- 693 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Çatıdaki Oda
Çatı katındaki odamda geceleri, gökyüzüne bakan küçük pencerenin altına geçer, yıldızlarla yaldızlı siyah geceyi seyrederim. Açık arazideki gibi olmasa da yıldızlar uzaklardan göz kırparcasına, neşe içinde parıldarlar. Hele mehtabın lahuti ışıkları odama doluşunca, hayal dünyam eski zaman seyyahları gibi yolculuğa çıkar; kıtalar, okyanuslar aşar, eski zamanlarda dolaşır.
Bazen hava kapalıdır, bulutlar geçit vermez semadaki görsel şöleni seyretmeme. İşte o zaman bakışlarım şehrin üzerine çevrilir. Yüksek apartmanların, baz istasyonlarının tepelerinde yanıp sönen renkli ışıklar, gar, postahane gibi kamu binalarının neon ışıklı amblemleri parıldayarak geceyi aydınlatır. Ortaçağdan kalma kilisenin çan kulesinde devasa bir haç asılıdır. Bu haç gecenin karanlığında gökyüzüne vurulmuş bir damga gibi şehrin her tarafından rahatlıkla görülebilir.
Sonra bakışlarım perdesiz odaların içine kayar. Bir delikanlı sabaha kadar bilgisayarın başında, sanal alemde, kim bilir kimlerle yazışıyor, ruhundaki derin boşluğu hangi iklimlerde doldurmaya çalışıyor. Yalnız ve işsiz kadın, uzun gecede volta atar odalardan odalara. Yalnızlık ve işsizlik… insan ömrünü kemiren iki fareden başka nedir ki? O ise delikanlı gibi oturamıyor bilgisayarın başına. Sanal alemlerden medet ummaz. Bazen evine kocası ya da erkek arkadaşı sandığım bir adam gelir. Deliler gibi sevişirler, bir sigara yakıp kıyasıya tartışırlar sonra, atışırlar ve kediler gibi kavga ettikten sonra adam kapıyı şiddetle çarparak evi terk eder. Emekli adam yine kucağında çerez tabağı, elinde bira şişesi olduğu halde televizyon karşısında sızıp kalmıştır.
Gündüzleri, özellikle mutlu anlar gibi kısa süren güneşli havalarda caddeyi seyrederim. Telaşlı ve aceleci insanoğlu her zaman bir yerlere yetişmek zorundadır. Bu dünya da hiç acelesi olmayanlar ise parklarda, kaldırım kenarlarında, kuytu ve izbe köşelerde ellerinde viski ve içki şişeleri demlenmekteler. Şehrin tarihi yapılarını; şatolarını, kalelerini, katedralleri ve gotik mimarili kiliseyi seyrederken zaman yolculuğuna çıkmış gibi hissederim kendimi.
Orta çağdayım ve haçlı seferleri henüz başlamıştır. Tarih kitaplarında anlatıldığı gibi karanlık orta çağ döneminde Avrupa şehirleri bir baştan bir başa karanlık içinde. Sokaklar pislikten ve lağımdan geçilmiyor, çamur desen diz boyu, atlar bile ilerlemekte zorluk çekiyor. Katil suratlı herifler, hastalıklı kadınlar, yüzü gözü kirli çocuklar, paçavralar içinde dilenciler her yerde. Hepsinin de açlıktan nefesi kokuyor, mideleri gurulduyor, bir dilim küflü ekmek için yapmayacakları şey yok. Sokaklarda gezen aslında bu sefil insanlardan ziyade, bizatihi açlığın, yokluğun ta kendisi. Aslında açlık, yokluk ve salgın hastalıklar bir baştan bir başa koca Avrupa kıtasını istila etmiş. Dükün zırhlı askerleri çarşı, pazar ve dükkânları kontrol ediyor. Vergisini, haracını ödemeyenleri feci şekilde cezalandırıyorlar. Canından bezmiş esnaf ve yoksul halk ise hem sefaletten hem de bu haksız cezalardan kurulmanın yollarını arıyor. İşte Haçlı seferleri onlar için bir umut olmuş, deniz ortasında can simidi bulmuşçasına sevindirmişti. Dellallar günlerdir sefer hazırlığı için meydanlarda gırtlak patlatmışlardı. Şimdi Kilisenin geniş avlusu ağzına kadar bu sefil insanlarla doluydu. Kızıl yanaklı, tombul Papaz ateşli konuşmasıyla halkı coşturuyordu:
“kardeşlerim! evet sizlere sesleniyorum. Lütfen beni sükunetle dinleyin, çünkü bugün büyük bir gün. Sizi temin ederim Tarihler bu günlerden övgüyle bahsedecektir. Kutsal topraklar, İsa Mesih ve havarilerinin mübarek beldesi, kafir müslümanların işgali altında inim inim inliyor. Oradaki dindaşlarımız gözlerini çevirmişler bizden yardım bekliyorlar. O toprakları geri almadan, kardeşlerimizi, müslüman zulmünden kurtarmadan rahat döşekler, leziz yemekler bize haram olsun. Tüm Avrupa kutsal haçın etrafında birleşti. Kralımız ve dükümüz, Papanın bu davetini olumlu karşıladılar ve kesenin ağzını sonuna kadar açtılar, ama ben sizlere altını, gümüşü değil sonsuz nimetleriyle ebedi cenneti vaad ediyorum. Bunun için önce kafir müslümanların kellelerini uçurmalı ve gerekiyorsa şahadet şerbetini içmelisiniz.”
