- 581 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sedo İle Herr Claus
Makine mühendisi Herr Klaus kendi tasarımı olan özel donanımlı gaz ölçüm aracıyla uzun seneler Avrupa şehirlerindeki akaryakıt istasyonlarında hizmet verdikten sonra şimdi Türkiye’den gelen teklifi düşünüyordu.
Maygaz şirketi nice zamandır Anadolu’daki bayilerinde Lpg tanklarının bilgisayar ortamında korozyon denetimi yapmayı, bir fizibilite raporu çıkarmayı düşünmekteydi. İşte bu ortamda Maygaz yetkilileri Herr Klaus’a ulaştılar ve onunla bir kontrat imzaladılar. Buna göre Herr Klaus’un yanına Almanca bilen kılavuz verilecek, yol, konaklama, yemek masrafları karşılanacak ve üç ay içinde şu kadar euro para alacaktı. Bu sözleşme Herr Klaus için kaçırılmaz bir fırsattı. Daha önce organize turlarla defalarca geldiği Türkiye’yi bu sefer kendi aracıyla baştan sona gezme fırsatı bulacaktı. Böylelikle Herr Klaus’un Türkiye macerası başlamış oldu.
İlk iki ay neticesinde Herr Klaus Türkiye’nin ekonomik olarak çok geliştiğini, yolların Avrupa otobanları standartlarına yükseldiğini ve akaryakıt istasyonlarında hem teknolojinin hem de hizmetin mükemmel olduğunu gözlemledi. Bununla beraber bazı hususlarda hayretini gizleyemedi. Dünyanın en zengin petrol havzasının yanı başında bulunmasına rağmen akaryakıt fiyatlarının bu kadar yüksek olmasına (hatta dünyanın en pahalı akaryakıtını kullanan ülke olmasına), fiyatların sürekli yükseldiği halde halktan bir tepki gelmemesine (oysa Avrupa’da en küçük bir fiyat artışında yer yerinden oynar, sokaklar işgal edilir, çiftçiler tasını, tarağını toplar ulusal meclis önünde eylem yaparlar), istasyonlarda bu kadar çok promosyon dağıtılmasına bir türlü akıl sır erdiremedi. Bir de istasyonlarda kükürt oranları farklı çeşit çeşit ürün satılıyordu. Avrupa’da benzin ve diesel vardı. Ha unutmadan burada pompacılık bir meslekti. Arabaları pompacı tabir edilen görevliler dolduruyor, cam siliyorlar, yağ kontrolü yapıp, lastiklere hava basıyorlardı. Bunu başlangıçta kaliteli hizmet anlayışı olarak değerlendirdi. Sonra bunu Şarklılığa yordu. Çünkü şark ülkelerinde hizmet etmeliydi bir işçi, köle, cariye. Efendi ise hep Efendi kalmalı, sırmalı kaftanına yağ lekesi bulaştırmamalıydı.
İstasyona son model bir araba yanaşıyor, içinden elinde sigara, takım elbiseli bir adam çıkıyor ve elini hiçbir şeye değdirmiyordu. Değdirse ne olacaktı sanki? Kendi işini kendisi görse tabancalar eline mi yapışacak? yok yok onun eli mazot benzin kokacak. Bir tabancayı alıp depoya yerleştirmek onun için bir zillet ya da seviyesini düşürecek. Seviye demişken onun elbisesinin süslülüğüne bakıp bilgili, kültürlü, medeni olduğu anlaşılmasın. Herr Klaus emindi ki bu pahalı, süslü elbiseler, bu son model arabalar adama bir seviye kazandırıyordu, adam onlara değil. Oysa Avrupa’da herkes kendi aracını kendisi tank eder, doldurur, herkes kendi aracını kendisi temizlerdi.
Yıllar önce Hindistan’a yaptığı bir geziyi hatırladı. Yaz günleriydi. Boğucu bir sıcak vardı. Aşırı nemden nefes almakta güçlük çekiyor, terden gömlek vücuduna yapışıyordu. Bu yüzden otelde her gün en az beş sefer duş alıyordu. Sokakta gezerken başlarında, omuzlarında bidonlarla, bakraçlarla su taşıyan insanlar gördü. Adamlar bu aşırı sıcakta kan ter içinde bir yerlere su yetiştirmeye çalışıyordu. Rehber bu sular ile otellerin çatısında bulunan tankların doldurulduğunu, turistlerin bu sayede duş aldığını açıkladı. Demek bu adamlar turistlerin banyo yapabilmesi için bu aşırı sıcakta kan ter içinde kalıyordu. Rehbere artık bir daha duş almayacağını söylediğinde rehber hayır daha fazla almalısın çünkü bu sayede para kazanıyorlar ve evlerine ekmek götürüyorlar demişti.
