- 1205 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Yollar Kalbe Çıkarken!..
Değerli dostumun bir dizi dini deneme yazısıdır.Kendisini kutluyorum.Ve doslara sunmak istedim.
Yollar Kalbe Çıkarken!.. (1. Bölüm)
İnsan neye programlandı ise, onu işaret eden eğilimler daha çocukluktan itibaren kendini göstermeye başlıyor. İlgiler, hobiler, oyun tarzı ve ilk davranışlar dünya vadisinden ahiret ovasına koşarken üstleneceğimiz misyon ve vizyonun şifrelerini saklıyor.
Teknik konularda yoğunlaşanların sosyal ve edebiyat yönünden; edebiyat, sanat ve sosyalliğe yönelenlerin teknik bakıştan biraz uzak kaldığı hepimizin malumu. Her iki alanı da kendinde birleştirebilenler çok ender çıkıyor.
Matematik, fizik, formüller, her şeyin bir hesabı olduğu yönündeki açıklamalar küçüklüğümden beri beni hiç sarmadı. Uzayı, gizemi, araştırmayı sevdim ama iş formülasyona dökülünce biraz yaklaştığım alandan buz gibi soğudum. Hele bir de bu açıklamalar dini alanda yapılıyor ise; maneviyatı basitleştirmek (!), sırrı hafife almak (!) gibi geldi uzun süre.
Esmaların açılması, seyir ufkumuzun genişlemesi büyük ölçüde bize ters gelenlere de hoş görü ve yargısız yaklaşmakla mümkün. Sevmediğiniz, uzak durduğunuz, çekindiğiniz, beni açmaz dediğiniz oluşumlar varsa bilin ki; henüz farkına tam varamadığınız bir kısıtlanmışlık ve kilitlenmişlik içindesiniz.
Tasavvufa gönül vermek, bakış açısını açmayı niyete almaktır. Nasıl açılacak peki?.. Kabullenemediğiniz oluşumların, size ters gelenlerin bir bir önünüze çıkışıyla!.. Önceleri diyeceksiniz, “Ya Huuu nerede bir aksilik varsa beni buluyor, Allah aşkına bunları yaşamak zorunda mıyım? ”
Zaman içinde fark edeceksiniz ki; aksi, ters, zıt gördükleriniz hakikaten çok sevildiğiniz için önünüze geliyor. Sizi seviyorlar ki bir yerlerde (…), sıkıştığınız dar açıdan ferahlığa çıkmanız isteniyor…
Kendimi kısıtladığım alanlar üstüme üstüme geldikçe bu içsel sorgulamaları fazlaca yapar oldum.
Önce, Kuantum boyutunun Bâtın dediğimiz boyutun taa kendisi olduğu yönünde açıklamalar, sonra Kalp Nöronlarının gündeme düşmesi ve peşinden Einstein’in öne sürdüğü ama henüz teorem safhasında bulunan Paralel Evrenler!.. Gün be gün akan bilgiler bunlarla da ilgilenmem gerektiğini sürekli yüksek sesle haykırıyor sanki. Ne yapalım, eğileceğiz artık.
Madde ile mananın, içle dışın ayrı olmadığını dillendirip duruyorsak bunları da araştıracağız. Niçin?.. Önce bilgimiz, sonra gönlümüz, sonra kabulümüz ve hoş görümüz genişlesin diye. Hakkın muhtelif esmaları arasında fark görme şirkinden çıkalım diye…
Ama yorgunum. Zihnim yeniye alışmakta güçlük çekiyor. Fakat hiç olmazsa eskisi gibi değilim. Artık kabul ediyorum. Kabul etmişsem idraki ve hazmı da kolaylaşır inşaAllah.
KENDİME YOLCULUK
Henüz halk içinde Hakkı seyredecek durumda değilim. Kendi iç dünyama dönmek için biraz insanlardan uzak kalmaya ihtiyacım var.
Hafta sonu şöyle mûtenâ bir beldede sakin bir ortamda tek başıma iki gün geçirsem belki iyi olur. Dostlardan birinin şehre uzak da olsa dere ve denizin birleştiği bir köyde bağ evi olduğu hatırıma düşüyor. Henüz tatil dönemine girilmediği için boş. Durumu kendisine açtığımda hay
hay diyor:
Kamp çadırı, mangal, av malzemeleri de var! İstersen dereden orman içlerine yürü, bir yerde çadır kur, sessizliğin sesini dinleyerek değişik bir gece geçir. Nasıl istersen, işte anahtar.
Cumartesi sabah erkenden yola çıkıyorum. Yaklaşık yüz kilometre yolum var. Macera işte. Çoğunluk topluca piknik yapmayı, beraberce eğlenmeyi seçerken ben yalnızlığa koşuyorum.
Yalnızlık, belki de kendime doğru açılan kapının eşiği. Uzlet vakitlerinde kendimi buluyorum. Beden ve karakter örtüsü ile kafeslediğim gönül kuşu, yalnızlık vakitlerinde özgürlüğe kanatlanıyor. Kayıtlar, şartlanmışlıklar, kaygılar, yargılar düşüyor bir bir. Ayaklar yerden kesiliyor ve tüy kadar hafiflediğimi hissediyorum…
Beton istilasıyla boğazı sıkılan kentten uzaklaştıkça bol virajlı orman yolunda nefes almanın ne büyük saadet olduğunu hücrelerime kadar hissedip bir kez daha şükrediyorum. Ufukta Karadeniz sahilleri belirdiğinde sağlı sollu köy tabelaları çoğalıyor.
