- 818 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
GARSON CEVAT
Kırk bin nüfuslu bir ilçede oturuyorlardı. Şehrin doğu ucunda bir an önce kiradan kurtulmak amacıyla yapılmış, sıradan, küçücük, kutu gibi bir evleri vardı. Ev bahçeliydi. Arkası ve yan tarafları dikenli tellerle, ön tarafı ise taş ve tuğla karışımı bir duvarla çevriliydi.
Yaz gelince bu ev âdeta yeşillikler içerisinde kaybolurdu. Bu güzel görüntüye bahçeden dış duvarlara doğru sarkan kırmızı güller, kolları dört bir yanı saran yediverenler, dalları yeşilin bin bir tonuyla göveren dut ağaçları, ceviz ve şeftali fidanları da eklenince ortalık âdeta İrem bağı gibi şenlenir, görenlerin gözü ve gönlü açılırdı.
Okulların açık olduğu sonbaharın son zamanlarıyla soğuk kış günlerinde ise bu ev ve bahçeye apayrı bir hüzün çökerdi. Etrafa, hatta evin arkalarına kadar saçılmış binlerce kuru yaprak, keyfini ve yeşilliğini kaybetmiş onca ağaç ve fidanla o güzelim bahçe tam bir bağbozumuna tanık olur; âdeta rengini ve ruhunu yitirmiş bir hâle dönerdi. Hele avludaki çeşmenin yan tarafında bulunan kara üzüm asması; dökük yaprakları, uzun ve kuru saçaklı çubuklarıyla; akşamları, âdeta delirmiş, saçını başını yolmuş, sinirli bir kadın siluetini andırırdı.
Hemen her sabah evin bahçe kapısından kırk yaşlarında bir adamla on üç veya on dört yaşlarında bir çocuk çıkar, yaklaşık üç yüz metre ilerideki kavşağa kadar beraberce yürürler, daha sonra biri sağa diğeri sola ayrılırdı. Biri baba, diğeri oğuldu bu iki kişinin. Baba bir ilkokulda öğretmen, oğul da ortaokul birinci sınıfta bir öğrenciydi.
Akşamları bazen babası oğlunun karşısına oturur, sevgiyle gözlerinin içine bakar, öğütler verirdi:
— Aman yavrum derslerine iyi çalış… Sakın ihmal etme… Biliyorum, şimdi ders çalışmak sana biraz zor geliyor ama bunun önemini ileride daha iyi anlayacaksın…
Oğul Cevat bu öğütleri bazen başını sallayarak bazen de parmaklarını çıtlatarak dinler:
— Tamam baba… Şeklinde yarım ağız cevaplar verirdi.
…
Sene sonu hızla yaklaşıyordu. Durum hiç iç açıcı görünmüyordu. Dersler biriktiği için çok çalışmak gerekiyordu. Her şeyin pekâlâ farkındaydı Cevat. Hızla geçen haftalar onu, bir gün derslerinin ne kadar berbat olduğunu gözler önüne serecek o korkunç sona doğru yaklaştırıyordu.
Bir sürü zayıfın çakılı olduğu karnesini gören babasına, hele hele ikide bir “çalış çalış” diyerek gülen ve kendisini kızdırmaktan geri durmayan ağabeyine karşı ne diyecekti?
Hafif serin bir öğle vaktiydi. Evde babasından başka kimse yoktu. O da sabahları erken kalktığı için biraz yatağa uzanmış, istirahate çekilmişti. Evlerine yaklaşık bir kilometre uzaklıkta bulunan okula gitmişti Cevat… Sabahtan beri içinde depreşen bütün tereddüt ve korkuyu yenmiş, birkaç hafta önce yapılan bütünleme sınavlarının sonuçlarını öğrenmeye karar vermişti.
Sonuçlar, okulun demirden ana giriş kapısının camlarına asılırdı. Bunu, geçen yıl aynen böyle kendisi gibi bütünlemeye kalan bir arkadaşının sonuçlarını beraberce öğrendikleri için iyi biliyordu.
Ancak hayatında hiç bu kadar heyecan yaşamamıştı. Kalbi güm güm atıyordu. Önünde iki olasılık vardı. Ya sınıfı geçecek ya da kalacaktı. Ama ya ikincisi olursa… Sınıfta kalırsa ne yapacaktı? Kuruyan dudaklarıyla yutkuna yutkuna bakıyordu sonuçlara… Baktı baktı... İsminin tam karşısındaki sonuç kısmında kırmızı mürekkeple “Başarısız” şeklinde bir yazının birdenbire jilet gibi içini kestiğini fark etti...
Az kalsın bayılacaktı. Kendi duyacağı kadar bir sesle “eyvaah!” diyebildi sadece... Olduğu yere yığılıp kalmıştı. Koca bir dünya yıkılıyordu içinde... Başından kaynar sular dökülüyordu... “Nasıl olur bu!” diyordu iki elini şak diye birbirine vurarak…
İngilizceden üç, matematikten iki almış, sınıfta kalmıştı. Ne yapacağını bilemez hâldeydi. Önce sağ elini yumruk yaptı, sonra işaret parmağının ucunu büküp bir süre ısırdı. Ardından birazcık kendini toparladı, tekrar ayağa kalktı. Dönüyor, cama bakıyor; yine dönüyor, bir kez daha cama bakıyor; tüh diyordu tüh...
Yaralı bir aslan gibiydi Cevat. Okuldan eve âdeta yürüyerek değil, yuvarlana yuvarlana dönüyordu. Mahalleye yaklaştıkça, etrafı gittikçe daralan bir kaçak gibi hissediyordu kendini. Bu daralma, evlerinin bulunduğu sokağa kıvrılıp kırk elli metrelik bir mesafeye düşünce, daha da artmıştı. Evin bahçe kapısından girerken, dört duvarın arasında, küçücük bir odada sıkışıp kalmış gibiydi. Evin tam önüne geldiğinde ise, artık onu duvarlar iyice sıkıştırmaya, hatta ezmeye başlamıştı.
