- 663 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hz. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (45)
MEKKE’NİN FETHİ
Artık zamanı gelmişti. Müslümanların ordusu komutanları Muhammed’in komutasında Arabistan’ın veya putperest Arapların kalbi olan Mekke’ye doğru ilerliyordu. Yıl miladi 630, hicri 8. Yıl. Rivayetlere göre resul, Medine’den ve Medine dışından katılan Müslümanlarla birlikte on veya on iki bin civarında askerle birlikteydi. O dönem Mekke’nin nüfusu, yaşlısı, genci, çocuğu, erkeği kadını zaten on bin civarındaydı. Bu nüfustan taş çatlasın üç bin asker ancak çıkardı. Resul bu sefer düşmandan sayıca çok fazla orduyla birlikteydi. Bugüne kadar hiçbir zaman Müslümanlar sayıca fazla olmamışlardı. Her zaman putperestler fazlaydı. Hatta Mekke seferinden önce yapılan Mute savaşında, Bizans askerleri Müslümanların otuz beş katıydı.
Müslümanlar Mekke’ye yaklaştıkça, yer gök sanki asker kaplıydı. Baş komutan Muhammed ordusunu dörde ayırmış. Her bir gruba komutanlar atamıştı. Resulün başkomutanlığında, Halid Bin Velid, Zübeyr bin Avvam, Saad bin Ubade, Ebu Ubeyde bin Cerrah Müslümanların ordusuna komutanlık ediyorlardı. Her kola verilen emirle, Mekke doğudan, batıdan, kuzeyden güneyden çevrilecek. Müslümanlar bir daire gibi, Mekke’ye yaklaşacak, Mekke’nin etrafını çember gibi tamamen kuşatacak. Mekke’nin dışarıyla ilişkisini keseceklerdi. Artık ne Mekkeliler dışarıya çıkabilecek. Ne de Mekkelilere yardım edilebilecekti. Resul ordu komutanı olarak, Mekke’nin fethini kafasında bitirmişti. Planı doğrultusunda emin adımlarla, Arabistan çölünün sıcağı, çöl kumlarının tozunda Mekke’ye doğru yol alıyordu. Bu saatten sonra resulü Allah’ın dışında hiç kimse durduramazdı. O ordusuna son talimatlarını veriyordu. “"Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz. Hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz. Kadınlara dokunmayacaksınız. Çocuklara dokunmayacaksınız. Yaşlılara dokunmayacaksınız. Aman dileyenlere dokunmayacaksınız. Kimsenin evine barkına girmeyeceksiniz. Kimsenin malına canına zarar ermeyeceksiniz" Ordu komutanı Muhammed’in bu talimatları askerler arasında dalgalanıyor. Bütün ordu, Mekke’ye yürüyüş amacının savaş olmadığının bilincine varıyordu. Elbette resul Mekke’ye yürüme hazırlığını yapmadan Mekke’nin iç yapısı hakkında gereken bilgileri almıştı. Hudeybiye anlaşmasından sonra rahatlayan Müslümanlar daha çok tebliğ yapmış. Mekke’de Müslümanların sayısı bir hayli artmıştı. Zaten Mekke’nin eski lideri Ebu Cehil lakaplı Amr b. Hişâm el-Muğira’nın oğlu İkrime’nin asıl derdi buydu. Babasının intikamı bir yana, inançlı bir putperest olarak, Mekke’nin içten içe Müslümanların tarafına geçtiğinin farkındaydı. Elbette Mekke’nin lideri Ebu Süfyan da durumu fark ediyordu. Ama elinden gelmeyenler için, hayatını, ticaretini riske atmak istemiyordu. Ebu Süfyan insan olarak aklı, muhakemeyi öne çıkarıyor. İnsanlarla iyi geçinerek ticari hayatının riske girmesini istemiyordu. Artık Muhammed için, Mekkelilerin barış isteklerinin önemi yoktu. Mekke’nin fethi için yola çıkılmış. Karar Allah’a bırakılmıştı. Aklın, mantığın, iradenin bu noktada birleştiği an, inancın doruğuna yükselen duygular, Müslümanlara yol gösteriyordu. Onlar, iki yıl önce umre için Mekke’nin kapılarına dayandıklarında geri çevrilmişler. Hudeybiye anlaşmasından sonra, Müslümanlar etraflarındaki düşmanlarla uğraşırken hac edememişler. Hayber Yahudileri, diğer Yahudi kabileleri, onlara yardım eden Arap kabileleri, Bizanslılar Müslümanları bir hayli meşgul etmişlerdi.
Resulü Mekke üzerine yürüten neden, Hudeybiye anlaşmasında Mekkelilerin verdikleri sözü yerine getirmeyerek, anlaşmayı bozucu hadiseler gerçekleştirmesiydi. Anlaşmaya göre, gerek Medine, gerekse Mekke, istedikleri Arap kabileleriyle sözleşme yapabileceklerdi. Kısaca hatırlayacağımız Hudeybiye sözleşmesi maddeleri şöyle diyordu;
•Müslümanlar Kâbe’yi bu yıl ziyaret edemeyecek ve Mekke’ye giremeyeceklerdi, sonraki yıl üç gün Mekke’de kalacaklar ve Kâbe’yi ziyaret edeceklerdi. Bu sürede Mekkelilerle görüşmeyeceklerdi.
•Mekkeli olanlardan biri Müslümanlığı kabul ederse, Müslümanlar bunu kabul etmeyecek, Mekke’ye sığınmak isteyen bir Müslüman geri iade edilmeyecekti.
•İki tarafta istedikleri kabileyle ittifak yapabilecekti.
•Bu antlaşmanın süresi on yıl olarak kabul edilmişti. Bu süre içerisinde Müslümanlar ve Mekkeliler birbirlerine saldırmayacaklardı.