Hurra! hurra! sesleri önce avluda sonra da dalga dalga şehrin semalarında yankılandı. Bu kısa aradan istifadeyle tombul papaz gümüş kaseden bir bardak su içerek boğazının temizledi, nefesini topladı ve vaazına kaldığı yerden devam etti:
“ama kardeşlerim sanmayın bizler kan dökücüleriz. Sanmayın bizler başıboş, gayesiz bir savaşa gidiyoruz, Hayır! tam aksine bizler aynı zamanda oraya barışı, kardeşliği, sevgi ve hoşgörüyü götüreceğiz. Emniyeti, adaleti ve huzuru temin edeceğiz. En önemlisi de özgür medeniyeti götüreceğiz. Bizler diyalog insanlarıyız, ama yeri geldiğinde kılıcımızı kullanmasını biliriz. Haydi şimdi hep birlikte dua edelim. Kalabalık saygıyla diz çöktü. Tüm eller göğüsler üzerine kalkarak haç çıkartıldı ve papazın Latince sözlerine “amen amen” diyerek dua ettiler.
Aslında vaazı dinleyenlerin ne kutsal topraklar ne özgür medeniyet ne de kafir müslümanlar umurlarındaydı. Onlar bir an önce bu sefil hayattan kurtulmak istiyorlardı. Doğu ülkelerinin zenginliklerine bir an önce kavuşmayı arzuluyorlardı. Doğu ülkelerinin ihtişamını, görkemini bir masal gibi anlatıp duruyorlardı birbirlerine. Haçlı birliklerine talep bu yüzden yoğundu. Erkekler kayıt işlemleri için şimdiden sıraya girmişlerdi bile öyle ki; kuyruk kilisenin avlusundan taşmış ve şehrin ara caddelerine kadar uzamıştı.
Papaz ise görevini layıkiyle yaptığına inanıyordu. Kilisenin mutfağına geçti, nefis yemeklerle donatılmış masanın başına bir deve gibi ıhıp karnını bir güzel doyurdu, hizmetçinin uzattığı kırmızı şarabından içti ve biraz kestirmek için yatak odasının yolunu tuttu.
Hayal dünyam şehrin üzerinde kuşlar gibi uçuyor, ve ben çatıdaki odamın inşasına şahit oluyordum.
Avrupa’da sanayi dönemi başlamıştı. Fabrikalar kuruluyor, yoğun işçi talebi nedeniyle köylüler kalkıp şehirlere geliyorlar ve ortaya devasa şehirler çıkıyordu. Bu küçük Avrupa kıtasının sarı saçlı, mavi gözlü, çalışkan insanları orta çağ karanlığını, bağnazlığını ve doğmalarını geride bırakmışlar bilimin ve çalışmanın sonucu yeni teknoloji yeni icatlarla bir sonraki yüzyıla damgasını vurmaya hazırlanıyordu, ancak esas gelir halen sömürgelerden gelen kaynaklardı. Almanya sömürgecilikte geç kalsa da özellikle ağır sanayi hamlesi ve demir çelik üretimiyle rakipleri İngiltere ve Fransa’yı zorluyordu. Gözünü ise Osmanlı topraklarına dikmiş, İstanbul-Bağdat demir yolu ihalesini almayı başarmıştı.
“döndüğümde bu bina bitmiş olmalı” dedi adam.
Mimar masa üzerine yaydığı plana tekrar göz attı:
“elimden geleni yapacağım efendim ve sizin zevklerinize uygun bir bina inşa edeceğim, ve ekledi yolculuk nereye acaba?”