Kapıyı zar zor açtı titrek elleriyle. Şöyle bir baktı, derin bir oh çekti... Daha kimse gelmemişti eve. Zaten sadece babası vardı, o da hâlâ uyuyordu.
Ardından evin önündeki ceviz ağacının altına bir tahta sandalye çekti ve sakince oturdu. Kafasında, ipleri karmakarışık kocaman bir makara var gibiydi. Kendini, hem çaresiz hem bozuk moralli hissediyordu. Şimdi bir eğitim yılı boyunca orda burda haylaz haylaz gezecek, yaz sonunda tekrar sınıfta kaldığı derslerden sınava girecekti.
Önce yılgın gözlerini bir süre yerlerde gezdirdi, ardından bir süre dalgın dalgın karşılara baktı. Bir an “acaba okumasam olur mu?” şeklinde bir soru geçti içinden. Sonra büyük annesinin küçüklüğünde sık sık kendisini öpüp okşarken söylediği “doktor olacak benim oğlum doktor” sözlerini hatırladı birdenbire. Hemen toparlandı. Az önceki okumama düşüncesinden, tıpkı elini sıcak sobaya değdirip birdenbire oradan uzaklaşan küçük bir çocuk gibi çekti hemen kendini.
Akşam olmuştu. İlk defa karanlığın, insan üzerindeki korku ve baskıyı artıran apayrı bir yönünün olduğunu fark etti. Sanki hava karardıkça durumun ciddiyeti artıyordu. Bu büyük endişesini önce kendi kendine "boş ver" deyip bazı umursamaz iç geçirişlerin arkasına saklamaya çalıştı. Nafile bir çabaydı bu. Aynen tüten bir bacanın dumanını, üzerine gömlek geçirerek gizlemeye çalışmak gibi bir şeydi. Nitekim onun her zamanki cıvıl cıvıl hareketli hâli, aniden yerini derin bir suskunluğa ve ikide bir dalıp dalıp giden bakışlara bırakmıştı. Sonunda ağabeyinin “ne oldu, sınıfta mı kaldın yoksa” sorusunun cevabı derin bir sükût olmuş, olay kendiliğinden ortaya çıkmıştı.
…
Bir hafta sonra kurban bayramıydı. Ancak bayramın Cevat’a göre hiç tadı yoktu. Üçüncü günü şehrin meydanında kurulan lunaparka gitti, biraz eğlenmeye çalıştı. Dolap bindi, langırt oynadı, tüfek attı. Bu esnada ilkokulda beraber okuduğu bir arkadaşıyla karşılaştı. Arkadaşı, sanayi çarşısındaki küçük bir çay ocağında garsonluk yapıyordu. Burası daha yeni açılmış, çalışmaya başlayalı üç dört ay olmuştu. Cevat sınıfta kalma sıkıntısını bu arkadaşıyla paylaşmış, o da boş vakitlerini burada çalışarak geçirebileceğini, patronun birkaç yeni eleman daha alacağını söylemişti. Bu teklif Cevat’ı sevindirmişti. Sen adresini ver, daha sonra ben düşünürsem çay ocağına gelir, seni bulurum demişti. Adresi aldı, bir süre daha beraberce gezdikten sonra vedalaşıp ayrıldılar.
Aradan yaklaşık iki aylık bir zaman geçmiş, okullar açılalı bir ay olmuştu. Cevat tedirgin ve huzursuzdu. Evde kendini, ortalıkta gezinip duran bir fazlalık gibi hissetmeye başlamıştı. Sınıfta kaldığı İngilizce ve matematik kitaplarını bir kez daha eline alıp şöyle bir göz gezdirmiş; bir şey anlamadığını düşünerek kafası bozuk bir halde tekrar çantasına koymuştu. Bu arada birkaç yıl önce iktisat fakültesinden mezun olan, fakat iş bulamadığı için bir tornacının yanında muhasebeci olarak çalışan teyzesinin büyük oğlunu hatırlamıştı.
İçinden; okusam ne olacak, işte okuyanları görüyoruz gibi bir his belirmişti. Ardından “çok çalışmalıyım, para kazanıp bir an önce hayata atılmalıyım” şeklinde bir teselli geçmişti içinden. Başka bir deyişle, okumayı artık kafasından iyice silmiş gibiydi Cevat.
Bu durumda nasıl ve nerede çalışılabilirdi ki... Çok geçmeden, lunaparkta karşılaştığı arkadaşının kendisine verdiği ve eve gelir gelmez televizyon masasının altındaki çekmeceye koyduğu çay ocağına ait çizimli adresi hatırladı. Ertesi gün bu adresin kayıtlı olduğu kâğıdı oradan aldı, doğruca sanayi çarşısındaki çay ocağının yolunu tuttu. Burası garaja yakın bir köşede, etrafında bulunan tamirci, hırdavatçı, döşemeci, demirci, tornacı gibi esnaf ve sanatkârlara sabahtan akşama kadar çay ve meşrubat dağıtan küçücük bir kahvehaneydi.
Ancak burası Cevat’ın oturduğu mahalleden bir hayli uzaktaydı. Şehrin aşağı kısmında, beyaz badanalı, pencere demirleri mavi renkli, şık görünümlü bir yerdi. Daha ilk görüşte, içinden, tam aradığım gibi bir iş yeri demişti. Fakat bir eksiklik vardı burada. Cevat’a bu kahvenin adresini veren arkadaşı görünmüyordu hiç ortalıkta. Sadece ocağın başında altmış yaşlarında, ön dişleri biraz dökük, kır bıyıkları burnunun altına doğru sigara içmekten iyice sararmış, sırtı birazcık kambur bir adam duruyordu. Cevat daha önce burada çalışan arkadaşının nerede olduğunu sorunca, adam birkaç hafta önce kahveden ayrıldığını söyledi.
Ardından, peş peşe sormaya başladı heyecandan soruları:
— Burası senin mi amca?
— Hayır, Arif patronun…
— Haftalık kaç para veriyor size?
— Eh, işte alıyoruz bir şeyler...
Biraz durdu. Etrafta birkaç adım gezindi. Bir soru daha sordu.
