- 692 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KİRA EVİ
Üç gündür tam olarak yerleşememişlerdi yeni taşındıkları kira evine. Bahçe içinde iki katlı oldukça eski bir evin üst katıydı. Badana temizlik derken, dört gün de onlar sürmüştü.
Bu telaşlara çok alışıktılar gerçi. Kendilerini bildi bileli hep kira evlerinde yaşamışlardı çünkü.
“Hayat da bir misafirhane değil mi. Bu gün varız yarın yokuz. Dünya malı dünyada kalır. Ardında bırakacağın insanlığın, yanında götüreceğin ise temiz vicdanındır. İşte o kadar.” derdi, her taşınma öncesinde canından öte sevdiği babası.
Melekleri kıskandıracak kadar güzel huylara sahip olan sevgili annesi ise, “ev sahibinin bir evi, kiracının bin evi var derler. Fena mı. Çeşitli semtler, değişik evler görüyor, tanımadığımız kimselerle tanışıyoruz. Doyulmaz komşulukların tadına varıyoruz. ” der ve bu taşınmalardan hiç şikayetçi olmaz, hiç yüksünmezdi.
Ama bu seferki başkaydı. Yıllarca yaşadıkları şehri terk etmişlerdi.
İstanbul onlar için yaşanacak bir yer olmaktan çıkmıştı artık. Babasının aldığı emekli maaşı, bodrum katlarının kirasını bile karşılamaya yetmiyordu.
Kalabalık bir yandan, insanların vefasızlığı , komşuluk ilişkilerinin kaybolup gitmesi öte yandan, bu güzeller güzeli şehri gözlerinden büsbütün düşürmüş gibiydi.
Annesinin yokluğu ise hepsinden daha baskındı.
Ne taşınmaların, ne kira evlerinin tadı kalmıştı.
Kardeşleri meslek sahibi olmuş, evlenmiş ve Almanya’nın yolunu tutmuşlardı çoktan.
Babasının yakın bir arkadaşı, İstanbul’a pek de uzak olmayan küçük sevimli bir kasabada, yaşlı bir
tanıdığının kiralık evine taşınmalarını önerdiğinde, baba-kızın yüzüne memnun bir ifadenin yayıldığını görmüş, bir-iki gün sonra da onları arabasına atıp, hem ilçeyi hem evi görmeye götürmüştü.
Elif yarım asrı devirmek üzereydi.
Babası da bu yıl İyice çökmüştü.
Kolay değil, bir ömür vermişti yaptığı zanaata. Ne alın teri, ne göz nuru dökmüştü, nerdeyse yok olmaya yüz tutmuş bu ata-dede mirasına.
Geleneksel, tarihi ‘bakır işçiliğine’
Ne zaman o günlerden laf açılsa, “tam sekiz sene çıraklık yaptım. İşimi çok sevdim. Dünyayı unuturdum işimin başındayken. Üstüme farz olan bir ibadeti yerine getiriyormuşum gibi sayardım kendimi” derken, fersiz gözerinde bir parıltı yanar sönerdi.
Son zamanlarda çok az yer, çok az uyur olmuştu.
Geceleri sabah ezanına kadar oturur. Kur-an’ ını okur, namazını kılar, öyle girerdi yatağına.
İnsanın içine işleyen bir sesi vardı. Bazı günler yüksek sesle okurdu Kur-an’ ı .
O vakit, alt katta oturan ve evin üçüncü sahibi olan yaşlı kadın, usulca yukarı çıkar, ikisi de gözleri yaşlı, başları önlerinde huşuyla dinlerlerdi bu okumaları.
Babası sabah kahvesini ağır ağır yudumlarken, gözleri duvarda asılı fotoğraflara daha çok dalıp gidiyordu
Bu fotoğrafların birinde, Elif babasıyla annesinin arasına oturmuş, minicik yumuk ellerini onların dizlerine koymuş, kara gözleri çocuksu mutlu bakışlarla gülümsüyordu.