İlkbahar güneşi ortalığı yavaş yavaş ısıtmaya başlarken köye ulaşıyorum. Dere kıyısında, küçücük bahçesi olan ahşap bir ev burası. Satın alacak değilim, çok da genişlik gerekmiyor, bir oda bile yeter bana. Sadece kendimi dinleyecek, sadeliğin, doğallığın, samimiyetin henüz kaybolmadığı bir atmosferde, kendime doğru yolculuğa çıkacağım.
İçeri girip sağı solu kolaçan ettikten sonra küçük valizimi bir kenara fırlatarak kendimi yatağa bırakıyorum. Ne gürültü, ne yoğunluk, ne keşmekeş, ne kaos! Dünya varmış!.. Öğle ezanına daha çok var. Az kestirsem mi?..
BATAKLIK, VADİ VE ZOR GEÇİT
Tam derin bir uykuya dalmak üzere idim ki kapı vuruluyor. Hayrola!.. Buralarda beni kimse tanımaz, gelen kim ola ki?.. Hafif aralık bıraktığım pencereden başımı uzatıyorum. Yağız köy delikanlılarından biri. Elinde kapaklı bakır sahan. Belli ki henüz komşu hakkının unutulmadığı bu iklimde, misafiriz diye bir şeyler ikram edecek!
Kapıya çıkıyorum. Selamlaşıyoruz. İçeri buyur ediyorum. Aslında hiç kalsın istemiyorum, sahanı bırakıp gitse doğrusu işime gelir.
Hani öyleyizdir, bazen içimizden gelmediği halde hoş teklifler yaparız insanlara. Mesela gecenin bir yarısı bizi aracıyla eve bırakan arkadaşa, “Yukarı buyur, bir kahve içelim” demek gibi. Ne bunu diyen, nede muhatap olan, bunun samimi olmadığını bilir aslında. Gece yarısı eve mi çıkılır?.. Yine de nezaket gösteririz. Karşıdaki de nazikçe “Geç oldu, başka zamana, alacağımız olsun” der, gider. Samimiyetsizlik mi yoksa sevimli bir insani hal mi, karar vermiş değilim.
Bizimki içeri giriyor. Biraz şaşırsam da mademki buyur ettim tabii gelecek deyip hemen toparlanıyorum. Fazla kalmayacağını söylüyor. Köy şivesiyle konuşan bu gencin adı VELİ.
İsme bak!.. Biraz bu çevreyi, görülecek yerleri soruyorum Veli’ye. Bütün detayları ile anlattıktan sonra önerisini açıklıyor:
- Ağabey! Herkes ya sahile iner ya derede balık peşinde koşar. Bence sen zirveye doğru yürüyüş yap. En sağlıklısı bu!
İyi ama Veli, yakında dağ filan gözüktüğü yok. Ben de iki günlüğüne buraya geldim.
Biraz yorucu olmaz mı, diyorum.
Veli köyün epey ilerisindeki dağdan, oraya nasıl ulaşacağımdan, geçitlerden söz açıyor:
Buradan doğruca yürü abi. Dosdoğru gidecek sağa sola sapmayacaksın. Kararlı olacaksın. Yolun uzunluğu falan gözünü korkutmayacak. Epeyce gittikten sonra karşına geniş bir bataklık çıkacak!
Yok, artık eminim bana rahat yok. Şunun şurasında dinlenmeye geldik, tavsiyeye bakar mısınız?.. Biraz gerildim ama belli etmemeliyim. Nasılsa az sonra kalkar, gider. Hem bir sahan dolusu halis kaymak getirmiş, insanlık bilmiş, misafir demiş, ayıp olmasın. Ama biraz da ne istediğimi belli etmeliyim:
Veli kardeş, biz dinlenmeye geldik, sen sefere çık diyorsun!
Abi hayat bir sefer değil mi?.. Dünya dinlenecek yer değil, burası yolcunun mola yeri, sakın uyuklamayasın, otobüs kaçar sonra!..
Tamam, ben burada da buldum birini. Hep derim ya, bana normali çıkmadı. Köylü dediğim genç şimdi de tasavvuf dersi veriyor. Neyse dinleyelim bakalım:
Ben kesmeyeyim sözünü Veli, sen devam et.
Sağol abi… Nur olasın…
Sen de sağol.
Ayağa kalkıp pencereden görülen araziyi işaret ederek tarife başlıyor:
Ne diyordum abi?
Buradan dümdüz yürü, sağa sola sapma, epey bir gidince karşına geniş bir bataklık çıkacak!
Hayy ömrüne bereket. Tamam. Epey gideceksin. Pes etmek yok ama. Kupkuru, çöle benzeyen arazinin bitiminde karşına büyük bir bataklık çıkacak. Bizim buralarda o bataklığa EMMARE deyiveriyorlar. Sazlıkları, böğürtlenleri, kuş üzümleri çoktur oranın. Sakın aldanma. Çiçeğine, meyvesine aldananlar dibi boyladılar. Bir daha da çıkmaları mümkün olmadı.
Niye biri gelip çıkaramaz mı?
EMMARE bataklığında çırpınana yaklaşırsan muhtemelen seni de yanına çeker abi! Onun için pek kurtarmaya gelen olmaz…
Eeee sonra?
Bataklığın çiçeğine, meyvesine iltifat etme. Kıyıdan, dikkatle, taşların üzerinden üzerinden yürü… Bir süre sonra karşına bir vadi gelecek.
Bataklık, vadi, çiçekler, engebeli yollar… Sonu hayrolsun bakalım. Neye niyet neye kısmet!
Niyet hayır, akibet hayır abi. Niyetini hiç bozmayacaksın bu yolda.
Vadinin adı var mı?
Olmaz mı? Köylük yerler buralar. Hepimizin lakabı olduğu gibi arazimizin de adı hep vardır. LEVVAME vadisi orası. Orası biraz ürkütücüdür.