— Bir adam ihtiyacı var mı, ben burada çalışsam olur mu?
— Onu Arif patron bilir...
Bu arada bisikletle çay ocağına bir adam geldi.
Otuz beş-kırk yaşlarında, orta boylu, düzgün giyimli, biraz kemikli, gür ve siyah saçları arkaya taralı, pos bıyıklı, sol elinin orta parmağında iri tokalı, üzeri ay yıldız süslü altın yüzük bulunan bir kişiydi bu. Elinde kehribar gibi parlayan, taneleri neredeyse ceviz kadar iri olan tespihini karşıdaki yaşlı adama gösteriyor; “İran sıkması bu İran!” diyerek gevrek gevrek gülüyordu.
“İşte!” dedi ocağın başındaki yaşlı adam.
— Patron geldi. Sorularını ona sorabilirsin.
Patron hemen söze karıştı:
— Kim o çocuk... Ne istiyor?
“Anlat!” diye işaret etti ocaktaki yaşlı adam.
— Şey... Amca, ben burada çalışacak elemana ihtiyaç var mı diye gelmiştim de...
— Oo koçum! Ne demek? Sen sadece çalışmak iste, iş çok...
— Haftalık kaç para verirsin bana?
— Para işi kolay, onu hallederiz... Elli, yüz, yüz elli... Yeter ki çalış sen...
— Pekiyi, burada ne iş yapacağım ben?
— Önce bu amcanın doldurduğu çayları alacaksın, dükkânlara bırakacaksın. Sonra boş bardak, fincan ve şişe ne varsa hepsini geriye alıp geleceksin...
— Hepsi bu mu?
— Evet, evet... Hepsi bu... Bak bu arkadaşın da yaklaşık bir aydan beri burada çalışıyor.
Bu esnada tahminen Cevat’la aynı yaşlarda, elinde üç askılı boş bir çay tepsisi sallanan, yüzü gözü kir ve pas içinde kalmış, ellerine karalar bulaşmış, cılız, sıska bir çocuk girmişti içeriye.
— Tornacı Fikret’e üç çay, bir de orta şekerli kahve! diye bağırdı, çay ocağının kapısından girer girmez.
...
Bu görüşmeden iki gün sonra, hafta başında çay ocağına geldi ve çalışmaya başladı Cevat.
İlk günlerin heyecanı bir başka oluyordu. Önce duvardaki siyah hurda megafondan çay siparişi verilir verilmez şevkle üç askılı çay tepsisini kaptığı gibi tezgâha yanaşıyor, ardından çay dolu bardaklar ve şekerler konulduktan sonra âdeta kelebek olup uçuyor, yollara düşüyordu. Kahveye ilk geldiği gün karşılaştığı o kendi yaşıtı olan arkadaşıyla birlikte, âdeta bir kovanın deliğine girip çıkan iki arı misali biri gidiyor biri geliyordu dükkâna.
Pekâlâ patron? O da altındaki kırmızı bisikletle servis yapılan dükkânlara marka dağıtıyor, parasını cebe attıktan sonra başka işlerin peşinden koşuyor, iki günde bir dükkâna uğruyordu.
Bu sanayide bir de tuhaf bir âdet vardı. Neredeyse bütün zor işlerin tümünü, kendisi yaşındaki çocuklarla başlarında bulunan birkaç kalfa yürütüyordu. Patronlar ise genelde çalışmak veya işlerinin başında olmak yerine yeni takım elbiselerini giyiyorlar, ellerini âdeta sıcak sudan soğuk suya değdirmeden akşama kadar oturuyorlar, kapı önlerinde veya dükkân gölgelerinde okey ya da tavla oynuyorlardı. Daha kötüsü, meşrubat veya çayına bir oyun başlatıyorlar, sonra sabahtan akşama kadar servis üstüne servis istiyorlardı. Sadece bununla kalsalar iyi... Bazen de “Oğlum, bu çaylar neden böyle buz gibi? Hani bu kahvenin köpüğü nerede?” şeklinde ufak tefek paylamalar da cabasıydı bu işin.
Cevat birkaç hafta çalışmış, biraz yorgun düşmüştü. Sabahın köründe uyanmış, apar topar bir kahvaltının ardından hemen çay ocağına koşmuş, akşama kadar caddelerde ve ara sokaklarda çay ve meşrubat servisi yapacağım diye canı çıkmıştı. Hele o sanayi çarşısının paslı, motorin kokan, tozlu ve daracık sokaklarındaki dükkânları birer birer dolaşmak onu büsbütün yorgun düşürmüş, o çelimsiz bacaklarından kara sular inmesine sebep olmuştu.
Bir de tornacı Fikret’in dükkânında muhasebe işleriyle uğraşan teyzesinin büyük oğluyla ikide bir karşılaşmak, onun hiç hoşuna gitmemişti. Çünkü böyle bir işte çalışırken, tanıdık bir kimseyle yüzgöz olmayı pek istemiyordu o. Daha çalışmaya başladığı ilk gün bu tornacı dükkânında kendisine söylenen küçük bir söz, onun bir hayli ağırına gitmişti. Kalfalardan biri kendisine:
— Hişt, ufaklık! Söyle o çaycı Arif’e, şuraya elli tane marka getirsin, tamam mı? demişti.
Bu tür kaba saba konuşan tiplerden hiç hoşlanmazdı Cevat. Üstüne üstlük bu sözler, tam da teyzesinin büyük oğlunun gözleri önünde söylenmişti.
...
Cevat garsonluk işine başlayalı üç hafta olmuştu. Ama eline bir kuruş dahi para tutuşturan olmamıştı. Oysa parayı alır almaz, çay ocağının yaklaşık kırk elli metre ilerisinde sabahtan akşama kadar dumanları tüten ve mis gibi kokusuyla günlerce küçük midesinde kazıntılara sebep olan kokoreççiye gidecek, karnını bir güzel doyuracaktı. Hele çalıştığı ilk haftanın son günü olan, cumartesi akşamı ne kadar umutlanmıştı. Çay ocağının başındaki o yaşlı adamın “belki gelir” sözüne inanmış, elinde kahvenin anahtarı, akşam karanlığı iyice çökünceye kadar Arif patronun gelmesini beklemişti. Çarşıdaki bütün dükkânlar kapanmış, herkes evine gitmişti. O da oracıkta, tahta sandalyenin üzerinde yorgunluktan öylece uyuyakalmıştı. Birkaç saat sonra egzozu delik bir otomobilin çay ocağının önünde aniden gaza basarak çıkardığı vınlama sesiyle irkilmiş, hemen apar topar kalkıp eve dönmüştü.