Sözleşmeye uygun olarak, resul Huzaa kabilesiyle, Beni Bekr kabilesi de Mekke ile anlaşma yaptılar. İki kabile arasında daha önceden değişik tartışmalar vardı. Belli ki; aralarındaki tartışmalar onları farklı güçlerle anlaşma yapmaya itmişti. Hudeybiye anlaşmasından sonra resul, değişik imparatorluk, krallık ve toplumlara mektuplar yazmış. Mektuplara genelde olumsuz cevaplar gelirken, Yemen gibi önemli bir bölge Müslüman olmuş. Arabistan’ın bazı putperest toplumları İslam’a girmiş. Mute savaşından sonra da, Arapların Müslümanlığa koşuşları hızlanmıştı. Toplumlar kalabalıklar halinde Medine’ye geliyor, resule biat ediyorlardı. Resule biat edenlerin neredeyse tamamı Müslüman olurken, bazı topluluklar da Medine ile sözleşmeler yaparak barışı ikame ediyorlardı. Bu durum Mekkelilerin kıskançlığına neden oldu. Çünkü Arapların tarihinde neredeyse hiçbir lider Muhammed gibi başarı sağlayamamıştı. Mekke’nin önderleri öfkelerinden kuduruyorlardı. Fakat yapacakları bir şey yoktu. Mekke gittikçe yalnızlığa terk edilirken, Medine imparatorluğa emin adımlarla yürüyor. Etrafındaki imparatorlukları korkutuyordu. Arapların uzun yıllardır tarihlerinde görmedikleri bu izzet, bu onur, onların akıllarını, muhakemelerini, iradelerini, kalplerini, kan damarlarını kaynatıyordu. Yıllarca Arabistan’da bedevi olarak yaşayan Araplar dünyaya, resul Muhammed’in liderliğinde, Allah’a olan inançlarıyla, dünya insanı olmak için koşturuyorlardı. Bu az bir şey değildi. Belki de binlerce yıl, Arapların başına gelmeyen bu durum şimdi yanlarındaydı, içlerindeydi. Onlar niye beklesin? Niye geri kalsın? Özellikle Arap gençleri, atalarının dinini, anlayışlarını terk ederek resule koşturuyorlardı. Arapların köle kıldıkları, Arap olmayanların köle kıldıkları insanlar artık kaçacak yer bulmuşlardı. Eskiden dünyanın her yerinde kölelik varken. Köle olarak kaçtıklarında ancak bir başka toplum içinde kölelik şansı varken… Şimdi Allah resulünün yanında özgürlük buluyorlar. Onların her biri kaçışlarında özgürlüğe kavuşuyorlardı. Muhammed’in yaptığı bu devrim veya Arapça tabiriyle inkılâp, özgürlüğe susamış her toplum için umut olarak Medine’de ateşlenmişti. Resulün, arkadaşlarının çağrıları olan, “gelin Allah’ın adaletinde onurunuzla yaşayın. Barışı, huzuru, adaleti birlikte tesis edelim. İsteyen istediği inancı istediği gibi yaşasın. İsteyen toplum kendi yasalarına istediği gibi uysun, kendi yasalarında adaletini arasın. Ta ki; asıl adalet Allah’ın yanındadır” sözleri, bütün toplumların kulaklarında çınlıyor. İnsanlar barışı, huzuru, adaleti sağlamak için, göğüslerini gererek Medine’nin yönetimine giriyorlar. Toplumlar inanmasalar da Medine’ye şartlarını ileterek, resulün onay vermesiyle Medine imparatorluğuna dâhil oluyorlardı. Arabistan tarihinde böyle bir devrim görülmemişti. Dünyanın o günkü devletleri, halkları böyle bir devrim görmemişlerdi. Bugün bile insanlar böyle bir yapılanmayı hayal edemiyorlar. Düşünebiliyor musunuz? Devlet içinde yaşayan, her inanç, her ideoloji, her toplum istediği inancı yaşarken, toplumlar kendi aralarında kendi hukuklarına göre adalet bulabilecekler. Bunu bugünkü toplumlar bile sağlayamıyor. Bugünün imparatorlukları, devletleri, kendilerine tabi olanlara hemen kendi ideolojilerini, kültürünü, yasalarını uyguluyorlar. 1500 yıl önce Muhammed’in, Allah’a bağlı olarak yaptığı bu devrim; sünnetullahın yani, yaratılış yasasının ve hiç kimse “İslam’a veya herhangi bir dine zorlanamaz” hükmünün karşıtıydı. Her insan istediği şekilde inanmakla özgürdür. Her insan inancına göre yaşamakla özgürdür. Adil olan devlet; insanlara bu imkanı veren, inançlarına göre yaşamalarını sağlayan devlettir. Resulün çağrısı dünyanın bütün dengelerini altüst ederken, Putperest önderleri çılgına çeviriyordu. Çünkü; resulün söylediği her şey, onların tabanlarının kaymasına, çıkarlarıyla, hırslarıyla yapayalnız kalmalarına neden oluyordu. Müslümanlar çoğalmayla coşarken, putperestler azalmayla korkunç bir girdabın içine girmişlerdi. İçine düştükleri girdap onların akıllarıyla oynuyor. Cesaretlerini sınıyor. Muhakemelerini altüst ediyordu.
Beni Bekr kabilesiyle sıkı ilişkileri olan, Mekkeli Saffan bin Umeyye, Ikrime bin Amr, Süheyl bin Amr, Huveytib bin Abduluzza, Mükrez oglu Hafz gidişata dur demenin zamanı geldi inancıydılar. Grubun içindeki Süheyl bin Amr hatırlayacaksınız, Hudeybiye anlaşmasını yapan kişiydi. Hudeybiye’de akıllı, disiplinli davranan Amr, kendi yaptığı sözleşmeye aykırı hareket etmek için düşünceler üretiyordu. Arkadaşlarıyla birlik olup güç topluyordu. Değilse Arabistan’da putperestlik onlara göre bitecekti. Özellikle Ebu Cehil lakabıyla Müslümanların tarihe geçen Mekke’nin eski lideri Amr b. Hişâm el-Muğira’nın oğlu İkrime, babasının intikamını almak için her türlü fırsatı kolluyordu. Mekkelilerden bu gurup, Beni bekr kabilesini, Huzaa kabilesiyle aralarındaki eski husumeti kaşıyarak harekete geçirdiler. Yanlarına Beni Bekr kabilesinin bir kısmını ve bazı Mekkeli gençleri alarak, Huzaa kabilesine saldırdılar. Gece baskınında Huzaa kabilesinden 23 kişiyi öldürdüler.