Ne gibi?..
Kâh su şırıltıları duyarsın, kâh kurt ulumaları. Kâh içinde ümitler belirir, kâh karamsarlığa düşersin. Hatta bırakıp eve dönesin de gelir.
Yok o kadar yol teptikten sonra dönmem Allah’ın izni ile.
“Aslan abim” diyor. “Aslan; Galatasaray” diye espriyi patlatıyorum. Yaşasın deyip zıplıyor Veli. Meğer Galatasaraylı imiş. Sonrasını anlatıyor kısa kısa.
Senin de vaktini almayayım abim. LEVVAME vadisinden sonra MÜLHİME geçidi gelecek önüne. Bu geçit çok sarptır, kayalıkları, uçurumları çoktur. İçinden gürül gürül ırmak akar. Ama onun da coşkusu pek fazla. Benim diyen adam içinde duramaz.
Nasıl yani?
Hani rafting falan deyiveriyorsunuz ya siz. Onu bilenler eğleniyor oralarda. Bir de alabalık almak isteyen usta avcılar. Ama girdapları çoktur.
Orayı geçmek zor mu?..
Zorluk yok abi. İçinde inanç ve istek olduktan sonra zor da neymiş?..
Kolay geçmek için ne yapmak lazım?..
Oraya geldiğinde biraz soluklan abi. Cennet gibi güzelliklerin buğusunu kokla, kuş cıvıltıları yükselen uzak bahçeleri seyret bir süre. Bazen Levvameden ulumalar da duyacaksın ama bülbül seslerine, su şırıltısına kendini verirsen duymaz olursun.
Bir süre susuyor Veli. Uzun uzun ufka dalıyor. Sanki kolay yolu söyleyecek de kabul etmeyecekmişim gibi bir kaygı sezinliyorum güneş yanığı simasında. Havayı dağıtmak için soruyorum:
İyi de Veli Mülhime geçidinden sonra zirveye veya sahili selamete daha çok var mı?
Sen ne diyorsun abi, yolun yarısı bile değil Mülhime.
Nasıl geçileceğini demedin.
Ha deyiverem abim. Demin nehir kıyısında balık tutanlar göreceksin dedim ya,
Evet dedin.
Onların içinde çok olgun gördüklerinden birine yanaş ve “Beni ustaya götür” de! Biraz naz ederler. Samimiyetini, niyetini, gayretini okumak için yok filan derlerse de ısrar et. Onlar yukarıdaki ustaların adamları. Seni onlardan birine götürürlerse yaşadın!
Veli yukarısı dediğin yer nere? Yukarıdakiler de kim?..
Yukarısı MUTMAİNNE yaylası abi. Çok geniş bir düzlük orası. Bataklığı aşan, vadileri geçen, geçitlerde pes etmeyenlerin otağı. Gerçek huzura erenlerin yazlık köşkleri var orada.
Yazlık dedin, esas ikametgahları ora değil mi?.
Değil abi. Onlardan kimi zirvenin RADİYE tarafında, kimi MARDIYYE semtinde, kimi sislerden bizim göremediğimiz SAFİYE tepesinde oturur. Asıl ikamet yerleri Mutmainne değil yani. Bahar aylarında oralara gelirler.
Niye geliyorlar?
Kurban olduğumun abisi, onlara soru sorulmaz ki? Sorulmaz ama ben gördüğümü deyiverem gene sana!
Evet, lütfen!
Mülhime geçidine kadar kimler gelmiş, yukarıya doğru kimleri çekebilirler, bunu tespit için gelirler. Balık tutmaya yolladıkları adamları nadiren birkaç kişiyi taşır onlara.
Oralar dağ başı ise onlar için tehlike, korku filan yok mu?
Ne diyon sen abi? Tehlike, korku, hüzün yok onlara. Daimi huzur diyorum daimi huzur. Hep huzurda onlar, korku, hüzün niye olsun?
İyi de onların adamları bizi yukarı çıkarırlar mı? Bunca zorlu çabayla gelinen yere herkesi almazlar herhalde?
Veli biraz manalı biraz da alaycı edada gülümsüyor:
- Herkesin kaç kişi abi?.. Ne herkesi? Sen kendine varmak istemiyor muydun? Sen sanal kalabalıklardan gerçek Teke erişmek niyetinde değil miydin?.. Herkesin olamaz senin. Bataklığı göl sanıp aldanmaz, vadide oyalanmaz da geçide gelir, balıkçıyı da görürsen, nasibin var demektir…
…
… …
… … …
Veli; derin bir genç. Ne amaçla yola çıktım, önüme ne geldi?.. Allah’ın işine akıl mı erer?.. Daha öteyi, MUTMAİNNE yaylasından yukarı zirvelerin halini sormak istiyorum. Kesiyor:
Mülhime geçidinde debelenen, kâh Levvameye kâh Emmareye düşen bizler için daha yukarıyı konuşmak havanda su dövmekten farksız. Balıkçı seni alıp köşklerden birine götürürse şükret.
Kim var köşkte?..
Onu gidince görürsün. Daha zirveleri de, olacakları da, sana oradaki zat anlatır. Haydi bana müsaade abi..
Avlu kapısından seri adımlarla çıkarken ardından sesleniyorum:
Veliiiiiii, dinlenip sabah erken yola çıksam olur mu?
Bana kalırsa şimdi çık abi! Günler de uzadı. Zor geçide akşam ezanından önce ulaşırsın inşallah…
Bedenim ve duygularım isyanlarda. Şehrin yoğunluğundan kaç, dinlenmek için onca yol gel, karşına yeni bir yolculuk çıksın. Olacak şey değil. Ama direniyorum. İşte bu anlarda içimdeki üç sesin bitmeyen kavgası yeniden alevleniyor:
Nefsim: “Yat aşağı, köylü gencin aklıyla mı hareket edeceksin, okumuş adamsın, bakma sen onlara” diyor.