Cevat bütün bu haksızlık ve olumsuzluklara sabrediyor; gece annesine, ayaklarındaki şişliği alsın diye ezilmiş soğan sardırıp öyle uyuyordu. Anne-babası, Cevat’ın karşılaştığı bütün bu zorlukların farkındaydılar. Ancak onun ergenlik dönemini yaşadığını ve gerilimin zirvesinde olduğunu iyi bildiklerinden tek bir soru dahi sormuyor, her şeyi kendisine bırakmış izlenimi veren bir tavır takınıyorlardı. Onun bir kahvehanede çalıştığını biliyorlar; fakat para alıp almadığını hiç mi hiç sormuyorlardı. Çünkü bu yanlış anlaşılır, Cevat’ı iyice sinirlendirebilirdi.
...
Arif patron, dördüncü haftanın ilk günü çay ocağına uğramıştı. Sanayi çarşısının yukarısına bir ocak daha açmış, işleri daha iyi nasıl düzene koyabilirimin telaşı içindeydi. Bir akşamüzeri Cevat’a gelmiş:
— Bana senin gibi üç adam daha lazım, demişti.
O da hemen taşı tam gediğine koymuş:
— O adamlara biraz da para vermek lazım, karşılığını vermişti.
…
Patron, Cevat’a olan borcuyla birlikte işleri gittikçe büyütüyor, yeni yeni çay ocakları açıyordu. Bu yüzden Cevat’ın çalıştığı çay ocağına birkaç haftada bir uğramaya başlamıştı. Markaların dağıtım işini de yeni açtığı ocaklardan idare ediyordu. Cevat da onu her gördüğünde:
— Bana hiç haftalık vermediniz, benim hakkım ne olacak? diyerek bisikletinin önüne koşuyor.
— Merak etme koçum! Şu yeni ocakların işini bir halledelim. Senin paranı ben toplu vereceğim, cevabını alıyordu.
Koca kışı bu çay ocağının garsonu olarak geçirmişti Cevat. Ne zorluklar yaşamış, ne acılar çekmişti... Ortalığın buz kestiği o soğuk kış günlerinde öksüre öksüre yollara düşmüş, el ve ayak parmakları uyuşmuş, soğuktan donmanın eşiğine gelmişti. Derken nisan, mayıs bitmiş hazirana gelinmişti.
Ne var ki Cevat’ın oturduğu şehir yaz mevsimine erken girer, mayıs ayının ortalarında bütün otlar kurumaya başlardı. Üstelik o sene iklimin çok sıcak ve kurak geçeceği söylenmişti. Aynen söylenenler doğru çıkmış, daha haziran ayının ilk haftasında ortalık sıcaktan kavrulmaya, insanlar kendilerini göllere ve havuzlara atmaya başlamışlardı. Cevat da bu durumdan biraz umutlanmış, sıcaktan çayların dağıtım işi biraz daha azalır diye düşünmüştü. Ama bu sefer de soğuk meşrubat servislerinin başlayacağını hiç hesap edememişti. Ayranların, gazozların, sarı ve siyah şişelerin onlarcası dolu gidiyor, bir o kadarı da boş dönüyordu.
Zavallı Cevat’ı bu şişeler çay bardaklarından daha çok yıpratmış, ayaklarını iyice şişirmiş, belini iki büklüm etmişti. Daha sonra bu şişlikler patlamış, beyaz ve narin ayakları sarı sulu yaralara dönüşmüş, seke seke yürümeye başlamıştı. Artık kendini hiç iyi hissetmez olmuştu. Bir hafta daha canını dişine takıp çalışacak, gerekirse yeni çay ocaklarına gidip patronu bulacak, bu kadar çalıştığı haftalıkların parasını alıp bu garsonluk işine son noktayı koyacaktı.
Ertesi hafta yine erkenden kalkmış, yollara düşmüştü. Ağrıdan ve uykusuzluktan sendeliyor, âdeta savrula savrula yürüyordu kaldırımlarda. Çarşıdaki sokakların sessizliği, her sabah olduğu gibi yine yeni açılan teneke kepenklerin kulak tırmalayıcı sesleriyle yırtılıyordu. Sanayi çarşısına yaklaştıkça, kendisiyle aynı yaşlarda görünen çocukların sayısının daha da arttığını fark ediyordu. Nihayet yana yıkıla da olsa çay ocağına ulaşmıştı. Yerler süpürülmüş, kazanlara su çekilmişti. Hemen o yaşlı adamın yanına gitti, durumu anlattı. Bir hafta daha çalışacağını, parasını alıp bu işi bitireceğini söyledi. Bugün patronu bulmam lazım mutlaka deyince:
— Arif patronu bulamazsın, dedi adam.
— Niye bulamayacakmışım?
— Gitti o kardeşim, gitti...
— Nereye gitti?
— Adaya, Kuşadası’na gitti.
— Niye gitti Kuşadası’na?
— Orada villası var, tatil yapacak...
— Ne zaman gelecek pekiyi?
— Yazın bir kısmını orada geçirir, en az iki ay kalır...
— Pekâlâ, benim param ne olacak?
— Ben ne bileyim kardeşim, gelince alırsın...
— O zaman sen ver benim paramı.
— Bana para bırakmaz ki...
— Çayı, şekeri nasıl alıyorsun sen?
— Bak burada iki çuval çay, yaklaşık on koli şeker var. Toptan alır, koyar kendisi.
— O zaman ben de bir çuval çay, beş koli şeker alırım.
— Ne çayı, ne şekeri kardeşim! O zaman ben nasıl çay yapacağım?