Huzaa kabilesi lideri Amr bin Salim Huzai 41 kişilik bir grupla Medine’ye gelerek durumu resule anlattı. Huzaa kabilesi ile Medine arasında yapılan anlaşmaya göre, Huzaa kabilesi Medine’nin koruması altındaydı. Resule; “ya Beni Bekr kabilesinden ve Mekkelilerden 23 kişinin diyetini al. Yada Mekkeliler Beni Bekr kabilesini himaye etmeyi bıraksınlar. Biz onlarla kendimiz hesaplaşalım” dediler. Muhammed Mekke’ye bir elçi göndererek, 23 kişinin diyetini veya Beni Berk kabilesiyle anlaşmalarını bozmalarını istedi. Mekkeliler resulün teklifini geri çevirdiler.
Elçi gittikten sonra aralarında konuşmaya başladılar. Şimdi ne olacak? Yapılan şey Hudeybiye anlaşmasına aykırıydı. Mekkeliler ve Medineliler hiçbir zaman himaye ettikleri kabilelerin veya toplumların zulmüne ortak olmayacaklardı. Durumun farkına varınca telaşa kapıldılar. Şimdi Muhammed de, aradaki anlaşmayı atarsa ne olacaktı? Hayatlarının tehlikeye girdiğini görünce korktular. Anlaşmanın yapıldığı andan itibaren Muhammed ile sorunsuz yaşıyorlardı. Acaba Muhammed, Mekkeliler teklifini geri çevirince kızmış mıydı? Hudeybiye sözleşmesini atmış mıydı? Bunu anlamak için hemen liderleri Ebu Süfyan’ı görevlendirdiler. Aralarında vardıkları kararda, resul Hudeybiye sözleşmesini bu olaydan dolayı bozmuşsa, Ebu Süfyan’a yeniden sözleşme yapma yetkisi verdiler.
Eski arkadaşlarını iyi bilen Ebu Süfyan canının tehlikede olmadığını bilerek, hiçbir endişe duymadan Medine’ye geldi. Kızı Ümmü Habibe Müslüman olmuş. Medine’ye gelmiş. Resul ile evlenmişti. Belki de, damadı olan Muhammed ile ilişkisini, kızı ile kurmanın daha mantıklı olduğunu düşünüyordu. Ancak kızı ona fırsat vermedi. Haksızlığa aracı olamayacağı çerçevesinde babasını ret etti. Ebu Süfyan kızından yarar sağlayamayacağını anlayınca, öfkeyle ayrılarak Muhammed ile görüşmeye gitti. Resul onunla görüşmeyi kabul etti. Aralarında geçen diyalog ilginçtir.
- Ey Muhammed! Hudeybiye sözleşmesini yenileyelim. Sözleşme süresini de uzatalım.
Deyince Resul Ebu Süfyan’a;
- Ey Ebu Süfyan. Sen bunun için mi geldin?
- Evet! Bunun için geldim.
- Biz aramızdaki sözleşme üzerine duruyoruz. Yoksa siz, bir olay çıkarıp onu bozdunuz mu?
- Allah korusun! Öyle bir şey yapmadık! Ama biz, her şeye rağmen sözleşmenin yenilenmesini istiyoruz!
Dedi. Bu söz üzerine resul hiç cevap vermedi. Sustu. Ebu Süfyan’ın yüzüne bakmıyordu. Ebu Süfyan, Muhammed bir söz söylesin ki diye gözlerine bakıyordu. Ama Muhammed ona bakmıyordu. Bir an öylece kalakaldı. Ne söyleyeceğini şaşırdı. Akıl, muhakeme durmuştu. Muhammed’in sözleri kesin ve anlamlıydı. Muhammed ne diyordu? Biz Hudeybiye’de yapılan sözleşmeye bağlıyız. Biz sözleşmeyi bozacak hiçbir şey yapmadık. Yoksa siz yaptınız mı? Taktik mükemmeldi. Sözleşmeye yapılan aykırı davranışı Ebu Süfyan’a tasdik ettirmek istiyordu. Ebu Süfyan bunu anlayınca, yalan söyledi. “Öyle bir şey yapmadık” dedi. İslam’ın temel kuralı neydi? Yalan asla yoktu. Gerçi bugün Müslümanlar her türlü yalanın içindeler ama o gün öyle değildi. Müslüman olmak demek, yalandan, riyakârlıktan, ikiyüzlülükten, arkadan iş çevirmekten uzak durmak demekti. Eğer kim, yalanın, riyanın, ikiyüzlülüğün, arkadan iş çevirmenin içinde ise ayetler onları münafık olarak tanımlıyordu. Tabi aradan çok sular geçti. Ayetler indirilirken Müslüman olmakla, şimdi Müslüman olmak arasında dağlar kadar fark var. Şimdiki toplum, beyaz yalanlar diye bir kavramın arkasına sığınarak, her türlü yalanla kendini içselleştirebiliyor. İkiyüzlülüğü, riyakârlığı sıradan şeylermiş gibi kişiliğine yakıştırabiliyor. Hatta bunu akıllılık olarak sunuyor. Arkadan iş çevirmeyi zekânın bir ürünü olarak algılıyor. Ama o gün öyle değildi. O gün Ebu Süfyan bile kâfir olmasına rağmen, bugünkü Müslümanlar kadar, yalancı, ikiyüzlü, riyakâr, arkadan iş çeviren değildi. O düpedüz mert biriydi. Ama çaresizdi. Mekkeliler Ebu Süfyanı canlarını Muhammed’in elinden kurtarmak için görevlendirmişlerdi. Ne yapabilirdi? Çaresizlik içinde çırpınıyordu. Muhammed’in karşısında aklı durmuştu. Muhakemesi çalışmıyordu. İradesi kendinde değildi. O yapılan işin, Muhammed ile konuşmasının şokunu yaşıyordu. Elbette her liderin toplumunu koruma bahanesi ile kendi canını, malını, mülkünü, makamını koruma amacı vardı. Hiçbir lider ortaya çıkıp, beyler benim asıl derdim, kendi canımı, malımı, mülkümü, makamımı korumaktır demez. Onlar halkı koruma bahanesiyle kendilerini korumanın derdindedirler. Değilse, sıkıştıklarında, çaresiz kaldıklarında hemen sıvışırlar. O güya çok sevdikleri halkı kendi başlarına bırakıverirler. Ebu Süfyan akıllığı, muhakemesi ile bilinen biriydi. Ama