Aklım: “Belki yeni göreceğin değişik şeyler olabilir, yorgunluk gibi görünenler zihin açıcı, gönül genişletici neden olmasın? Bir dene istersen, ama istersen dinlen, sen bilirsin!” diye söze giriyor.
Derinlerden, fısıltı ile seslenen, nefis ve aklın gürültüsü arasında sesini duyurmaya çalışan Vicdanıma kulak veriyorum:
Vardır bir hikmeti! Durma, çık yola!
Kamp çadırı, uyku tulumu, biraz azık alarak evden çıkıyorum.
Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler!…
1. BÖLÜMÜN SONU
Yollar Kalbe Çıkarken!.. (2. Bölüm)
Veli’nin önerisine uyarak gerekli malzemeleri sırtlanıp yola koyuluyorum. Sahilin aksi istikametinde ilerlerken nefsim:
- Yol yakınken dön. Aklını başına al, diye durmaksızın söyleniyor.
Köyün yaslandığı sıradağ torunu tepelere tırmanıyorum. Sahilde güneşlenenleri, denizde kulaç atanları gördükçe nefsimin söylemine hak verecek gibi oluyorum. Kendimi yenik hissediyorum bu saatlerde. Vicdanım gene bırakmıyor sağ olsun:
- Dinleme sen onu, yürü. Yolunca devam et…
Kalabalıkların tersine yürüyorum. Tasavvuf da büyük ölçüde bu demek zaten. Normal olana, kalıplara, alışkanlıklara, alışılmış değerlere(!) baş kaldırarak yürümek!…
Kolay mı?..
Yalnızlığı, kınanmayı, garip görülmeyi, çoğunluğun tuhaf bakışlarını göze almışsan kolay. Ama bizim şoför İsmail amcanın tabiri ile “Hem şoför mahalli, hem cam kenarı olsun”, “Ne şiş yansın, ne kebap” türünden iki tarafı da idare eden münafıkça, fâsıkça yaklaşımlarla yürüme niyetindeysen işte zorluk o zaman başlıyor. Çünkü şirki affetmiyor bu yol.
Tatil yapacaksan deniz orada. Balık tutacaksan dere yanı başında. Ama kendine doğru yolculuğa çıkacaksan, bunları da birlikte yürüteyim diyorsan şirkin azabı alev alev sarar her yanını. Feryad ü figanın dağları inletse de kimse duyamaz, kimse söndüremez. Çünkü sen kendi ateşini kendin körükledin!
Bunları düşüne düşüne ilerliyorum. Tepelerin ardına geçtim. Köy görünmüyor artık. Evler gözden kaybolunca nefsim de sustu. Deniz yada dere diye vıdı vıdı edemiyor, baskın çıkamıyor. İnsan mesken tuttuğu, sıkı sıkıya bağlı olduğu şeylerden uzaklaşma cesareti gösterdikçe nefsinin yavaş yavaş alt olduğunu hissediyor. Bunu hissettikten sonra aklın ve vicdanın sesini dinlemek daha da kolaylaşıyor.
Tepeden sonra alabildiğine uzun bir düzlük çıktı önüme. Bozkır buralar. Yeşil ve mavi gerilerde kaldı. Güneş tepeme vurdukça omzumdaki yükün ağırlığı kat kat artıyor. Çadır, uyku tulumu, konserve, meyve, biraz ekmek ve matara. Askerde tatbikatlara çıkarken yüklenirdik bunları. 25 kiloyu bulan, yol uzadıkça ağırlığı her yanımızı ağrıtan teçhizatlar.
GÖL MÜ, BATAKLIK MI?
İki saati aşkın yürüdükten sonra etrafı sazlıklarla çevrili, yaban ördeklerinin dalıp çıktığı, kurbağaların kuşlara vokal yaptığı yere geliyorum. Burası bir göl… Arazi çorak, kupkuru. Ağaç tek tük. Kıyısına yaklaştığımda, ön taraflar bataklık olsa da daha ileride hoş manzaralar görüyorum. Biraz soluklanayım. Velinin sözleri yankılanıyor kulaklarımda:
- Emmare Bataklığına aldanma, meyvesinden tatma, çabuk geç, durma.
İnsafsız Veli!… Amma da abarttın yaaa! Her gölün kıyısı biraz bataklık olur. Ne var bunda?
Yok, biraz oturmalıyım. Nefeslenmeliyim. Bulduğum ufak bir düzlüğe oturuyorum. Yükümü kenara bıraktım. Ayaklarım toprak yüzü görsün. Askerde her cuma yürütürlerdi çıplak ayakla. Toprak, biriken elektriğimizi alırmış. Böylece stres ve yorgunluk gidermiş. Biraz öyle yapıyorum. Bu arada göle hâkim noktadan ileride neler olup bittiğini seyredebiliyorum.
Kıyıda küçük rıhtımlar var. Süslü saltanat kayıkları gidip geliyor. Çığırtkan kadınlar ve erkekler sesleniyor:
- Eğlencenin âlâsı bizdeeeee. Hem de bedavaaaaa. Kalkıyooooor haydi kalkıyoooor.
İleride göl ortasında tahta kazıklar üzerine oturtulmuş ahşap mekânlardan kulakları patlatan bir gürültü yükseliyor. Şarkıcıların sesleri, elektro enstrümanların tiz tınıları, eğlenenlerin şuh kahkahaları doğrusu nefsi cezbedecek türden.