— Pekiyi ben ne yapacağım, benim hakkımı nasıl verecek o batakçı herif?
— Gelince kendisinden istersin...
— Allah kahretsin! O adama hakkımı helal etmiyorum. Bu işi de burada bırakıyorum.
— Güle güle...
...
Çay ocağından sabah saat dokuz sularında ayrılmıştı. Yaşına olan saygısından çay ocağının başındaki adamla tartışmayı kısa kesmişti. Ancak yolda, öfkesinden yumruklarını sıka sıka yürümüştü. Bir ara kestirimden yürümüş olurum düşüncesiyle, demiryoluna çıkan tenha merdivenlerden hemzemin geçide doğru adımlarken kendini tutamamış, taş duvara bir yumruk atmış, eli çok acımıştı. “Bittim ben bittim!” diyerek dönmüştü eve… İçinden, “Aman Allah’ım, bu hayat nasıl böyle!” diyordu. O çay ocağında çalıştığına bin pişman olmuş, kendini eve zor atmıştı. Akşam yemeğini dahi yemek istememişti. Bütün bu yorgunluk ve moral bozukluğunun yanına bir de şiddetli bir baş ağrısı eklenmiş, zonklamaya başlamıştı.
Eve varır varmaz sadece annesinden yatağını sermesini istemiş; “Hemen yatmak istiyorum ben” demişti.
O gün, hayatının en zor günlerinden biriydi Cevat için. Yatağa yattıktan birkaç saat sonra bir de burnu kanamaya başlamıştı. Başını ıslatmışlar, sırtüstü yatırmışlar ama kanamayı bir türlü durduramamışlardı. Sonunda babası komşularına haber vermiş, arabayla acilen hastaneye kaldırmışlardı. Doktorlar, hastalığına tehlikeli boyutta güneş çarpması teşhisi koymuşlar; serum, iğne ve ilaç tedavisi için bir süre yoğun bakım ünitesinde kalması gerektiğini söylemişlerdi.
Hastanedeki bu tedavi süreci Cevat’ı bir yandan üzmüş diğer yandan sevindirmişti. Hayatı boyunca yaşadığı bütün önemli gelişmeleri, olumlu ve olumsuz olayları gözünün önüne getirip hatırlamaya çalışmış, sanki kendini yeniden dünyaya gelmiş gibi hissetmeye başlamıştı. Bazen doktor ve hemşirelerin esprilerine gülmüş, bazen çektiği acı dolu günleri hatırlayıp ağlamıştı. Bir de hiç kimsenin olmadığı bir anda bir sabah hastanenin tavanına uzun uzun bakmış şöyle bir sorgulama ve kararlılık geçmişti iç dünyasının derinliklerinden:
“İşte gördün Cevat! Senin bildiğin gibi değilmiş bu hayat. Bir zamanlar baban ne güzel öğütler vermişti ama sen bunların hiçbirini dinlememiştin. Çalışıp para kazanırım demiş, bütün derslerini ihmal etmiştin. Sonunda gördün, o kadar çalıştın, çabaladın ama karşılığında bir kuruş dahi alamadın. Şunu iyice kafana yaz! Seni ancak okumak kurtarır, okumak!” demişti kendi kendine.
Hastaneden eve dönünce, ilk işi anne babasının ellerini öpmek olmuştu Cevat’ın. Ardından, kararlı bir tavırla şunları söylemişti: “Ben, hem sizi hem hayatı tam olarak anlayamamışım. Önce sınıfta kaldığımdan ve başıma buyruk davrandığımdan dolayı sizden özür diliyorum. Artık bugünden itibaren kendime yeni bir yol çiziyorum. Haziran ayı bitmek üzere. Şurada, kaldığım derslerin sınav zamanına iki buçuk ay gibi bir süre var. Ben bu sınavları mutlaka başarıyla verecek, sınıfımı geçecek ve üniversite sınavlarını da kazanıp sonuna kadar okuyacağım. Yalnız benim, bu iki zayıf dersim için birer kurs öğretmenine ihtiyacım var...”
Nihayet iki zayıf dersin branş öğretmenleri bulunmuş, kursa başlamıştı Cevat. Artık onun için hiçbir şey eskisi gibi değildi. Cevat da hayat kadar ciddi idi. Matematiğin formüllerini, İngilizcenin zamanlarını tek tek öğreniyor, ödevlerini günü gününe yapıyordu. Çalıştıkça artan başarısı, ona doyumsuz bir öğrenme şevki vermişti. Kendini, gittikçe hızlanan bir atın üzerinde doludizgin hedefe koşan bir süvari gibi hissetmeye başlamıştı.
Sınav vakti gelmiş, bütünlemelere girmişti. Matematik sınavı iyi geçmişti. İngilizceden de sözlü olmuş, sınıfa girer girmez: “Öğretmenim! Ben artık İngilizcenin bütün tenslerini biliyorum” deyince, öğretmeni de hemen eline bir tebeşir almış ve yazı tahtasına: “I’m going to school now/ Ben şimdi okula gidiyorum” şeklinde bir cümle yazmış, o hâlde bu İngilizce tensi bütün zamanlara çevir demişti. O da son derece kendinden emin bir şekilde bu cümleyi bir çırpıda on iki zamana çevirince: “Aferin! Çıkabilirsin. Sana on veriyorum” demişti.
…
Cevat asıl yola şimdi girmişti. Âdeta rayında giden bir tren gibiydi o. Artık sınıfta kaldığı günler, parasız pulsuz sanayi çarşısında harcadığı mesailer gerilerde kalmıştı. Ortaokulu başarıyla bitirmiş; lise bir ve ikiyi teşekkürle geçmişti. Lise sondan takdirname ile mezun olmuş, üniversite sınavlarında da tıp fakültesini tutturmuştu. Bu süre zarfında bir daha o kahveye dönüp bakmamıştı. Bir ara davetli bulunduğu bir mevlit töreni sırasında beraber çalıştığı o akranı olan arkadaşıyla karşılaşmış; kahvenin kapandığını ve karşısında bulunan hurdacının cam ve şişe deposu olarak kullanıldığını duymuştu.