Muhammed’in karşısında durmuştu. Ebu Süfyan’a daha sonraları Müslüman olduktan sonra, yıllar önce Müslüman olmuş biri şöyle soruyordu. “Ya Ebu Süfyan; sen benim bugünkü deyimle idolümdün. Yani ben kendime hep seni örnek alırdım. Çünkü sen tanıdığım insanlar içinde en akıllı, en kafası çalışan adamdın. Ben seni örnek alırken, içten içe de seni kıskanırdım. Onun için resulün tebliğini duyar duymaz. Bu kadar akla, mantığa hitap eden dini hepimizden önce Ebu Süfyan kabul eder. En iyisi ben önce gidip Müslüman olayım da, hiç olmazsa bu konuda Ebu Süfyan’a fark atayım dedim. Hemen gidip Müslüman oldum. Sen ise neredeyse en sonlarda geldin. Ben bunu merak ediyorum. Niye?” der. Ebu Süfyan gülümseyerek “işte o hep senin gördüğün beğendiğin meziyetlerden dolayı. Biz Muhammed ne diyor diye hiç dinlemedik ki. Hep aklımıza, kafamıza güvenip, onu adam yerine koymadık. Ta ki, bütün mevkiimiz, makamımız, halkımız elimizden uçup gidince, ne oluyor. Neden böyle olduk dedim. Ancak o zaman Muhammed ne diyor diye kendime sordum” diyerek cevap verir. Kısaca akıllı, mantıklı olmak her zaman işe yaramaz. Ebu Süfyan ile arkadaşı arasında geçen bu diyalog harika bir özü bize anlatır. İşte; resul her zaman karşısındakini görüp duyarken, onlar görmüyordu, duymuyordu. Şimdi resule sıra gelmişti. Duymayacak, görmeyecekti.
Mekke’nin lideri Muhammed, Mekke ile yapılan anlaşma bizim için geçerlidir. Bozulmamıştır diyordu. Zaten Ebu Süfyan’ın asıl korkusu buydu. Çünkü Muhammed “sözleşme devam ediyor” diyorsa, sözleşme şartlarına göre hareket edenlerin cezalandırılması söz konusuydu. Hani Muhammed Ebu Süfyan’a şöyle deseydi. “Tamam ya Ebu Süfyan bir hata yapılmış. Yeniden sözleşme yapalım. Bu tür olayları engelleyecek kurallar koyalım” deseydi mesele yoktu. Ama Muhammed ne diyordu? “Biz Hudeybiye’de verdiğimiz söz üzerindeyiz. Yoksa siz bozdunuz mu?” Ebu Süfyan tam köşeye sıkışmıştı. Bozmadık dese, Huzaa kabilesine saldırı yapanları, ya Muhammed’e teslim edecek, ya da Huzaa kabilesinin istediği fidyeyi verecekti. Muhammed’e saldırı yapanları teslim etse, cezalarının ne olduğunu biliyordu. Kısasa kısas. Hepsi öldürülecekti. Beni Bekr kabilesi, onları kışkırtan Mekkeliler öldürülecekti. Öldürülecek Mekkelilerin neredeyse tamamı, Mekke’nin soylu aşiretlerinin delikanlılarıydı. Muhammed Hudeybiye sözleşmesinin devam ettiğini söyleyerek, başlarına gelecek korkunç cezayı işaret ediyordu. Sonra toplumlar arasındaki sözleşmeler yazboz tahtası değildi ki? İşime geldi bozdum. İşime geliyor haydi bir daha yapalım. Hani günümüzün yasaları var ya… Yazboz yasalar. Yasaları önce çıkaranlar uygulamazlar. Yasanın ucu kendilerine değdi mi? Hemen bir gecede yasayı değiştirenler. İnsanlığın yüz karası tutumlar olarak günümüze damgasını vururken, o gün Muhammed, yüzkarası bir insanlığı değil, yalansızlığı, çıkarsızlığı, adaleti, dürüstlüğü öne çıkarıyordu. O, içi burkularak aradaki sözleşmeye göre, Müslümanların gözyaşları içinde, Medine’ye kaçanları Mekkelilere teslim etmemiş miydi? O neredeyse bütün arkadaşlarının karşı çıkmalarına rağmen, sessizce, görünürde dayatılan Mekkelilerin Hudeybiye’deki şartlarına evet dememiş miydi? Andolsun ki; Hudeybiye sözleşmesindeki tek şart dahi Muhammed tarafından ileri sürülmemişti. Bütün şartları Mekkeliler koymuştu. Görüyorsunuz değil mi? Muhammed Ebu Süfyan’a neleri hatırlatıyor. Hudeybiye sözleşmesi şartlarını ben koymadım. Siz koydunuz ben sustum. Şimdi siz bozuyorsunuz yine ben susuyorum. Haydi bu liderliği, çağımızda arayın bulun. İnce bir zekâ, taktik, strateji, ne ararsan Muhammed’in liderliğinde var. Hani bunu Müslümanlar bir anlasalar… Ama Müslümanlar resulün sakalını, fistanını, sarığını kendine sünnet ediniyorlar. Bilmiyorlar ki, o gün karşısına oturan Ebu Süfyan’nın da, sakalı, fistanı, sarığı vardı. Resulün kılığı, kıyafeti ile Ebu Süfyan’ın kılığı kıyafeti arasında hiç fark yoktu. Hatta yemelerinde, içmelerinde, oturup kalkmalarında bile fark yoktu. Tek fark, yüreklerinde, akıllarında, muhakemelerinde, iradelerinde, yaşama kattıkları anlamlardaydı. Bugün resulün kılını, tüyünü din edinenler, putperestlerden daha beter bir bataklığın içinde olduklarını, Rabbin huzurundaki hesapta görecekler… Muhammed, Mekke’nin lideri Ebu Süfyna’a, adeta liderlik dersi veriyordu. Ebu Süfyan Muhammed’i tanımıyor muydu? Tanıyordu elbet. Ama çaresizdi. Onu Mekke’ye lider yapan aşireti, diğer aşiretler, ellerini kollarını bağlıyorlardı. Ebu Süfyan’ın kendisine kalsa, Huzaa kabilesine baskın yapıp 23 kişiyi öldürenlerin cezasını kendisi verirdi. Ama dayandığı aşiret burjuvazisi buna izin vermiyordu.