İşte pompacılık da böyle bir meslekti. Kılavuzun anlattığına göre asgari ücretle günlük on iki saat (bu yirmi dört saate kadar çıkıyormuş) çalışıyorlardı. Yine de şanslıydılar çünkü bir işleri vardı ve bu sayede evlerine ekmek götürebiliyorlardı.
İstasyonlara bir takım uyarı levhaları asılmıştı. Buna rağmen sigara içmeyin levhası altında müşteriler pöfür pöfür sigara içiyor, telefon yasak tabelası altında cep telefonlarıyla konuşuyorlardı. Oysa istasyon zemininde her zaman düşük yoğunlukta da olsa gaz bulunur. Küçük bir kıvılcım ya da telefon titreşiminin yaydığı kinetik enerjiyle istasyon havaya uçabilir, ama görüldüğü kadarıyla bu insanların umurunda değildi. Hatta işe başlamadan önce Lpg tanklarının bulunduğu alana kırmızı şerit çekmiş önüne de rauchen verboten (sigara içmek yasaktır) tabelası asmış ama insanlar ellerinde sigara meraklı bakışlarla çalışmayı seyretmişti.
Biraz Türkçe öğrenmiş, çaya ve simide de alışmıştı artık. Nereye gitse hemen önüne bir çay geliyordu. Çayı tek şekerli ve ılık içmeyi tercih ediyordu. Akşamları ise otelinde birasını yudumlamaktan asla vazgeçmedi. Bir de rakıya alıştı, ama fazla içmemeliydi, bir tek atardı her akşam. Bu rakı Avrupa içkilerine benzemezdi fazlası çarpardı adamı. Ona aslan sütü dediklerini öğrendiğinde baya hoşuna gitmişti bu tanımlama.
Herr Klaus tipik bir Almandı; iriyarı, bira göbekli, sarı saçlı mavi gözlü ve sakallı.
Sedo ise tipik bir Anadolu insanıydı; iri burunlu, fırça bıyıklı, çalışkan, dürüst, konuşkan ve sözünün eri. (Aslında biz Sedo’ya tüm zamanların atari oyunu olan Süper Mario’nun ikizi desek daha doğru olur.)
Bu akaryakıt istasyonu Sedo’dan sorulurdu. Evet Sedo bu istasyonun temizlik görevlisiydi, ancak patronlar İstasyonun müdürünü şefini değil, Sedo’yu tanırlar, onu bilirlerdi. Hacı Patron bundan on sene evvel onu işe alırken bak Sedo istasyonda bir sinek uçsa haberin olacak, geceleri su uyuyacak sen uyumayacaksın demişti. İşte o gün bugündür Sedo gündüzleri sahada dört döner, geceleri kirpiklerini dahi kırpmazdı.
Herr Klaus ile Bizim Sedo’nun karşılaşması bir öğle sonrası gerçekleşti.
Sedo yine sahada elinde süpürge temizlik yaparken istasyona yabancı plakalı bir aracın girdiğini fark etti. Fark etti diyorum ancak Sedo istasyona giren her aracın plakasını tanır araç sahibinin mesleğini, yerini yurdunu, soyunu sopunu, şeceresine kadar bilir. Özellikle istasyona gelen Askerin, polisin sevgilisidir Sedo. Trafikteki polisler megafonla Sedo dayı çayları hazırla geliyoruz diye takılırlar. Ancak hükümetin icraatlarını hiç sevmez, Bu hükümet yok mu bu hükümet her şeye zam yaptı. Mazota, benzine, çaya, şekere zam yaptı. Hepimiz müslümanız bu açılımlar da neyimize, bu topraklar hepimizin der tenkit eder, eleştirir. Bir de yol güzergâhında bulunan evini Belediye zabıtaları yıkacağı için Belediyeye ateş püskürürdü.