Kıyıda çiçek satan kadınlar, uğur dağıtıyorlar Emmare gölüne bilet alanlara. İyi giyimli teşrifatçı beyler başka bir şeye davet ediyorlar. Anladıııımmmm… Kumar buuuu… Bol para bol şans….
Biraz aşağıya doğru insem, azıcık takılsam kıyamet mi kopar?..Nefsim ellerini oğuşturuyor sevinçten:
- Durma, durma, haydi kalk gidelim…
Vicdanım yakamdan kavrıyor:
- Otur, bir yere gitmiyorsun!
Niçin ama, diyorum vicdanıma. Vicdanım bu defa çok felsefi konuşuyor:
- Gördüğün; olanın hakikati mi acaba?…
Hoppalaaaa!..
- Niçin hakikati olmasın, basbayağı görüyorum işte. Vicdan, inan çok haksızlık ediyorsun!
Vicdan gözüme doğru elerini uzatıyor:
- Perdeyi kısa süreli açıyorum. Bir de benim gözümle bak şimdi.
Vicdanın elleri gözlerimin önünden şefkatli bir anne sıvazlaması ile geçtikten sonra gördüklerim karşısında irkiliyor, hissettiklerimden ürküyorum.
Masmavi göl dediğim yer kapkara bir bataklık şimdi. Kahkaha atanlar, eğlenenler, günü gün edenler korkunç bir ıstırapla inliyorlar… Feryatlarına can dayanmaz. Kıyıdaki çiçekçi kadınlar birer cadıya dönüştü. Göle inip çıkanlar ördek değil, leş kargaları, akbabalar ve pislikten beslenen alıcı kuşlar…Ve iğrenç bir koku yayılıyor her yana. Yüz tane şehrin kanalizasyonu bir yere aksa ancak bu kadar pis kokar.
Kaçmalıyım. Bir an evvel uzaklaşmalıyım buradan.
Toparlanırken vicdan tekrar perde çekiyor. Geriye bakmıyorum artık. Kıyıdan, Velinin dediği gibi taşlara basa basa yürüyorum. Ya ayağım kayarsa?!.. Korkma diyor içimdeki Hakkın sesi. Korkma, Hakka tabi olmuşsan görünmeyen kuvveler tutar elini.
Biraz dinlenmiş olmaktan güç alarak yürüyorum. Taşlara basa basa ilerlerken göl yüzeyini kaplayan nilüferler, içimde acaba geri dönsem mi dedirtirken, arada bir başını çıkaran timsahlar, ileriye dönük azmimi tetikliyor.
Düşme, kayma korkularının tedirginliği, ileride erişeceklerimin iştiyakıyla bataklıktan çıkıyorum. Ardımdan seslenmeye devam ediyorlar. Eğlenceye çağırıyorlar. Ama dönmeyeceğim. Bir kez durup başımı çevirirsem, ne olacağı konusunda kendime güvenemiyorum.
Babayiğitlik kaldırmaz bu bataklık, bir kere içine çekildin mi, yiğitlik, delikanlılık da sökmez orada.
PİŞMANLIK VADİSİ
Bataklık görünmez oldu. Midemi kaldıran pis kokusu hala geliyor azar azar ama ileride Levvame Vadisi göründü. İkindi molasını orada vermeliyim. Vadinin girişinde bir çeşme başında soluklanıyorum. Soğuk pınarın suyuyla abdest, önce bedenime, sonra ruhuma can katıyor. Gecikmiş bir öğlen, az sonra da vakti girince ikindi eda edeceğim. Öğleyi çabuk kılıyorum vakit epeyce dar…
Namazdan sonra çeşmenin hemen yanı başındaki salkım söğüdün altına bohçamı açıyorum. Konserveler ve meyveleri dizdim itina ile. Uzakta, sırtında yün kepeneği, elinde kavalı ile bir çoban görünüyor. Gelse, biraz süt verse fena olmaz hani. Ama nasıl derim?..
Nevalemi atıştırırken esen serin rüzgâra açıyorum bağrımı. İnsanın ateşini alıyor ağaç dallarına ıslık çaldıran rüzgâr. O da ne?.. Çoban elinde bir bakraçla bu yana geliyor.
Toparlanıp ayağa kalkıyorum:
- Hoş gelmişsen beyim, diyerek selam veriyor.
Samimiyet, doğallık, riyasız, iddiasız yaşam demek çobanlık! Bütün peygamberler çobanlık yapmışlar. Özel bir muhabbet beslediğim Üveys El Karani (ks) de çoban.
Nereden gelip nereye gittiğimi soruyor. “Kendime yolculuğum” diyorum. Zor olanı seçtiğimi söyledikten sonra;
- Bu yolun has gıdası süttür. Sana süt getirdim. İç biraz. Biraz da kabına al. Gücün tükendiğinde, ümidin bittiğinde, artık olmaz, dediğinde bundan içeceksin.
Hayret! Alt tarafı süt işte… Ne özelliği var ki?..
- Başka sütlerle karıştırma. Bu muhabbet sütü… Çobanlık yapan velilerden, insanlığı kurttan korurcasına şeytan ve ordusundan koruyan nebi ve rasullerden süzülerek akar kalp tasına… Nasibi olan içer Muhabbet Sütünü…
Bir kâse alıyorum. Tadı bambaşka. Doyulacak gibi değil muhabbete. Bir kâse daha, bir kâse daha, bir kâse daha derken çoban kolumu tutuyor:
- Yeter! Çok içenler sarhoş olup kendinden geçti. Görecekleri nice güzellikler varken sütün güzelliğinde yitirdiler kendilerini. Yolun uzun, dozunda bırak, ölçülü iç.
- İyi ama muhabbette de ölçüyü tutturmak zor be birader. İnsanın içtikçe içesi geliyor. Nasıl yapsak?