Ebu Süfyan çaresiz Medine sokaklarında dolaşmaya başladı. Eskiden tanığı, yakın arkadaşları olan, birlikte birçok kervan oluşturan, Osman, Ömer, Ebubekir, Hatta Halid bin Velid’i araya sokarak, yeniden sözleşme yapmak istiyordu. Hatta kendisinden çok küçük yaşta olan Ali’ye bile müracaat ederek. Resul ile görüşme sağlamasını istedi. Onun yüzüne kimse bakmıyordu. Adeta şunu diyorlardı. Resulümüz seni dinlemiyorsa biz niye dinleyelim? Resulümüz seni duymuyorsa biz niye duyalım? Resulümüz seni görmüyorsa biz seni niye görelim? Sen; bize dayatılan Hudeybiye anlaşması şartlarına kör, sağır, dilsizseniz. Biz niye sana kör, sağır, dilsiz olmayalım? Eğer sen hudaybiye şartlarına kör, sağır, dilsiz olmasaydın gereğini yapar. Suçluların fidyesini verir. Veya cezalandırılması için resule teslim ederdin. Ama kendi çıkarlarınızı öne çıkarıyor. Yaptığınız anlaşmaya, kör, sağır, dilsiz oluyorsunuz. Ebu Süfyan’ın çaldığı bütün kapılar yüzüne kapandı. Çaresiz Mekke’ye döndü. Merakla bekleyen Mekkelilere korkunç gerçeği hatırlattı. “Muhammed Hudeybiye sözleşmesi hükümleri geçerlidir” diyor. Ona “peki ne olacak?” dediklerinde, “ya suçlular karşılığında Huzaa kabilesinin fidyesini vereceğiz ve Beni Bekr kabilesiyle anlaşmamızı bozacağız. Ya da bütün suçluları Muhammed’e teslim edeceğiz” dedi. Korkunç gerçek buydu. Hiç kimse, elini cebine indirmek istemiyordu. Hiç kimse aşiretinin şımarık delikanlılarını Muhammed’e teslim etmek istemiyordu. Çünkü Muhammed’in onları kısas cezası uygulayarak hemen öldüreceğini biliyorlardı. Kaldı ki, bir de Beni Berk kabilesinin durumu vardı. Eğer Beni Berk kabilesiyle sözleşmelerini bozarlarsa, Muhammed, Beni Berk kabilesinin işini bitirecekti. Böyle bir durumda, Mekke ile anlaşma yapan bütün kabileler, Mekkeliler anlaşma yaptıkları kabileleri koruyamıyorlar diye, anlaşmalarını bozabilirlerdi. Böyle bir durum zaten Mekke’nin işini bitirirdi. Muhammed’in uyguladığı taktik, strateji Mekkelileri altüst etmişti. Suskun, sessiz, sedasız Muhammed, onlar gibi ortalıkta gürültü çıkarmadan, Arabistan’ı velveleye vermeden, bütün Arabistan’a hâkim oluyordu. Mekkelilerin en son seçenek olarak gördükleri, Muhammed’in Mekke üzerine yürümesi artık başlamıştı. Onlar haberi aldıklarında neye uğradıklarını şaşırdılar. Arabistan’ın dört bucağından Muhammed’e katılanlar varken, Mekkelilerle anlaşma yapan kabileler, Mekke’nin sözleşme şartlarına uymadığını görünce anlaşmalarını bozarak Mekke’ye desteklerini geri çekmeye başladılar. Bundan sonra Ebu Süfyan’ın bütün derdi, Muhammed’in Mekke’yi alarak, katliam yapması, mallarına mülklerine el koymasıydı. Tabi Ebu Süfyan, Muhammed’in askerlerine, “katliam yok, mala cana zarar vermek yok. Yaşlılara, çocuklara, kadınlara, karşı koymayanlara dokunmak yok” dediğini bilmiyordu. Müslümanlar Arabistan’da barışı tesis edip, Arabistan halkının tamamını kölelikten kurtararak, özgürce yaşamasını sağlamak için Mekke’ye doğru yürürlerken, Mekkelilerin başına dünya dar geliyordu.
Ebu Süfyan can havliyle, kendini, halkını, malını korumak için, yolda Muhammed’i karşılayıp son bir kez konuşmak istedi. Muhammed’in amcası Abbas’ın da gizlice Mekke’yi terk ederek Muhammed’e katıldığını duyunca kendine bir cesaret geldi. Abbas ile çok iyi arkadaşlardı. Müslümanların ordusu, Mekke yakınlarında konaklamıştı. Mekke’nin hemen yakınında konaklayan Müslüman ordusuna yaklaştıkça, ortalığı yemek kokuları sarmış. Müslümanlar, sakin bir şekilde akşam yemeklerinin hazırlığını yapıyorlardı. Arap geleneklerini bilen, Ebu Süfyan, burnuna gelen yemek kokularından, yapılan yemeklerin savaş yemeği olmadığını, yerleşik halkın yemekleri olduğunu anlayınca sevindi. Gördüğü manzara sanki Müslümanlar savaşa değil, şöyle bir gezintiye hepsi birlikte çıkmışlardı. Ortalıkta ne savaş dansları, ne savaş oyunları oynanıyor. Ne de savaş müzikleri çalıyordu. Dört bir tarafı kuşatmış ordunun büyüklüğü kadar sessizliği de hâkimdi. Aynı durumda Mekke ordusu olsaydı şimdi yer gök yıkılırdı. Eğlenceler, müzik, danslar, oyunlar oynanır. Naralar atılırdı. Karşısına çıkan ilk nöbetçiye “Abbas burada mı?” diye sordu. Nöbetçi onu Abbas’a götürdü. Abbas’a “beni Muhammed ile görüştür. Ona söyleyeceklerim var” dediğinde, Abbas soran gözlerle bakıyordu. Ebu Süfyan bir şey demedi. Abbas onu himayesi altına alarak, resulü götürdü. Arap geleneklerinde himaye çok önemli bir kavram… Himaye konusu daha önceki Mekke’de 12 yıl bölümlerinde genişçe incelemiştik. Bir kişinin himayesinde olana saldırı, himaye edene yapılmış sayılıyordu.