“Anne, bu resimde ben kaç yaşındayım?” demişti ilkokula başladığı yıl.
“üç yaşlarındaydın güzel kızım” demişti annesi de.
Ailenin bol fotoğraflı albümleri olmamıştı.
Diğer fotoğraf ise, kendinden sekiz yaş küçük ikiz iki erkek kardeşi Mustafa ve
Yasin’ le olan fotoğraftı.
Bu sefer o almıştı iki kardeşini iki yanına. Sıkı sıkı sarılmıştı onlara. Üçünün de yüzünde yediveren gülleri açmıştı sanki.
Taşındıkları her evde önce o fotoğraflar asılırdı duvara.
İnatçılığı tek kusuruydu Elif’in. Anne-babasının onca ısrarlarına rağmen İlkokuldan sonra okumadı. Kardeşleriyle ilgilenmek, onların yanı başında olmak en büyük mutluluk, en önemli şeydi onun için.
Onca kapıyı çalan taliplerine. Görmeye, istemeye gelenlere değil bir fincan kahve ikram etmek, bulundukları odaya bile girmezdi.
“Biz hayattayken evlen güzel kızım. Yuvanı kur. Bizim de gözümüz arkada kalmasın.
Bu dünyada hiç kimse iyi bir hayat arkadaşının yerini tutamaz yavrum. Bak, kardeşlerin bile kanatlandılar. Yalnızlık büyük sıkıntıdır insana” deseler de. Bu sözler Elif’i zerrece etkilemezdi.
“Benim yuvam burası.” Siz ne demeye getiriyorsunuz” diye diklenirdi onlara.
Elif bu kararından hiç dönmemişti bu yaşına kadar.
Bir sabah babasının uyanması gereken saate uyanmadığını görünce, oda kapısını tıklayıp içeri girdi. Yatağına yanaştı.
Yüzünde hafif bir tebessümle uyuyor gibiydi. Biraz daha sokuldu. Nefesini dinledi.
Babası bu kez dünya uykusuna değil , ölüm uykusuna yatmıştı huzur içinde.
Başını sevdi okşadı. Ellerini öptü. Göz yaşları döktü sel gibi, içli ve sıcak.
Yastığının altında duran bir zarf ilişti gözüne.
Bir süre öylece baktıktan sonra, zarfı aldı. Titreyen elleriyle açtı. İçinden çıkan beyaz sayfada yazılanları okurken göz yaşları kağıda hare here yayılıyordu.
“Evimizin solmayan gülü, yavrum Elif’im.
Yolcu olduğumu hissetmekteyim.
Babana evlatlık hakkını helal et güzel kızım.
Ben sana babalık hakkımı son nefesime kadar helal ediyorum kızım.
Sana sevgimden, dualarımdan başka bir şey bırakamadım evladım.
Yüklüğün sağ bölmesinin tahtaları arasında, hem kefen parası niyetiyle bir kenara koyduğum para. Hem seni epey bir zaman idare edecek bir birikim var.
Daha sonra benim aylığımı bağlatırsın güzel kızım.
İstersen küçük kiralık bir eve taşınır, bizler yanındaymışız gibi sürdürürsün ömrünü hayırlısı ile İnşallah.
Allah yardımcın olsun kızım.”
Acısı çok tazeydi. Lakin defin masraflarını babacığının alın terinin kazancıyla karışlaması gerektiğini biliyordu Elif.
Ayakları isteme istemeye yüklüğe doğru gitti. Önünde bir süre öylece durdu. Her şey bir anda tersine dönmüş, hüzün dolu odayı, kardeşlerinin birbirine karışan küçük sevinç çığlıkları doldurmuştu sanki şimdi.
Kardeşleri iyice ayaklanıp çocukça muzırlıklar yapmaya başladıkları yaşlara geldiklerinde, evdeki yüklükler çok önemi taşır olmuştu Elif için.