Fakat o yine de tıp fakültesinde okurken ve memlekete izinli olarak gelip giderken o kahvenin bulunduğu köşeye şöyle bir bakar, bir kez de olsa bir zamanlar bin bir zorlukla çalıştığı o yeri mutlaka görmek isterdi. Ama her seferinde o kahvenin bulunduğu binanın biraz daha mahcup, biraz daha kararmış ve biraz daha tozlanmış olduğunu fark ederdi.
Bazen yaşadığı o acı ve ıstırap dolu günler bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer; bakışları buğulanır, yüreğine derin bir hüzün çökerdi. Bazen de o kahveye, hayatın ne kadar acımasız, okumanın ne kadar önemli olduğunu kendisine öğrettiğinden, tuhaf ve kekremsi bir minnet duygusuyla baktığı zamanlar olurdu.
…
Aradan, neredeyse yirmi yıl geçmişti. Allah; sağ olana, çalışana ve sabredene neler gösteriyordu. Cevat tıp fakültesinden mezun olmuş; bir yandan Doğu illerinden birinde üç yıl kadar doktorluk yapmış, bir yandan ihtisas sınavlarına hazırlanmış, uzman bir kalp cerrahı olmuştu. Oysa daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda, elindeki üç askılı çay tepsisiyle dükkân dükkân dolaşan, hak ettiği paradan bir kuruş dahi alamayan; sadece insanların canı çay çektiğinde önemli olan bir garson olarak çalışıyordu.
Ama şimdi kabuğuna sığmayan, durduğu yerde duramayan, kalbi insan sevgisiyle atan, çalıştığı ilde sakın bizi bırakma sözleriyle karşılanan genç bir uzman doktordu o. Bir gün internette; doğup büyüdüğü, annesiyle ağabeyinin beraber oturduğu, bir de o meşhur kahvenin bulunduğu ilçelerinin mahalli gazetesini okurken, bağlı bulundukları il’e büyük bir devlet hastanesinin yapıldığını ve kendi branşında birkaç uzman doktora daha ihtiyaç duyulduğunu öğrenmişti. Bu haberi büyük bir heyecanla okuyan Doktor Cevat “Burada bu kadar hizmet yeter, biraz da doğup büyüdüğüm memleketin dertlerine çare olayım” arzusuyla formları doldurmuş, ilgili mercilere göndermişti.
Aradan yaklaşık bir buçuk aylık bir zaman geçmişti. Beklediği tayin, tam uygun bir zamanda gelmişti. Çünkü oğlu ilköğretimin ikinci sınıfına geçmişti. Kızı da bu sene okula başlayacaktı. Okullar açılmadan kayıt işlemlerini yaptırırlar, daha uyumlu bir eğitim ve öğretim yılına başlamış olurlardı.
Bu yeni hastane, oldukça muhteşem, modern donanımlı bir sağlık kampüsüydü. Aynı zamanda Cevat Bey bu hastanenin kalp ve kardiyoloji ünitesine şef olarak tayin edildiğinden, kendisine geniş ve konforlu bir oda tahsis edilmişti. Odaya yerleştiği günlerde ilk işi üç askılı yeni bir çay tepsisi satın almak, uzman doktorluk belgesiyle birlikte bu çay tepsisini masasının tam karşısına gelecek şekilde alt alta duvara monte etmek olmuştu. Odasına girip çıkanlar ilk görüşte buna biraz şaşırsa da, daha sonraları alışmışlar, artık ona “Garson Cevat” demeye başlamışlardı.
Doktor Cevat ise bu yakıştırmaya hiç kızmaz, tam tersine büyük bir onur sayardı. Biz bu milletin hizmetkârı ve garsonuyuz derdi. Sanki onun, her an güreşe hazır bir pehlivanmış gibi bir duruşu vardı. Boş durmayı hiç sevmez, o koridor ve polikliniklerde fırtına gibi eserdi. Hele hastalarının iyileştiğini duyduğu an, apayrı bir heyecana kapılırdı. Ameliyata girerken asistan ve hemşireler biraz gecikse hemen parmaklarıyla bir çoban ıslığı çalar, bütün ekibini masanın etrafına toplardı.
Bir gün kendisine çay getiren garson Hanım abla:
— Uff... Doktor bey, bugün gerçekten çok yoruldum, ayaklarım şişti...
Deyince çok duygulanmış, o garsonluk günlerinde yaşadığı acıları hatırlamış, çayını hızla içtikten sonra iç odaya girmiş, bir süre sessizce ağlamıştı. Akşam eve gelince de bu duygusallığın etkisiyle “Garsonlar” başlığı altında lirik bir şiir kaleme almış; daha sonra bu şiiri masasının üzerindeki mika camın altına yerleştirmişti.
...
Durgun, kırık keyifli bir eylül gününün öğle saatleriydi.
Acil servisin önüne, acı acı öten kurşun hızında bir ambulans saplanmıştı. Hemen hastayı tekerlekli sedyeyle kapıdan içeriye soktular, alelacele ilk müdahaleyi yaptılar, ardından hızlıca asansörle kardiyoloji servisinin ameliyathanesinin bulunduğu üçüncü kata çıkardılar.
Hastanın, acilen kalp ameliyatına alınması gerekiyordu. Doktor Cevat hemen servis ekibini topladı, hastanın derhal ameliyata alınması talimatını verdi. Bir yandan şunu hazırlayın, bunu getirin diye talimatlar veriyor; bir yandan da ameliyat için plastik eldivenlerini giyiyor, maskesini takıyordu. Bütün aparatı hazırladılar, narkozu verdiler ve hastayı ameliyata aldılar. Hastanın aorta bağlı iç ana kalp damarlarından biri iğne ucu kadar yırtılmıştı. Bu yırtılma biraz daha büyüse, hasta küt diye ölebilirdi.
Ameliyat zorlu geçmişti. Ama hastayı dört saat süren bir operasyonun ardından kurtarmayı başarmışlardı.
