Mahremiyet Adam
Her zamanki gibi bir gündü; her zamanki barda, her zamanki yerimde oturmuş, her zaman içtiğim içkiyi fısıldamıştım, her zamanki barmene. Her zaman fısıldarım içkimi, bununla oyalanmayın, basit bir alışkanlık bu.Ne içtiğimi, benden başkası bilmezse, kendimle ilgili bir gerçeği daha gizleyebilirdim dışarıdan. Mahremiyet, en değerli varlığımdı, o kadar mahremimdi ki, ismimi seslenen kimse yoktu yıllardır.
Evet, her zamanki gibi bir gündü ve ben hep olduğu gibi ilk kadehimi bir dikişte bitirmiş, ikincisini fısıldıyordum barmene. Duymamıştı beni, insanlar beni bazen
duymazdı.
-Hey, barmen!
Benden başka kimse fısıldamıyordu küçük barda. Evet, bar küçüktü ama insanlar büyüklerdi ve sesleri de bir o kadar... büyüktü. Fısıldamaya ihtiyaçları yoktu, kendilerini saklamıyorlar, aksine varlıklarını bağırarak ilan ediyorlardı. Kocaman görüntülerle ve seslerle dolup taşıyordu bar, oysa bu algı kaosunun içinde kim
oldukları büsbütün anlamsızlaşıyor, hepsi görüntü ve ses yığınında belli belirsiz nesneler haline geliyorlardı. Bense çığlık çığlığa fısıldıyordum artık, o kadar yüksek fısıldamak zorunda kalıyordum ki, yüzüm kızarmış ve fısıltılarım çatallaşmıştı. Doğal olarak boğazımdan yükselen bir öksürük, onu fısıldayamadım, çirkin ses
yığınının ortasında kendini belli etmişti.
Belki de çok yüksek öksürmüştüm. Çünkü daha öksürüklerim susmadan, bardaki herkes susmuş ve tüm gözler öksüren adama çevrilmişti. Bana. Öksüren bendim, ama herkes bana bakarken, kendi öksürüğümün farkındalığını kaybetmiş, herkesle birlikte bakabileceğim öksüren birini arar olmuştum. Oysa bana bakıyorlardı ve ben bu kadar görülmekten rahatsızdım. Kafalarının içini duyabiliyordum: "işte adam." "hey, çok komik, kısacık saçlarına bak, hem de çok zayıf, neredeyse yok gibi, öksürmese onu göremezdim bile." "orada biri olduğunu fark etmemiştim, pek de çirkinmiş, şu garip eski moda kıyafetleri nereden bulmuş acaba?"
Saklanacak bir yer yoktu, yapacağım her hareket varlığımı duyuracakmış gibiydi. Oysa şu çirkin halimle böylesine sergilenmek, beni yargırlayan onlarca gözün önünde kalakalmak,hem de bir türlü unutulmuyor olmak - öyle ki bir türlü kendi dünyalarına dönmüyor ve beni bırakmıyorlardı.- korkunç bir sıkışmışlık yaratıyordu.
Tüm varlığımla onları görmezden gelmeye, kimse susmamış gibi ve bana bakmıyorlarmış gibi ve hiç öksürmemişim gibi davranmaya karar verdim. Fısıldadım:
-Hey, barmen!
Fısıltımın bir ses bombası gibi patladığı bar, bir anda kahkahalarla ve küçümseyen bakışlarla dolup taştı, hemen ardından kahkaha atan suratlar birbirine döndü ve eskisi gibi kendi varlıklarıyla meşgul olmaya başladılar.
Yeniden unutulmuş varlığımın fısıltısının etkisi çabuk kaybolmuş ve barmen başka müşterilerle ilgilenmeye başlamıştı.
Ne yapacağımı bilemiyordum. Artık barmene bir kez daha seslenmekten çekiniyor, ama bir kadeh içkiye de ihtiyaç duyuyordum.
Kendini yitirmiş bir adam olduğumu düşündüm. Bir an için, beynimin kıvrımlarında canlanıp sönen bu düşünce, bir başka sesi, çok eski ama çok tanıdık bir yakarışı getirdi kulaklarıma. "Sen de ne silik adamsın be!" Babamın sesi, on yaşında ve iki gözü morarmış, formasının yakası yırtılmış bedenime çarpıyordu. "Hep silik bir adam olacaksın!" Sonra annem giriyordu sahneye, bulaşık yıkamaktan buruşmuş parmakları hala ıslaktı, bakışları babamdan bana dönerken suratına oturan kin dolu ifade sevecen ve güven dolu bir gülümsemeye dönüşüyordu. Yanındayım, diyor ve ıslak elleriyle okşuyordu saçlarımı. "Ben buradayım ve kimse sana zarar veremez."
Ben barda sinmiş ve silik otururken, onlar çoktan çürümüş bedenlerinde yitip gitmiş zihinlerdi. Gözlerimdeki morlukları sevgisiyle iyileştirmeye çalıştığı günden iki yıl sonra intihar etmişti annem. Beni asla yalnız bırakmayacağını söyleyen bir annenin yarattığı dünya büyük ve vahşiydi. Ve ben bu vahşi dünyada kamufle olmaya çalışan bir sürüngen gibi, kimseye çarpmadan var olmaya çalışıyordum.
"Erkek ol!" diye söylenen asker bir babanın oğluydum ve fısıltımı duymayan barmeni beklerken, zayıf bedenimde taşıdığım bir duygusal enkazın içinden yükselen babamın anılarıyla oturuyordum. "Kendini göster. Erkekliğini ortaya koy. Sana vurana sen de vur ve acı çekmekten korkma. Elinden düşürmediğin şiir kitaplarıyla değil, kan ve gözyaşıyla boğulmuş bir dünyada yaşıyorsun." Keşke şiirle boğulsaydı dünya. Keşke o günün gecesinde yazdığım ilk "şiir" gibi olsaydı tanrı:
"tanrı bir şair olsaydı
ol deyip oldurmasaydı da,
mürekkep kokutsaydı dünyayı."
Anıların ağırlığıyla yavaşlayan zamanın düşsel gerçekliği, beni çemberine alan kaosu tanıdık sesler ve kokularlarla ve dokunuşlarla doldurmuştu. Güvenli bir dünyaydı burası, ben de kendi anılarımın tanrısıydım.
Ses tellerimden itelenen önce belli belirsiz, sonra güven ve farkındalıkla dolu bir ses, kalabalığı bastırarak yükseldi dudaklarımdan:
-Hey barmen! Bir votka. Sek.
Aynı anda korkunç bir hızla kalbim göğsümde çarpmaya başladı, bedenimi baştan ayağa geçen bir titreme yüzümü allak bullak etti. Oysa barmen, bu kahramanlığı hiç umursamadı. Önüme gelen kadehi, her zamanki gibi tek dikişte bitirdim ve sessizce bıraktım. Bar yeniden sessizleşmiş gibi, ve tüm gözler beni görüyormuş gibi ama hiç umursamıyormuş gibi terk ettim orayı.
Dünya yeniden yabancıydı ve tanrı bir şair değildi.