“Osmanlı ülkesine gidiyorum, hilal ülkesine yani. Demir yolu projesinde görevliyim. Şu sıralar Kanzler (başbakan) ile Osmanlı Sultanı arasında su sızmıyor. Eli mahkum Sultanın. İngiliz ve Fransızlara güvenemiyor. Gör bak yakında Osmanlı ülkesi Almanya’nın hegemonyası altına girecek. Kayzer 2. Wilheim’in İstanbul ziyaretleri başka hangi amaçlı olabilir ki? sonra bir kahkaha patlatarak, zaten bizim silahımızın ucuna bir süngü lazım canım; ha Türk ha Arap, yerli, barbar ne fark eder.”
Mimar, adamı tasdik edercesine sırıttı ve meseleyi tekrar inşaata getirdi:
“tavan arasına bir oda istiyorsunuz değil mi?”
“ha evet, o odayı özellikle istiyorum. Orası benim özel odam olacak. Oraya kitaplarımı yerleştireceğim, bir de teleskop koymayı düşünüyorum, geceleri gökyüzünün ihtişamını seyredeceğim. Artık gelecek göklerde, ilk planörler uçtu, zeppilin çalışmaları sürüyor, bak şuraya yazıyorum insanlığın aya gitmesi bile yakındır.”
Mimar, adamı çok hayalci buldu ama yorum yapmadı:
“müsterih olun efendim, tavan arasına tam sizin istediğiniz gibi bir oda inşa edeceğim.” dedi.
Bu şehir nice tarihi olaylara, ekonomik gelişmelere, ayaklanmalara, savaşlara ve katliamlara şahit olmamıştı ki. Ben yine çatı katındaki odamda pencerenin önündeyim. Dönem Nazi dönemi, ikinci dünya savaşının patlaması an meselesi.
Şehir meydanında görkemli, gösterişli geçit törenleri yapıldı. Kamalı haç sembollü afişler, bayraklar ve Hitler’in dev posterleri şehrin her yanına asıldı. Eğlence ve kutlamalar günlerce sürdü. Kısa bir sessizlik fırtına öncesi. Önce özürlü ve sakat insanlar toplandı birer birer, sonra da çingeneler ve homoseksüeller toplanıp adeta birer böcek gibi yok edildiler. Asıl hedef kitle ise Yahudilerdi, çünkü onlar adeta bir kene gibi Alman ekonomisinin can damarlarını emiyorlardı.
Tank uğultularını, silah ve süngü seslerini işitince pencereyi kapayıp hemen siper aldım, ama caddeyi tüm netliğiyle görebiliyordum. SS subayları eşliğinde Nazi askerleri göründü. Yine bir sevkiyat vardı galiba. Yahudilerin ellerinde tahta bavullar, sağ kollarında kanunen taşımak zorunda oldukları Süleyman yıldızı işaretli beyaz bezler olduğu halde küfürler, ağır hakaretler ve dipçikler altında istasyona doğru götürülüyorlardı. Hepsi de başları öne eğik kurbanlık koyunlar gibiydiler. Onlar için özel kamplar kurulmuş, dünyadan tecrit edilen kampların ise içi meçhul. Orada zoraki çalıştırılıyorlar, günahı söyleyenlerin boynuna içlerinde odun gibi yakılanlar, sabun yapılanlar varmış. Kampın arka kısmında dağ gibi iskelet yığınları oluşmuş.
İki Nazi askeri kapıyı kırıp odama daldılar. Kaçak bir yahudi kızını arıyorlardı. Casuslar ve jurnalciler her yerdeydi, hemen ihbar ederlerdi. Özel eşyalarımı, kitaplarımı harap ettiler, ancak ne beni ne de özel bölmede saklanmış yahudi kızını görebildiler. Zavallı kız korkudan bir kedi eniği gibi sinmişti, yüreği bir kuş yavrusu gibi güp güp atıyordu. Bense hiç sesimi çıkarmadan bu elim sahneyi seyrettim. Ben casus ya da ajan değildim, ben muhbir değildim. Askerlere kızın yerini söylemedim. Yahudilerin yıllar sonra aynı zulmü, işkenceyi, barbarlığı masum Filistin halkına, Araplara ve bir şafak vakti insani yardım taşıyan gemi baskınıyla Türklere reva görmesine rağmen hiç sesimi çıkarmadım. Bu kirli kinli savaşta onların suçları yoktu ki. Tıpkı biçare ihtiyarların, kadınların ve çaresiz insanların suçu olmadığı gibi. Ama askerler kızı buldular. Önce sözlü sonra cinsel tacizde bulundular ve orada yavrucağı kurşuna dizdiler.