Ancak ameliyata girmeden, hastanın parmağından çıkarılıp emanete verilen iri tokalı ve üzeri ay yıldız süslü altın yüzük, kardiyoloji servisinin şefi Doktor Cevat’ın dikkatini çekmişti. Sanki yaklaşık yirmi yıl önce yanında çalıştığı, o çay ocağının sahibi Arif patronun yüzüğünü hatırlatmıştı. Hastayı ameliyathaneden dinlenme salonuna alırlarken tekrar yüzüne şöyle bir bakmış ama Arif patrona pek benzetememişti. Çünkü onun saçları gür, hastanınki üstten bir hayli döküktü; o az kemikli, hasta ise bir hayli kiloluydu. Tek benzeyen tarafı; yüzüğü, ten rengi, bir de çenesinde etten iyice çukurlaşmış gibi görünen gamzesiydi. Hasta yoğun bakımda yatarken, Doktor Cevat hastanın bilgisayara kaydedilen kimlik bilgilerini inceliyordu.
Baktı baktı… “Hım, tamam!” dedi kendi kendine. Evet, hastanın ad hanesinde Arif yazıyordu. Bu hasta Doktor Cevat’ın, dahası Garson Cevat’ın tam yirmi iki yıl önceki patronuydu. Birdenbire Cenap Şahabettin’in; “Hayat merdivenlerine çıkarken dikkat edin, çünkü inerken de aynı kişilere rastlayabilirsiniz” sözünü hatırladı. Zaman tıpkı bir ipek böceği gibi sessiz çalışıyordu. Sonra kader zamanın eğirdiği o ipliklerle insanı hayretler içerisinde bırakan çok anlamlı motifler örüyordu sanki.
…
Birkaç gün sonra, hastanın durumu iyi görünüyordu. Fakat hasta, psikolojik açıdan kendinde acayip birtakım duygular hissettiğini ve içinden sürekli ağlamak geldiğini söylüyordu. Bir de Doktor Cevat ve asistanlarına, ben ameliyat esnasında sizin bütün söylediklerinizi duydum, diyordu. Hemşirelerden birisi gülerek, “Hele baştan anlat gördüklerini Arif amca” deyince söze girdi:
— Ben ameliyat masasına yatırılıp narkoz verildikten sonra çok uzun ve çok geniş, sanki içi tamamen aynalı bir dehlizi andıran bol ışıklı bir yolculuğa çıktım. Bunu nasıl anlatsam ki size… Önce şimşek hızıyla sanki güneşten on kat daha büyüklükte sapsarı bir aydınlık koridora doğru uçmaya başladım. Ama o kadar hızlı gittiğim hâlde, bu yolculuk benim aklıma ve fikrime hiç zarar vermiyordu. Bir de hiç acı hissetmiyor, sürekli sizin dediklerinizi de duyuyordum. Daha sonra bu aydınlık, gittikçe kızıllaşan ve beni yakmaya başlayan çok ürpertici bir ateş tüneline dönüştü. Sonunda beni iyice kavurmaya ve bütün ufkumu yakıcı bir alevle kuşatmaya başladı. Tam bu sırada, çok güçlü bir elin boynumdan tuttuğunu fark ettim. O an, bir karınca kadar çaresiz ve acizdim sanki. Sonra bu el beni, o dehşetli ateşe doğru bir ileri bir geri sürmeye başladı. İşte o zaman, hayatımın en büyük korkusunu yaşadım. Bir yandan “Borçlarını öde! Borçlarını öde!” şeklinde yeri göğü titreten gür sesler duyuyor, diğer yandan dört bir tarafımı dağlayan ateşle kavruluyordum. Şu anda bile bütün tüylerim diken diken… Ve vücudumu, derin bir pişmanlık duygusu kaplamış durumda. Kendimi âdeta, hızla giderken duvara toslayan bir arabanın içerisinde şoka girmiş bir kazazede gibi hissediyorum.
…
Arif patron bir hayli yaşlanmıştı. Altmış beşine merdiven dayamıştı. Onu bir süre daha hastanede tedavi ettikten sonra, iki hafta sonra kontrole gelmesini söyleyerek yolcu ettiler. Tam kapıdan çıkarken, Doktor Cevat’ın son sözü şu oldu:
— Hadi görüşürüz Arif amca… Yirmi beş eylül günü tekrar geliyorsun, kontrollerini bizzat ben yapacağım...
…
İki hafta sonra, tekrar hastaneye çıkagelmişti Arif amca. Daha randevu saatine yarım saat vardı ama ziyanı yoktu. Doktor Cevat onu odasına aldı ve bir çay söyledi. İkisi birlikte hem çay içiyor hem sohbet ediyorlardı. Söze ilk giren doktor olmuştu:
— Ee Arif amca, kendini nasıl hissediyorsun?
— Her şey iyi de doktor bey, biraz sıkıntılıyım.
— Kalpte mi sıkıntı?
— Kalpten bir şikâyetim yok, ruhum sıkılıyor benim. Geceleri uyuyamıyorum.
— Hayırdır, hâlâ o ameliyat sırasında gördüklerin mi aklına geliyor yoksa?
— Evet doktor bey... Bu kadar malım mülküm var ama huzurum yok...
— Sat o zaman bir kısmını... Ya da hayır kurumlarına bağışla...
— Doktor bey, satmak kolay da ben bunların hesabını düşünüyorum.
— Ne hesabı?(!)
— Bak evladım, ben bu malı mülkü nasıl kazandığımı iyi biliyorum. Bu kadar malı haramsız kazanmadım ben. Şimdi aklım başıma geldi. Bir sürü insanın hakkını yediğimin farkındayım. Onlarca çocuk, genç ve delikanlının hakkı var bu mallarda...
— Kuşadası’ndaki yazlık duruyor mu?
— Yazlık mı? Sen nereden biliyorsun yazlığı mazlığı!
— Mesela dedim canım... Kızma...(!)
— Yoo kızdığım falan yok da, şaşırdım biraz...
— İlçedeki çay ocaklarını ne yaptın?
— İlçedeki çay ocakları mı? Sen nereden biliyorsun bunları yahu? Ben seni bu hastanede tanıdım, sen beni daha önceden tanıyor musun yoksa?