Çoban havayı değiştirmek için kavalını hazırlarken mırıltı halinde söylüyor:
- Aklın var ya, ne güne duruyor? Duygun kabardığında aklınla dengeleyeceksin kendini…
Kavalın ağız kısmını temizledikten sonra üfürüyor. Deliklerden taşan nameleri hatırlıyor, alçak sesle eşlik ediyorum:
Benim efendim !
Ben sana bendim !
Bir üfledin de
Yıkıldı bend’im.
Ben ki, denizdim,
Dağ başı bendim.
Şimdi sen oldun,
Âleme pendim.
Benim efendim !
Benim efendim,
Feza levendim !
Ölmemek neymiş;
Senden öğrendim.
Kayboldum sende,
Sende tükendim!
Sordum aynaya:
Hani ya kendim?
Benim efendim !
Benim efendim!
Emri yüklendim!
Dağlandım kalbden
Ve mühürlendim.
Askerin oldum,
Başta tülbendim;
Okum sadakta,
Elde kemendim.
Benim efendim. (*)
…
Muhabbet dendi mi Efendimiz, Efendimiz dendi mi muhabbet taşıyor yüreklerden. Emmare bataklığına bir an kayan gözlerime yazıklar olsun!.. O kadar pişmanım ki!… Kendimi o derece kınıyorum ki, dünyanın en yaramaz, en berbat adamı benim diye dövünesim geliyor. Daha hızlı gelebilirdim buralara, oyalanmayabilirdim, geç kaldım işte, geç kaldım geçççç!… Hem de çok geççç!…
İçim ha bire coşarken çoban usulca toparlanıyor. “Nereye, henüz erken” desem de;
- Vakit ikindi… Koyunların uyku vakti. Benim de zikir saatim. Onlar uyuyacak ben zikredeceğim, diyerek uzaklaşıyor. Birkaç adım gittikten sonra;
- Nefsine prim vermemek için kendini hakir görmek iyi ama, kınamada yine de çok aşırı gitme. Levvame vadisinde bunlar çok normal. Ama unutma daha çok yolun var!
İkindiyi eda edip kalkıyorum.
ZOR GEÇİT
Levvame vadisini geçerken bazen Emmareye ait sazlıklar, gölcükler, bazen ötelere ait şirin bahçeler görüyorum. Bahçelerde açan çiçekleri, tepeleri tutan yasemin ve gelincikleri seyrederken, Güle hasretim artıyor. Batak yerlerde pişmanlığım, hüznüm kabarıyor. Kâh ümit meltemi ile ferahlıyor, kâh kınama lodosu ile yanıyorum.
Bentler, dereler, çukurlar derken tekrar açık araziye çıkıyor yolum. Güneş yavaş yavaş guruba yönelirken, yüce dağların gölgesi düşüyor üstüme. Onların gölgesinde yürümek, yolu kolaylaştırıyor.
Yolum birden eğime dönüştü. İnişe doğru yürümek, çıkmak kadar zor şimdilerde. Onca yükle düşmemek, savrulmamak özel bir gayret istiyor. Dağlar epeyce yukarıda kaldı. İne ine en aşağı vardım.
Burası yeni bir vadi. Vadiden çok dar bir boğaz, zor bir geçit besbelli. Dönmek yok, ayaklarıma kan otursa da, dizlerimin bağı çözülse de güneş batmadan balıkçıya ulaşmalıyım.
Sarp kayalıklar üstüme yıkılıverecekmiş gibi iki yanımı sarmış vaziyette. Yanımda akan nehir öylesine çağlıyor ki, sanki içine alıp sürükleyiverecekmiş gibi… Nehir kıyısınca ilerliyorum. Ben güç bela yürürken iki de bir botla geçen raftingcilerin el sallaması yok mu, moralimi alt üst ediyor. İşi öğrenmişler, havasını da atacaklar tabii… Değil bota binmek, bu nehre ayaklarını sokup biraz yüzmek bile korkunç geliyor. Canımı yolda bulmadım, nemelazım yürümeme bakayım ben…
Keskin dönüşlerde suya giriyorum. Ayakta durmak zor olsa da mecburum buna. Bazı yerlerde de ufak köprüler var. Bir o yana bir bu yana geçerek ilerliyorum zor geçitte. Dönüşler azalıp kayalıklar biterken nehir hafif yaygınlaşıyor, ufak bir düzlüğe çıkıyor yolum.
Balıkçıları karaltı halinde görebiliyorum buradan… Gücüm tükendi, o biçim yoruldum ama son bir gayret… O da ne? Balıkçılar uzaklaşıyorlar. Eyvah!… Ya yetişemezsem… Son kalan iki üç kişiye haykırıyorum:
- Heeeeyyyy! Az bekleyin nolur! Heeeeeyyy!…
İçlerinden biri başını çeviriyor. Şükür. Hadi biraz daha hızlanmalıyım. Az kaldı, yetiştim inşallah, az kaldı…
Orta yaşlı balıkçının yanına geldiğimde nefesim kontrol edilecek gibi değil. Oracığa yığılıyorum. Balıkçı yaklaşıyor:
- Soluklan, bu acele niye, dinlen bakalım, dedikten sonra nehre daldırdığı kovayı suyla doldurup suratıma boca ediyor…
Ohhh. Bu pek iyi geldi doğrusu… “Hayy ömrüne bereket amca” diyecek oluyorum:
- Amca, dayı, abi kayıtları bitti burada. Bu diyarın sakinleri birbirine sadece isimleriyle hitap ederler. Çünkü yaş ve tecrübe değil, kalp ve takva geçer akçe burada. Kalpten bakanlar için de üstünlük unvanlara bağlı değil…
Belli, ilk sözlerden belli ki artık çok farklı bir diyardayım. Balıkçı devam ediyor:
- Adım HASBİ… Tanışalım…
Adı gibi hasbi adam, mert, açık, samimi. Örtüsü yok, iddiası yok, unvanı yok. Hasbi işte…
Tanışıyoruz. Diğer balıkçılar yolu çoktan aşmışlar. Ama bir şeye şaşıyorum; çağlayarak akan deli nehir ileride dağların altına giriyor. Sanki mağaranın, tünelin içinden akıyor. Raftingciler korkusuzca dalıyorlar içeri. Ben girsem kafa göz kalmaz alimallah. Balıkçılar da sarp kayalardan tırmanarak çıktılar ileri yaylaya. Gördüm, çok da kolay çıktılar. Düz yolda yürür gibi. Tuhaf…
AĞIRLIKLARLA GİDİLMEZ
Hasbi, ben dinlenirken oltayı, misinayı, yemleri toparlayıp çantasına koyuyor. Biraz sonra da sanki hiç yokmuşum gibi dönüp gidiyor. Allah Allahhh… Ya ne iş bu?.. Koşup ardından yetişiyorum. Ne diyecektim?.. Veli ne demişti?.. Hah hatırladım, “Beni ustaya götür” diyecektim.
