Gelen AĞAM, Giden PAŞAM.
Hayatın akışına öylesine kaptırmışız ki kendimizi çoğu vakit çevremizde
nelerin olup bittiğinin farkına bile varmıyoruz. Kendi kör benliğimizin etrafında
dönüp duruyoruz.
Birileri geliyorlar... Gelenler kim; niçin geliyorlar? Demiyoruz. Birileri
gidiyorlar... Gidenler kim; niçin gidiyorlar? Demiyoruz. Merak bile etmiyor,
farkına bile varmıyoruz.
Her gün birileri bir ürkeklik ve bir şamata ile aramıza dalıyorlar; birileri de
sessiz sedasız aramızdan kopup gidiyorlar.
Bizler ise bir benlik girdabında ben sevdasıyla dönüp duruyoruz. Ben, ben, ben...
Ta ki o girdap ya bizi yutup yok edene, ya da uzaklara savurup yok edene kadar.
Hayatta değişen bir şey yok. Başımızı kaldırıp bizim dışımızda neler oluyor
diyebildiğimiz yok. Olanlar da çoklukla kimsenin umurunda bile olmuyor.
“Gelen ağam, giden paşam” havasında... Tabi sıra kendisine gelene kadar...
Hâlbuki yaşam denilen olay, insanlık denilen kavram, “BEN” dediğimiz ilkel
noktada kalmamalı; biz dediğimiz bizlik noktasına çıkmalıdır. İşte o zaman
kendi kör benliğimizin girdabından kurtulur, etrafımızı ve gerçek hayatı görür
Dönme dolap olmaktan, “Gelen ağam, giden paşam” havasından kurtuluruz.
08.06.2008
Mustafa YÜKSEL