Tarihi rivayetlere göre ki tartışılabilir. Resul ile Ebu Süfyan arasında şu konuşmalar geçti.
- Ey Ebû Süfyan! Lâ ilâhe illallah diyeceğin vakit gelmedi mi?
- İyi, ama bu kadar putları ne yapayım? Lât ve Uzzâ’dan nasıl vazgeçeyim? (Biraz düşündü) Babam anam sana feda olsun! Uslulukta, yumuşaklılıkta, iyi huylulukta, şereflilikte ve akraba hakkını (resulün kayınpederi oluyordu Ebu Süfyan) gözetmede daha üstünü yoktur. Vallahi, sanırım ki Allah’tan başka ilâh olmasa gerek! Çünkü Allah’la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı, elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de faydalandırırdı!
- Ey Ebû Süfyan! ‘Muhammed Allah’ın resulüdür diyeceğin zaman gelmedi mi?
- Yâ Muhammed! Bunun için bana biraz müddet tanı; zira bundan dolayı zihnimde biraz çelişki var.
Ebu Süfyan’ın bu söyleminden sonra, bir sessizlik çöktü. Ebu Süfyan Muhammed ile konuşmaya niçin gelmişti? Amacı neydi? Şu an Ebu Süfyan bunları düşünemiyordu. Muhammed yine ipin ucunu eline almıştı. Ebu Süfyan ağzını açmadan onu İslam’a davet etmiş. Ebu Süfyan ise, orduyu görür görmez, İslam ordusunun amacının cana mala zarar vermek olmadığını anlamıştı. Anladığı şeyleri resule tasdik ettirmenin anlamı yoktu. Muhammed’in ne kadar kararlı olduğu biliyordu. Yıllarca birlikte yaşamışlar. Birlikte kervanlarda bulunmuşlar. Mekke’de çocukluk, gençlik arkadaşları olarak çok şey paylaşmışlardı. Birbirlerinin gözlerine içine baktıklarında ne söyleyeceklerini bilen insanlardı. On bin nüfuslu Mekke’de, çöl yaşamında insanların birbirini tanımaması doğaya aykırıydı. Aralarındaki ihtilaflar, çekişmeler hep dünyevilik konular veya kişisel bencilliklerden ibaretti. Ama Ebu Süfyan biliyordu ki, Muhammed asla kişisel bencilliklerinin peşinden giden biri değildi. Dünyaya kendileri kadar düşkün de değildi. Onun bütün söylemleri İslam, yani barış üzerineydi. Ebu Süfyan bir müddet sonra kararlılıkla,
- Evet, inanıyorum ki, Allah ilahtır. Ondan başka ilahlar yalandır. Sen, O bir olan Allah’ın resulüsün!
Bu ifadeye en çok sevinen Abbas olmuştu. Kendisi de ondan birkaç gün önce Müslüman olarak barıştan yana olduğunu göstermişti. Müslüman’ın savaşla ne ilgisi olabilirdi. Allah Müslümanları, dini, inancı, düşüncesi, yaşamı ne olursa olsun, barışı korumakla görevlendirmişti. Kimse başkasının dinine, inancına, düşüncesine karışamazdı. Gerçi bugün Müslümanlar ayetlerdeki bu özü anlayamıyorlar. Birçoğu, baskıcı, faşist bir anlayışla Müslümanlıklarını öne çıkarıyorlar. Zaten Resulün anlattığı dinin ne kadarı geldi ki zamanımıza? Geleneklere boğulmuş bir din anlayışına İslam diyorlar. Hâlbuki günümüzün Müslümanlık anlayışının, yaşamının İslam ile hiçbir ilgisi yok. Hâlbuki Allah; sadece yurtlarından çıkaranlara, mallarına canlarına zarar verenlere, zalimlere, ülkeleri işgal edenlere, yaptıkları sözleşmelere uymayanlara, başka topluluklarla anlaşıp Müslümanların aleyhine davrananlara karşı savaşmayı emrediyor. Değilse, haydi çocuklar, haydi gençler, haydi Müslümanlar çıkın ortaya. Kendinizi gösterin. Dünya Müslümanlar neymiş bir görsün. Ortalığı yakın yıkın. Bütün kâfirleri öldürün. Mallarına el koyun. Irzlarına, namuslarına saldırın, çocuklarına el koyun. Kadınlarını cariye alın diye emretmiyor. Allah’ın ayetlerini anlamayan, resulü kendilerine örnek almayan, ama İslam’a uyduklarını, resulü kendilerine örnek aldığını zanneden bazı zavallılar, ne yazık ki, putperestlerden daha çok, kâfirlerden daha çok zulüm içindeler. İslam adını kullanarak insanlık dışı zulümlerine devam ediyorlar. Hâlbuki bunun böyle olmadığını daha orduyu görür görmez Ebu Süfyan anlamıştı.