Hasbinin eline yapışıyorum, “Kurbanın olam, beni ustaya götür.” Oralı bile değil. Yürüyor adam. Bir daha deniyorum:
- Nolur beni ustaya götür.
Haşin bakışlarla başını çevirerek:
- Usta, rehber, hoca arıyorsan öndeki arkadaşlara takılacaktın. Ustam yok benim.
Hasbunallaaahhh!… Burada balık tutanların hepsi biri adına çalışır demişti Veli. Şifre de ustaya götür demekti. Ne desem acaba?.. Durmadan yürüyor adam. Kaylıklara da geldik. Kendi tırmanır beni burada bırakırsa naparım?..
- Hasbi! Yanlış konuştuysam bağışla, ustadan derdim elimden tutacak ehil zat. Bu geçitleri aşıracak zat. Onu demek istedim.
Susuyor ama elini de uzattı sağ olsun. Kayalıklara çıkıyoruz birlikte.
- Sakın aşağı bakma, elimi de bırakma, diyor.
Öylesine sarp, öylesine ince ve sivri kayalardan aşıyoruz ki elim bir kurtulsa parçam kalmaz herhalde… Yukarı çıkıyoruz… Çantasını bir kenara koyuyor. Nehre tepeden bakıyoruz buradan. Çıktığımız kayalıkların üstü uçurum. Uç kısma yaklaşıp nehri seyretmeye korkuyorum. Zaten yükseklik korkum var, bırak başıma iş almayayım.
Hasbi suskunluğunu bozup pazarlık yaparcasına söze giriyor:
- Bak, benim ustam, rehberim, hocam yok. Sadece gönlümü seve seve verdiğim Dostum var! Dostum da bu tarz köle- efendi ilişkisi çağrıştıran kavramları hiç sevmez! Dosta gidelim diyorsan, buranın şartlarını kaldırabileceksen gideriz. Aha, evi şu yukarı düzlükte.
Akşam alacası dağlara çökerken ışığı yanan evlere bakıyorum. Dağ köşkleri bunlar. Dağ eteğine yapılmış ahşap küçük evler.
- Bu köşklerde mi Dost?
- Ne köşkü?.. Köşk, saray, villa gibi dünyalık riya kokan evler bize göre değil. Kulübe o köşk dediklerin. Dostum da işte şu ufak olanda dinlenir bahar aylarında.
Ayaküstü, gideceğim yeri, ulaşacağım zatı, yaşamını, halini öğrenmek istiyorum.
- Galiba sen onun hizmetindesin değil mi?..
- Bak, hizmetlilik, uşaklık gibi kavramlar da yok lisanımızda. Ben onun gönüllüsüyüm. Ücretim hakka ait. Yanında olmak yetiyor, hem ücret de ne ki?..
Yok, anlaşılan ben bu defa çok çok farklı bir yerdeyim. Alışık olduğum hiçbir hale uymuyor bu defa karşıma çıkanlar. Hayırlısı bakalım.
- Eee ne duruyoruz, gitmeyecek miyiz Dosta?
Soruma karşılık acaip isteklerle karşılık veriyor:
- Saatini çıkar!… Cep telefonunu da!… Sırtındaki o yükü de indir, hepsini ver bana!…
Garip… Saatimi, telefonumu ne yapacaksa!..
- Cüzdanını da ver!
- Biraz para ve kartlar var onları boşaltayım mı?
- Hayır, öylece ver!
Cüzdanı da verdim… Hepsini alıyor ve uçuruma doğru yürüyor. Haydi yallah, fırlatıyor hepsini nehre!.. Sırt çantamın suya düşüşü şıraaak diye yankılanıyor kayalıklarda…
…
Bittim ben. Her şey gitti. Dönüşe çırılçıplak kaldım… Uçurumdan dönen Hasbi gözlerimin içine bakarak;
Sırtında ağırlıklarla gidilmez Dosta!.. Bağlardan soyunmayı göze alamayan çıkamaz bu yaylaya!..
Ya Hu mübarek, iyi de saatimden ne istersin?
Saatin değil mi seni AN sınırsızlığından vakit kaydına hapseden?.. Cep telefonun değil mi hep geridekileri düşündürüp ayak bağlarını canlı tutan?.. Azığın, yükün, erzakın değil mi seni beden kaydına sokan?.. Cüzdanın değil mi Razzzakı unutturup maişet girdabında bocalattıran?..
