi, yatağa yatınca uyur muyum kolayca onu da bilemedim.
Yüreğinize, kaleminize sağlık. Kurdele, köşesini o kadar çok hak etmiş ki, , bu yüzden seçici kurula ben de teşekkür ediyorum güne getiren anlamlı hikaye için.
Sevgiler,
Billur T. Phelps tarafından 11/7/2014 11:09:43 AM zamanında düzenlenmiştir.
Nihavend Şarkı
Sevgilerimle değerli yazar.
Billur T. Phelps
Esas kaçırsaydım (bundan önceki yazılarınız da olduğu gibi) Çok yazık olurdu.
Sizi keşfetmemi sağladığı için uykusuzluğuma da teşekkür ediyorum
şimdi.
İçten sevgilerimle,
Çok güzel bir anlatım. İnanılmaz akıcı, berrak ve hüzünlü. Ne güzel metaforlar yapmışsınız.
"Ama bu hayallerimde bile, her seferinde cama yetişmekte biraz daha zorlanıyordum.
Ben… annem gibi her gün biraz daha küçülmeye başlamıştım.."
Bu final ise tam bir bomba olmuş.
Yürekten tebrikler
Nihavend Şarkı
Güzel yorumunuz için teşekkürler sayın yazar.
çok acıklı bir hikaye..engelli çocuklarını eve kapatıp topluma çıkarmaktan utanan insanlara ne diyeceğimi bilmiyorum. Ama galiba çok var ve kızın yaşadıkları pek yabancı gelmedi..oysa ne olursa olsuntek istedikleri toplumda herkes gibi yaşabilmek..devletinde sahip çıkması gereken bir durum var ortada..bende engelli teyzesi olarak engellileri yakından tanırım..çok üzücü gerçekten
Nihavend Şarkı
Teşekkür ederim güzel yorumunuza.
Sevgilerimle.
çok hazin bir öykü,,, içim acıdı burkuldu boğazıma bir yumru geldi dayandı... bir annenin vicdan azabının evladına duyduğu sevgiye baskın çıkmasına o kadar çok üzüldüm ki... bi yandan kendimi o annenin yerine koydum ... ama yok ben evladımı bir kaza sonucu da olsa o hale getirdikten sonra asla yalnız bırakamazdım... çok hazin gerçekten... kaleminizin gücünün de elbetteki çok etkisi var okuyucuyu böylesine içine çeken öyküde... günde görmek istediğim bir yazı ... umarım seçki pas geçmez... ders alınacak çok şey var yazıda...
onun hem saçları hem de o minik yüreği çok güzelmiş gerçekten...
tüm kalbimle teşekkür ediyorum size bu güzel öyküyü okuma fırsatı verdiğiniz için...
saygıyla...
Nihavend Şarkı
Sevgilerimle.
Hicran Aydın Akçakaya
önyargıdan ziyade sağduyu ile bakınca ve düşünüp empati kurabilince insan
söylediğinize katılmadan edemiyor...
''Zamanın ruhumuzda pervasızca biriktirdiklerinin.. an'da neler yaptırabileceğini kim kestirebilir ki ''
ana sayfada görmek çok mutlu etti...
tekrar kutluyorum sizi
nice öykülerde buluşmak üzere
saygılar selamlar...
Nihavend Şarkı
Eksik olmayın..
Sevgi ve saygılarımla..
:( Ağlayarak okuduğum bu hikayenin içimden şu an doğru olmaması için dua etmekten başka yazacak birşeyim yok sanırım.. Lütfen ki bu hikaye bir yazarın acıklı hayal ürününden öteye birşey olmasın.. Tüm kalbimle içinde o küçük kızın dirhem dirhem okudukça aynı hisleri yaşatan ve insana insanlığını düşündüren hikayenin kurdela almasını dilerim... Saygılarımla
Nihavend Şarkı
Sevgilerimle.