Ebu Süfyan’a, “karşı çıkmayana bir şey yapılmayacak. Mala, cana zarar verilmeyecek. Hiç kimsenin ırzına, namusuna dokunulmayacak. Evinde kalana, kapısını kapatana zarar verilmeyecek. Kimsenin kapısı çalınmayacak, kırılmayacak, evine girilmeyecek. Kalbini ferah tut. Amacımız asla savaş değil barıştır” denildi. O da “elimden geldiğince savaşı önlerim” diyerek, kalbi tatmin olmuş bir şekilde Mekke’nin yolunu tuttu. Mekke’ye girdiğinde onu merakla bekleyen arkadaşlarına “Ben de Müslüman oldum” diyemezdi. Onlara ordunun büyüklüğünden söz etti. “Etrafımız sarılmış durumda. Mekke’nin nüfusundan daha fazla Muhammed’in ordusu var. Hala katılıyorlar. Gün etçikçe sayıları artıyor. Müslümanlar karşı koymazsak bize zarar vermeyecekler. Evlerimize girmeyecekler. Kapımızı çalmayacaklar. Malımıza canımıza zarar vermeyecekler” dedi. Mekke’nin eski lideri Ebu Cehil’in yani Amr b. Hişâm el-Muğira’nın oğlu İkrime bu sözlere inanmadığını, Muhammed Mekke’ye saldırırsa karşı koyacaklarını söyledi. Artık Mekke’nin üstüne kara bulutlar çökmüştü. Putperestler böyle düşünüyordu. Ama hidayetin aydınlığı sabah vaktini bulmuş, hidayet güneşinin Mekke üzerine doğmasına az bir zaman kalmıştı. Arabistan’ın tarihinde binlerce yıl süren putperestlik son noktasına gelmişti. Bu gerçeği görmeyen birçok putperest, ya öfkesinden çılgına dönmüş, ya da sessizce evlerine kapanmıştı. Muhammed’e karşı yapacakları bir şey kalmamıştı. Karşı koymak bile çılgınlıktı. Zaten Mekke halkının çoğu gizliden gizliye Müslüman olmuştu. Haydi, Mekke’yi savunalım deseler kaç kişi çıkardı. Bin asker çıkarması bile muhtemel değildi. Hâlbuki Müslümanlar Mekke’nin etrafını çemberine almışlar. Sayıları ise on iki bin civarındaydı. Mekke’nin nüfusu bile artık on binden azdı.
Muhammed ordularına hareket emri verdiğinde, sessiz, ama vakur bir şekilde Müslümanların ordusu, Mekke’nin etrafından daralan bir çember şeklinde Mekke’ye doğru yürüyorlardı. Mekke’nin tepelerinden, yüksek evlerinden seyreden Mekkeliler, etraflarında kaçacak bir boşluğun bile bulunmadığının farkındaydılar. Resul; bütün duygularıyla Fetih suresini okuyarak devesinin sırında Mekke’ye doğru ilerliyordu.
“Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder. İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren o’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır. Mümin erkeklerle mümin kadınları, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur. Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah’a ortak koşan erkeklere ve ortak koşan kadınlara azap etmesi içindir. Müslümanlar için bekledikleri kötülük çemberi başlarına gelsin! Allah onlara gazap etmiş, lanetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Orası ne kötü bir yerdir! Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah azizdir, hâkimdir. Şüphesiz biz seni, şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ta ki Allah’a ve Resulüne iman edesiniz, Resulüne yardım edesiniz, O’na saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah’ı tespih edesiniz. Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir. Bedevilerden geri kalmış olanlar, sana diyecekler ki: "Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu. Allah’tan bizim bağışlanmamızı dile." Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir fayda elde etmenizi isterse O’na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Kaldı ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Aslında siz Peygamberin ve müminlerin ailelerine bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helaki hak etmiş bir topluluk oldunuz. Kim Allah’a ve Resulüne iman etmezse bilsin ki biz, kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır. Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine ceza verir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar: Bırakın, biz de arkanıza düşelim, diyeceklerdir. Onlar, Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur." Onlar size: Hayır, bizi kıskanıyorsunuz, diyeceklerdir. Bilakis onlar, pek az anlayan kimselerdir. Bedevilerden geri kalmış olanlara de ki: Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağırılacaksınız. Onlarla, teslim oluncaya kadar savaşacaksınız. Eğer emre itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azaba uğratır. Köre vebal yoktur, topala da vebal yoktur, hastaya da vebal yoktur. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azaba uğratır. Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir. Yine onları elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükâfatlandırdı. Allah üstündür, hikmet sahibidir. Allah size, elde edeceğiniz birçok ganimet vadetmiştir. işte şunları hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir ki bu, müminlere bir işaret olsun ve sizi dosdoğru yola iletsin. Henüz elde edemediğiniz başka ganimetler de vardır ki, onlar Allah’ın bilgi ve kudreti dâhilindedir. Allah, her şeye kadirdir. Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlardı. Allah’ın, öteden beri süregelen kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın. O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke’nin içinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah, yaptıklarınızı görendir. Onlar, inkâr eden ve sizin Mescid-i Haram’ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını menedenlerdir. Eğer (Mekke’de) kendilerini henüz tanımadığınız mümin erkeklerle mümin kadınları bilmeyerek çiğnemeniz sebebiyle üzüntüye kapılmanız ihtimali olmasaydı Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer onlar birbirinden ayrılmış olsalardı elbette onlardan inkâr edenleri elemli bir azaba çarptırırdık. O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi, onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna layık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir. Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi. Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaat etmiştir”
Mekke’ye yaklaşan Müslüman orduları, Mekke’nin doğusundan, batısından, kuzeyinden, güneyinden Mekke’ye girmeye başladılar. Putperestlerin çoğu evlerine kapanmış korkulu gözlerle birbirine bakınıyorlardı. Müslümanlar ortaya çıkmış Müslümanları karşılıyorlar. Müslümanların kadınları çocukları evlerinin kapılarında babalarını bekliyorlardı. Ebu Cehil’in oğlu İkrim’e ikna ettiği birkaç arkadaşıyla Müslümanlara karşı durmak istediler. Halid bin Velid’in karşısına çıkan İkrime ve Arkadaşları hemen derdest edildiler. Müslümanlar Mekke’ye girerken etrafa sesleniyorlardı. “Kimsenin evine girilmeyecek. Karşı çıkmayana dokunulmayacak. Ganimet alınmayacak. Mala cana zarar verilmeyecek” Bu ses Mekke’nin semalarında yankılandıkça, putperestler Mekke’ye nasıl bir barışın geldiğini anladılar. Müslümanlar intikamcı değildi. Müslümanlar zalim değildi. Müslümanlar ganimet düşkünü değildi. Artık bugün barış hâkimdi. Herkes İslam’ın adaletinde barış içinde yaşayacaktı.