Çatı katındaki odamda, tarihi gerçekleri tüm çıplaklığıyla görebilmek büyük mutluluktu benim için. Şimdi tren garında bir hareketlilik görüyorum. Tüm şehir oraya akın etmiş sanki. İşte beklenen tren perona girmek üzere;
Yıl 1961. Tren garında şehir halkı karşılama komitesi tertip etmiş, heyecanla gelecek misafir işçileri bekliyordu. İki gün önce Sirkeci’den kalkan trenin perona girmesine ise sayılı dakikalar kalmıştı.
2. Dünya savaşında Almanya yaklaşık on milyon insanını kaybetmiş, moloz yığınına dönen şehirlerde yaşam yoksulluk içinde devam ediyor, hayatta kalmayı başaranlar açlık ve sefaletin pençesinde inim inim inliyordu. Almanya siyasi olarak ikiye ayrılıp, galip devletler tarafından işgal edilmişti. Galip devletlerin yardım politikaları ile yavaş yavaş kendini toparlayan Batı Almanya sanayisi Dogu bloku ülkelerinden sürekli işçi göçü alıyordu. Berlin duvarının inşası ile Doğu blokundan gelen işçi akışı kesilmiş Alman işverenler fabrikalarda çalıştıracak işçi bulamamışlardı. Büyük bir kriz kapıdaydı. Önce İtalyan, İspanyol, Portekiz ve Yunan işçiler, akabinde Türkiye ile imzalan anlaşma gereğince Türk işçiler geldi. Özellikle Türk işçiler, kültürlerinden gelen bağlılık ve sadakat duygusu ile Alman fabrikalarına taze kan olmuşlar, Alman ekonomisine can vermişlerdi.
Gara yaklaşan trenin raylar üzerinde gıcırtıyla durmasıyla birlikte şehir halkı alkışlar ve sevinç gösteriyle misafir işçileri karşıladılar. İşçiler için büyük bir sürpizdi bu, zira böyle bir karşılama törenini hiç beklemiyordu. Sirkeci’de trene bindiklerinde yüreklerine korku ve endişe hakimdi. Çünkü çoğu kırsal kesinden gelmiş, okuma yazma bilmeyen, hayatlarında şehir görmemiş, şehir kültürü nedir bilmeyen işçilerden oluşuyordu. Hepsinin zihninde taşı toprağı altın olan Almanya hakkında bölük pörçük düşünceler vardı. Hepsinin amacı Almanya`da birkaç sene kalıp, o süre içinde çalışıp, biriktirdikleri parayla memleketlerinde arsa, arazi, traktör, ev alıp, iş kurmaktı. Yine de bu karşılama töreninden mutlu oldular ve el sallayarak mukabelede bulundular.
Şimdi biz onları tren garında yarı endişeli yarı umutlu halleriyle baş başa bırakalım ve bir ay öncesine dönelim. Yer: İstanbul - Göçmen büroları… Alman işverenlerin artan işçi talepleri karşısında Alman iş gücü idaresi, işçilerin direkt olarak Alman işverenler tarafından seçilmesine izin vermişti. İzni ceplerine koyan aracı ve simsarlar seçtikleri işçileri göçmen bürolarında insanlık dışı sağlık kontrollerinden geçirdiler. Çırılçıplak soyulan işçiler Alman doktorlar tarafından koşumluk atlar gibi dişlerine kadar bakılarak didik didik muayene edildiler. Özellikle bayan doktorların işçilerin cinsel organlarını kontrol etmeleri büyük bir aşağılıktı. Bu yüzden kontrolü reddedip Almanya hayalinden vazgeçen ve memleketine geri dönen işçiler vardı. İçlerinde ancak niteliklidir raporunu alabilenler işçi olmaya hak kazandı.
Hepsi de alın teriyle çalıştılar. Büyük bir özveri ve insanüstü gayretle çalıştılar. 1000 metre yerin altında maden ocaklarında, cehennemi sıcaklıktaki döküm fabrikalarında çalıştılar. Bakımsız barakalarda, tuvaletin, lavabonun olmadığı bekar odalarında ömür tükettiler. Yıllar sonra eşini, çocuğunu getirenler şanslıydı, zira ailesini getiremeyip yalnız kalanlar değirmende öğütülen buğday misali hayatın dişlileri arasında öğütülüp yitip gittiler. Dil bilmediklerinden dertlerini, şikayetlerini, hastalıklarını anlatamadılar. Evet, para biriktirdiler ama yabancı bir topluma alışamadılar. Böyle bir toplumda boyunları bükük, ezik bir hayat sürdüler. Hiçbir zaman insan muamelesi görmediler, çünkü onlara; “işçi çağırmıştık, insan geldi” sözü gereğince insan değil, duyguları olmayan, gece gündüz demeden çalışacak bir robot gözüyle bakılmıştı. Onlara devletleri de sahip çıkmadı. Yeter ki çalışsınlar ülkeye döviz getirsinler mantığıyla sağımlık inek gibi görüldüler.