— Tanıyorum tabii ya...
— Nereden tanıyorsun?
— Ta yirmi iki sene öncesinden… Hani ilçede, o köşede açtığın çay ocağı vardı ya, işte oradan tanıyorum.
— Allah Allah... Ben seni hiç çıkaramadım inan ki...
— Hani bir de o çay ocağında garson olarak çalışan iki genç çocuk vardı ya...
— Kim... Hangisi?
— Cevat... Cevat...
— Cevat mı? Vallahi ben o kahvehanede sekiz on tane garson çalıştırdım ama hiçbirinin isimlerini bilmiyorum. Sadece iyi bildiğim ve hiç unutmadığım bir şey var; o da bu çocukların hiçbirine beş kuruş vermeden çalıştırmış olmam…
— …
— Ee, sen ne zaman okudun da doktor oldun?
— Senin çay ocağından ayrıldıktan sonra…
— O zaman sana borcum var benim.
— Biliyorum…
— Senden başlayayım o zaman ben borçları ödemeye...
— Fakat Arif amca, şurası da bir gerçek; şayet benim senden alacaklarım olmasaydı, ben hiç böyle okuyup doktor olamayacaktım. Haftalıklarımı alamadığım için hayatın ne kadar zor olduğunu öğrendim ve tekrar yarım bıraktığım okuluma geri döndüm ben. Sonra çalıştım, çabaladım bu günlere geldim. Bak… Duvarda o günlerin anısına astığım bir çay tepsisi bile var...
— Anladıım... Ama olsun, benim sana olan borcumu bir an önce ödemem lazım. Ne kadar çalışmıştın sen o çay ocağında?
— Altı ay çalışmıştım… Boş ver Arif amca, istersen bu para meselesine hiç girmeyelim şimdi. Rüşvet veya bıçak parası falan alıyor zannederler...
— Peki, araban var mı? Bana onu söyle o zaman.
— Var...
— Öyleyse arabanın altı aylık gazı veya benzini benden. Belediye binasını elli metre geçince görürsün, hemen o ana caddenin sağındaki benzinlik bana ait... Tamam mı? Bekliyorum…
— Pekâlâ tamam... Bu olur…
...
Doktor Cevat, aynen Arif patronun dediği gibi bir hafta sonu arabasına atladı ve o benzinliğin yolunu tuttu. Kendisiyle oturdu, birkaç saat sohbet etti, çayını içti. O günden sonra, altı ay boyunca arabasının gazını ücretsiz olarak o istasyondan doldurdu. Bu arada her ikisi de birbiriyle görüşmeyi sürdürdüler. Bir zamanlar, aynen Cevat’a yapıldığı gibi para vermeden çalıştırılan tüm garsonların haklarının iadesi için de bir hayli zorlu geçen bir ödeme planı oluşturdular…
...
Aradan yaklaşık bir buçuk yıl geçmişti ki, bir cuma sabahı saat on sularında Doktor Cevat’a bir telefon geldi. Arayan kişi, çalıştığı hastanenin başhekimiydi. Önümüzdeki hac mevsimi için, talep etmesi hâlinde doktor olarak kendisini Arabistan’ın Mekke şehrinde görevlendirebileceğini söylüyordu.
Doktor Cevat da bu görevi memnuniyetle yapabileceğini ifade etti ve büyük bir heyecanla hazırlıklara başladı...
Mekke görevi, Doktor Cevat için tadı tarifsiz bir sürpriz olmuştu. Akşam saatlerinde vardiyasını bitirip arkadaşına devrettikten sonra soluğu hemen Kâbe’de alıyordu. İnsanı tüy gibi hafifleten deruni bir heyecanla tavaf üstüne tavaf yapıyor, bütün yorgunluğu üzerinden atıyordu.
Yine Arafat’a çıkmadan iki gün önce Kâbe’deydi ve tavafı bitirmek üzereydi. Bir baktı ki yan tarafında Arif patron… Önce hayal görüyorum zannetti… Ardından, gülümsemeyle karışık “Allah’ın işine bak!” deyip bir süre göz ucuyla onu takip etti… Biraz sonra onun da aynen kendisi gibi tavaftan çıktığını ve hızla altınoluğun karşısına doğru yürüdüğünü görünce harekete geçti. Kolundan nazikçe tuttu ve selam verdi.
Hemen tokalaştılar ve gözyaşları içerisinde birbirlerine sarıldılar. Doktor Cevat:
— Arif amca nasılsın? Dedi.
O da, yüzünde çiçek gibi açan bir mutluluk gülümsemesi ile cevap verdi:
— Elhamdülillah... O senin ameliyattan sonra hem madden hem manen çok iyiyim dedi ve gözyaşları içerisinde iki avucunu yüzüne sürdü…
MESUT ÖZÜNLÜ
YORUMLAR
Klaus'un dostları'ından sonra hayal kırıklığı yaşadığımı ifade etmeliyim. O kadar çok olay ve durum anlatmışsınız ki, adeta üç beş öykülük bir malzemeyi heba etmişsiniz. Yazınız bir öyküden çok, bir romanın taslağı gibi geldi bana. Tabi böyle olunca, bir yığın didaktik üslupla bir yığın kopukluk, bütünselliğin kaybı hakim olmuş yazıya.
Mesela, uzun uzun karnesinde getireceği zayıfları nasıl açıklayacağının baskısını işleyip, bununla okurda yarattığınız merak duygusunu atlayıp, birden bütünleme sınav sonuçlarını işlemeye başlamışsınız?!
Sürçü lisan ettikse affola...
Mesut Özünlü
Necat'ın orta birden lise bire sıçrayışı enteresandı; o süreçte koca bir kış para alamadığı işte sebatla çalışmak, doktor olabilecek bir zekayı çağrıştırmadı hiç...,insanoğlu illaki yediği bir kazıktan sonra aklını başına topluyor, öyle mi?sanki olay örgüsünde bir zorlanma var gibi... bununla beraber yazım kurallarına riayet taktire şahan....saygıyla