Süpürgeyi, küreği bırakarak hemen koştu. Özel donanımlı araçtan Herr Klaus indi önce.
“hacım hoş geldin.”
“yok ben Hacı.”
“amma da ettin Hacı, maşallah sakalın Hacı sakalı.”
“ben az konuşmak Türkçe.”
“öğretecek ben sana Türkçe.”
“Ali was sagt diese kerl? (Ali ne diyor bu adam?)”
“Er sagt willkommen unsere tankstelle (istasyona hoş geldin) diyor” dedi klavuz tekniker gülümseyerek.
“na ja gut hoş bulduk kollega yani arkadaş.”
“hoş bulduk hoş bulduk hacım.”
Herr Klaus ve kılavuz tekniker hemen bilgisayarları açtılar, gaz ölçüm cihazlarını ayarladılar.
Bu sırada Sedo çayları yetiştirdi.
Çayları gören Herr Klaus kızarak:
“yok çay içmek iş önce, arbeit, çalışmak.”
Şapkasını çıkartan Sedo kel başında biriken terleri silerek:
“vay be bak elin Almanına önce iş diyor başka bir şey demiyor. Arbet de arbet diyor. Bizimkiler olsa tıka basa karınlarını doyurur, üstüne bir demlik çay içerler öyle başlarlar çalışmaya.
Çaylar elinde kalan Sedo çaresiz mutfağa giderken hala, vay be bak elin Almanına diye söyleniyordu.
Cihazlar yakıt tanklarına bağlandı, ölçümler yapıldı, Tankların korozyona uğrayıp uğramadığı değerlendirildi. Tüm bilgiler bilgisayara yüklenerek ayrıntılı değerlendirme için internet üzerinden Viyana Üniversitesine gönderildi.
“şimdi çay” dedi Herr Claus.
Sedo kaptı geldi çayları.
“hacım beni de götür Alamanya’ya.”
“ne yapacak sen orada?”
“çalışacak ben, her işi yaparım inşaatta çalışırım, temizlik yaparım, çim biçerim, badana boya yaparım”
“her iş yapmak insan, hiç iş anlamamak, yapmamak hem Deutschland gibt es viele türken, orada çok Türk var, kein arbeit, iş yok.”
“yok olur mu, çalışana iş çok sen götür beni hacı.”
“kein arbeit kollega, yani arkadaş ben gelmek çalışmak için Türkiye. Türkiye çok güzel ülke yine gelecek ben.”
Sohbet bu minvalde devam etti, Ne Herr Claus laf anlatabildi ne Sedo laf anladı. Aslında ne Sedo Almanya’ya gitmek istiyordu ne de Herr Claus onun Almanya’ya gideceğine ihtimal veriyordu. Ancak Herr Claus anladı ki burada herkesin bir yakını yurtdışında yaşıyor, buradaki insanların çoğu yurt dışında yaşamış gelmiş. Gurbet diyorlar adına ve gurbete çıkmak kutsal onlara göre, ekmek kazanmak, aile beslemek kutsal çünkü.
Herr Claus bir ay daha Anadolu’nun çeşitli şehirlerindeki akaryakıt istasyonlarında çalışacak ve aynel-yakin görecek ki; bu topraklar bereketli, insanı candan ve çalışkan. Havası kışın dahi insanın kemiklerini ısıtıyor. Böyle bir memleketi bırakıp gurbete çıkmak ahmaklık diye düşündü ancak Herr Claus sonradan anlayacaktı ki; Bu memleketin milli servetini, öz kaynaklarını bu memleketin halkları tüketmiyor. İdareciler hiçbir zaman bu milleti düşünmüyor. Politikalar hiçbir zaman bu millet lehine karar almıyorlar. Tarih boyunca bu milletten iki şey istenmiş: vergi ve asker. Hep istemişler hep almışlar ama asla vermemiş ve hiç doymamışlar.
Herr Claus Almanya’ya döndü. Almanya gettolarında dolaştı. Yabancı ve göçmenlerin garipliklerine, yalnızlıklarına, terk edilmişliklerine, fakirliklerine ve ezilmişliklerine şahit oldu. Bu göçmenler arasında çoğunluğu teşkil eden Türklerin orada Türkiye gibi cennet bir vatan dururken burada hâlâ neden yaşadıklarına hayretler etti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.