Geri dönmek istediler ama dönemediler. Dönenler ise uçağın arka ucunda tabutun içinde dönenlerdi. Önce misafir işçiydiler sonra yabancı işçi oldular. Nihayetinde göçmen işçi diye vasıflandırıldılar.
Sonradan çok tren yanaştı perona. Trenler doğudan batıya çok işçi taşıdı. Tahta bavullarda eşyalar ile birlikte nice umutlar, hayaller taşındı. Bu hayallerin ve umutların ise çok az bir kısmı gerçekleşebildi.
Ne kazandılar? Ne kaybettiler? Çok paralar kazandılar, dolandırıcılara çok paralar kaptırdılar. Evler, arsalar, dükkanlar satın aldılar ama uzun bir tarihi süreci olan kapitalist topluma alışamadılar. Alışmak için gayret ettiler ama bunun neticesi olarak aileler dağıldı, çocuklar kimliklerini kaybetti, topyekün din, moral ve kültürel değerler kaybedildi, ruhlar feda edildi. İnsanımızın yüreğinde sımsıcak duygular; itminan, samimiyet, güven, ihlas kaybedildi. Sıcacık gülümsemeler vardı çehrelerde, muhatabına güven veren tebessüm kaybedildi.
Çatı katındaki odamda geceleri pencerenin altına geçer yıldızlarla yaldızlı siyah geceyi seyrederim. Sonra bakışlarım şehrin üzerinde dolaşır ve perdesiz odaların içine kayar. Ruhum eski zamanlarda dolaşırken; kirli siyasete alet olan ikiyüzlü din adamlarını görür iğrenir. Haksız yere katledilen biçare kadın, çocuk ve ihtiyarlara üzülür. Ve yüce bir milleti emperyalist bir devletin peşine takıp koca bir devletin yıkılmasına sebep olanlardan yıllar sonrada aynı devlete saf Anadolu emek gücünü peşkeş çekenlerden tiksinir.
YORUMLAR
Çok güzel kurgulanmış. Anlatım da olağanüstü.
Anlatıcının ulusal pencereden olduğu aşikar düşüncelerine ise asla katılmıyorum. Bir kere not etmek lazım ki gidenler hep gönüllülerdi. Sadece kültür farkı hariç işçi alımındaki yöntemlerin aynısı bizde de vardı.
Öylesine ki bırakılsa ülkede adam kalmaz, hepsi Alamancı olurdu. Ne yollar denendi gidebilmek için...Kötü olsa, onlarca yıl sonra da insanlar can atmazdı gidebilmek için.
Biz ülkede kalmışların çocukları okullarda yerli malı haftaları düzenler, getirdiğimiz elma armudu yerken "dünyanın en asil ırkı" yalanıyla beyinlerimizin yıkanmasından habersiz jiletle kalitesiz kalemlerimizi açmaya çalışırdık.
ilk kez, Almancıların getirdiklerini görüp, anlattığını dinleyince kocaman, kokuşmuş bir yalanın içinde debelendiğimizi farkettim.
Neyse, konu zevksiz ve karmaşık.
Elinize sağlık...
İlginç bir çalışma.
Tarihte hoş bir yolculuk.
İnsanı asla sıkmayan, akıcı ve edebi değeri yüksek bir çalışma.
Yakın tarihe gelindikçe detaylar artmış, konu bir başka renkli sunulmuş.
Yayınladığım bir hikaye nedeni ile, bu ikinci dünya savaşını ve sonrasındaki ekonomik gelişmeleri detaylıca inceleme imkanı bulmuştum.
Bu işçi göçlerini de.
O günün şartlarında, o göç zorunlu gibiydi.
Zira,
ülke bir ihtilalin pençesindeydi,
görevi savaşmak olan insanların, saçma sapan uygulamaları ve ülke kazanımlarını sorumsuzca çar çur etmeleri nedeni ile ekonomi çökmüştü, insanlar karınlarını doyuracak ekmek bulamaz hale gelmişti.
Mecburen gittiler.
Kim ister yabancı bir coğrafyada, yabancı bir kültürde, yabancı bir dinin kucağında yaşamayı.
Hikaye gerçekten güzeldi.