İkisi de pati pati koşup, yüklüğe çıkmaya çalışır, ablalarının kendilerini bulmasını beklerlerdi yarım- yamalık girdikleri yatak-yorganların arasında.
Ablaları da onları evin içinde dakikalarca arar, seslenir, ama bir türlü bulamıyormuş gibi yapardı.
Çocuklar sıkıştıkları yerde kıkırdamaya başlar, sonra dayanamaz ortaya çıkarlardı.
Derin bir iç çekişle açtı yüklüğün kapaklarını. Ne kadar aradıysa da emaneti bulamadı.
O sırada tahtalardan biri yerinden oynadı. Ve emanet ortaya çıktı.
Daha ötede, köşeye sıkışmış zarfa benzer bir şeyin durduğunu fark etti.
Zorlanarak uzanıp aldı.
Zarf sararmıştı ama kağıttaki yazılar okunaklıydı.
“Sevgili kızım, ciğer parem Elif’iim.
Bu mektubu sana ulaştırabilir miyim bilmiyorum kızım. Sana bunları yazarken ben 21 sen üç yaşlarındasın yavrum.
Ama benden uzaklardasın güzel meleğim.
Bunun sebebini sana anlatayım benim talihsiz çocuğum.
Bir gün babamın uzak bir akrabasının oğlu askerlik izninde bizi ziyarete gelmişti. Evde kimse yoktu. Bana zorla sahip oldu.
Daha sonra hiç uğramadı. Korkudan kimseye bir şey söyleyemedim. Aylar sonra annem durumu fark etti. Karnım gittikçe büyüyordu.
Beni alıp İstanbul’ a bir akrabalarımızın yanına götürdü. Doğumu orada yaptım. Babam fark etmesin diye seni onlara bırakıp hemen geri döndük.
Benim cenazem döndü tabii.
Kaç kere canıma kıymak istedim, ama sana kavuşmanın ümidi içinde her seferinde bundan vaz geçtim.
O günden sonra başımı pencereden bile uzatamaz oldum.
Anneme senden bir haber alıp almadığını sorduğumda, “utanmadan bir de piçini mi soruyorsun? “ diyordu.
“Adını ne koymuşlar. Hiç olmazsa onu söyle” dedim bir gün.
“Elif!” dedi.
Yüreğimin bir yanı gül bahçesine döndü, öteki yanı yandı tutuştu.
Bir keresinde kendiliğinden konuştu.
“Kızı merak etme artık. Çok iyi güvenilir bir yere evlatlık vermişler. Birbirini seven mesut bir karı-kocaymış. Ama çocukları olmuyormuş. Adam bakır ustasıymış. Allah yolunda, sevilen itibar gören insanlarmış. Başka da bir şey bilmiyorum. O akrabalar da oradan taşındılar zaten. Yani kaçıp gitmeye kızı bulmaya uğraşsan da nafile. Kır bacağını otur. Buna da şükret. Baban duysaydı bir gün yaşatmazdı seni” dedi.
Allah bir mucize yaratır da kavuşacak olursak eğer, bunları ben kendim anlatırım sana.
Yok, bu buluşma kaderimizde yazılı değilse.
Sana ulaştırmayı hayal ettiğim bu mektup, oturduğumuz bu iki katlı kira evinin yüklüğünün tahtaları arasında sararıp solacak tıpkı benim gibi.
Yavrum! Seni koklamaya, seni sevip okşamaya, o masum bedenini bağrıma basmaya hiç fırsatım olmadı. Ah benim ciğer parem. Göz bebeğim Elif’im.
Önce Allah’ım sonra sen af edin beni.
Yüzüne, sesine hasret kaldığım, kınalı kuzum biricik yavrum Elif’im.”
YORUMLAR
Yanında götüremese de insanlığını,avucunda kalan tek şey işte bu insanlığı, insanın galiba...
Sağlıcakla...
DEVRİM DENİZERİ
Selam ve esenlikler.