Tarihi bilgilere göre Resul Mekke girerken “Nasr suresinin” indirildiğini söylerler. Belki doğru belki yanlış… Ama suresinin anlamı, bütünlüğü Mekke’nin fethini bize özetliyor.
“Allah’ın yardımı ve zaferi geldiği ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit… Rabbine hamd ederek O’nu tespih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir”
Ne müthiş cümleler. Tarihi bilgilere göre gelen bu ayetlerin ağırlığı altında ezilen resulümüz devenin sırtında secdeye kapanmış hüngür hüngür ağlıyordu. Mekke’ye yüzü yere eğik, secde halinde, devesinin sırtında Rabbine tövbe ederek giriyordu. Etrafına bakamıyordu. Mekke’ye bakamıyordu. Bir taraftan Rabbine şükürlerini sunarken, diğer taraftan af diliyordu. Bunu bugünün hiçbir komutanı, hiçbir devlet başkanı anlayamaz. Bunu bugünün Müslümanları anlayamaz. Bunu tarihte anlı, şanlı anlatılan padişahlar, komutanlar anlayamaz. Kibirleriyle, azametleriyle, yeryüzünü titrettiğini zanneden güya Müslüman komutanlar anlayamaz.
Ayetler tam Mekke’nin fetih manzarasını anlatıyordu. “Allah’ın yardımı, zaferi geldiği, insanlar bölük bölük dine girdiği vakit” Müslümanlar için bu zafer ne büyük zaferdi. Bütün Arabistan neredeyse asker olmuş putperestliğin kalbine hidayet ateşiyle geliyorlardı. Onlar hidayet ateşini yakmış, Allah’ın evi Kâbe’den bütün dünyayı aydınlatacaklardı. İşte tam bu anda, Allah resulüne, “Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir” diyor.
Ne olmuştu? Resul kabahat mi işlemişti? Allah resulümüzü niçin tövbeye davet ediyordu? İşte bunu anlamak hidayetti. Bunu kavramak hidayetti… Unutmayın ki, hiçbir başarı, fetih, zafer, ne resullerin, ne de Müslümanların çalışmasıyla gelmez. Zaferi de, fethi de, hidayeti de ancak Allah nasip ederse verir. Resullere düşen, kullara düşen sadece görevlerini yapmaktır. Allah ondan binlerce kere razı olsun ki, bir müfessir, bu ayetin anlatımında şöyle der… “Sanki Allah hem resulüne, hem de onun sırtından bütün Müslümanlara şunu demek istiyor. Eğer insanların hidayetinde, size verilen fetihte, zaferde ve yardımda, kedinize bir gram dahi pay çıkarırsanız, hemen Rabbinize dönüp af dileyin. Sizin yaptıklarınızın karşılığıyla ilgili olarak kendinize pay çıkarmanız, Rabbinizin iradesine saldırıdır. Rabbiniz hiçbir yaratılmışın iradesine giremez. Rabbiniz her şeyi kendisi yapar. Kendisi karar verir. Ne zaman hidayet edecek? Kime hidayet edecek? Ne zaman yardım edecek? Kime Yardım edecek? Ne zaman zaferi, fethi verecek? Kime zaferi fethi verecek? Bütün bunlar rabbinizin yetkisindedir. Hiç kimse, biz şunu yaptık da onu için bunlar bize verildi. Böyle yaptık da bize Allah yardım etti, zafer verdi, insanlar hidayet etti, fetih geldi diyemez. Dediği gün, Allah’ın yetkilerine saldırmış. Kibre düşmüştür. Resulümüz bunu çok iyi bilen biriydi. Onun için Mekke’nin sırtında secdeye kapaklanmış. Ağlayarak Mekke’ye girmiş. O çok özlediği Mekke sokaklarına, evlerine bile bakamamıştı”
Bu özler; günümüz Müslümanlarından ne kadar uzak. Tarihin Müslümanlarından ne kadar uzak… Özellikle Fransız kralını kurtarmak için Alman kralına mektup yazan ve sözüne “Ben ki” diye başlayan devrin halifesi İslam anlayışından ne kadar uzak… İnşallah Rabbimiz bize ayetlerinde anlattığı özle hidayet nasip eder.
11.Ocak.630 tarihi, Mekke’nin Müslümanların eline geçtiği tarih olarak kayıtlara geçti. Artık Arabistan’da putperestliğin merkezi Mekke değildi. Kâbe Müslümanların elindeydi. Sıra içindeki putları temizlemeye kalmıştı. Allah’ın resulü Muhammed emin adımlarla Kâbe’nin içine girdi. Rivayetlere göre İsra suresinin 81 ayeti olan, “Hak geldi, batıl yıkılıp gitti. Zaten batıl yıkılmaya mahkûmdur”
Birkaç kişi, şahsi davaları hariç genel af ilan edildi. Putperestler hac için Kâbe’ye geldiklerinde sadece Allah’ın evi olduğu için geleceklerdi. Ama putperest Araplar Allah’ın evini ziyaret edeceğiz diye gelip putlarına tapıyorlardı. Mekke ve Kâbe, putperestliğin kirlerinden arındırıldı. Kâbe ve Mekke’nin yönetimi için görevlendirilmeler yapıldı. Sonra Müslüman ordunun neferleri geri döndü. Mekkeliler de Mekke’de kalmadılar. Zira resul tarihe geçen sözünü söylemişti. “Hicretten sonra dönüş yoktur” Resul Medine devletini kuran toplumu, iradeyi dağıtmak istemiyordu. İşin garibi, cilvesi ne müthiş… Mekkeliler Mekke özlemiyle yanıp tutuştukları halde, Mekke fethedilince, Mekke’ye dönmediler. Çünkü olaylar artık memleket özleminden daha büyüktü. Çünkü imparatorluk kurulmuştu. Her Müslüman Arabistan imparatorluğunda görev alabilirdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.