Diyecek söz yok tabii… Ne diyebilirim ki?.. Çıkmışız bir kere yola. Soysalar da vursalar da teslimiz…
OLTAYA GELEN PİŞECEK
Yaylaya çıkıyoruz. Ahşap kulübeye yaklaştıkça heyecanım artıyor. Hasbi balıklardan söz açıyor.
- Bazı balıklar çok çırpınır oltaya gelirken. Hep kaçmak isterler… Ama bir kere kanca saplandı mı kurtulmalarına imkân yoktur.
- Çok acımasızsın Hasbi!
- Çoğu balık bunu acımasızlık sanır. Aslında bilse, oltaya gelmekle beden kaydından kurtulacak, bilse karnı deşilip içinin pisliğinden arınacak, bilse iyice pişip yanarak cana şifa, ruha safa olarak yeniden canlanacak, hiç çırpınmazlardı… Ama nereden bilecekler ki!..
Mesaj kime, gayet iyi anlıyorum. Oltaya gelen benim burada. Oltayı atan da aslında Hasbi görüntüsü altında onu görevlendiren Dost!.. Kanca atıldı, çırpınsak da dediği süreçleri yaşayacağız aşama aşama. Bundan sonrasında kaçış yok artık.
…
Kulübeye giriyoruz. Sağda ufak bir odaya alıyor. Özlemişim ahşap dağ evlerini. Abant yaylalarında gördüklerime benziyor. Etrafı incelerken tekrar geliyor:
Ben balıkları kızartırken, duşunu al. Şu dolap kapağı gibi görünen yerin ardı banyo.
Kolu çeviriyorum, içerisi modern bir banyoya açılıyor. Her şey enfes düşünülmüş.
…
Çıktığımda elbiselerimi göremiyorum. Bir süre sonra elinde gayet temiz, ütülü, yeni elbiselerle geliyor:
- Bunları giyeceksin!
- Ötekiler?
- Balık kızartıyorum onlarla… Ocağın altına sürdüm… Bir güzel yanıyor ki sorma. Gel bak istersen!
- Yok, istemem kalsın!…
Sırt çantası, saat, telefon derken elbiselerim bana kalsa şaşardım zaten…Elbiseler de gitti.
Yenileri hiç alışık olduğum tarz değil. Hatta giyenleri senelerce kınadığım türden. Napalım, başka çare yok giyineceğiz. Hasbi’ye takılacağım, hep o mu üstüme gelecek?
- Hasbi! Traş makinen varsa saç traşı da yapsaydık, oldu olacak tam olsun bari!
Yok yok o kadar değil diye güle güle katılarak mutfağa dönüyor…
…
Akşam namazını kılıyorum. Biraz tesbih ve zikir derken :
Gel bakalım Dosta çıkıyoruz, diyerek kapıdan el ediyor.
Kimi göreceğim, bu defa karşıma kim çıkacak, düşünceleri zihnimde boğuşurken soruyorum:
-Huzura çıkarken nasıl davranayım Hasbi? Münasibi ne?
- İlahi sen!.. Huzura çıkarken ha? El pençe divan dur, etek öp, yerlere yat!..
Dalgasını geçiyor Hasbi:
- He an Allah’ın huzurundasın, hiç kaygın olmuyor da kulun huzuruna çıkışta bu tören şartlanmışlığı, bu yanlış edep ritüelleri niye?..
- Edep niye yanlış olsun ki?..
- Edep birine el pençe divan durmak değil. Ben çok konuşmayayım Dost anlatır sana..
Merdivenleri çıkarken nefesim sıkışıyor. Üst kattaki salonun giriş kapısında, biraz duralım diyorum Hasbi’ye… Aşağıda sorduğum soruyu daha ciddi yanıtlıyor:
- Onun huzurunda sadece kendin ol… Kendin gibi ol! Ne rol takın, ne havaya bürün. Sadece kendin gibi, anladın?..
Tamam…
Ama heyecanım yatışmadı. Biraz daha zaman kazanmak için soruyorum:
- N’olur ipucu ver, kime geldim ben?…
- Kalbe geldin!… Yolun kalbe çıktı… Kendine gelmek için kalbe geldin!..
Kapı açılıyor… Salonun en ucunda, koltuğunda kitabına eğilmiş bir zat görüyorum yan profilden.. Başını çevirdiğinde hayretten kalbim titriyor. Bu Ooooooooo!..
Bu diyarın kokusunu eserlerinde duyduğum, başka alemleri bugüne taşıyan; iddiasız, riyasız, kalabalıklardan uzak zatın ta kendisi.
- Hoş geldin! Biraz geç olmadı mı?..
Şeyyy.. Evet en başta da biliyordum, en başta da kalbimdeydiniz ama nedense kaçtım biraz. Kalbimdekini kabullenmem zaman aldı. Bağışlayın..
İçimde biriken kaygıları, tortulaşan telaşları alıveren gülümsemesi ile ruhumu kucaklıyor, kalbimi sarmalıyor. El sıkışıyoruz. Yer gösterirken devam ediyor:
2. BÖLÜMÜN SONU
Yollar Kalbe Çıkarken!.. (3. Bölüm)
- Geçen zamanın telafisi yok, biliyorsun değil mi?..
- Evet.Az daha konuşsa bayılabilirim mahcubiyetten. Anlıyor, konuyu iyimser ümitlere çekiyor:
- Napalım, fıtratına uyan vakit şimdi imiş. Sonra konuyu o güne kadar yaşadıklarımdan doğru açıyor:
- Çok gezdin değil mi? Bize gelmemek, kalbine dönmemek için dışarıda dolaşmadığın yer kalmadı!.. Şehir şehir gezdin. Noldu?..
- Her gittiğim yerden bir şeyler aldım, bir şeyler seyrettim ama içimdeki susamışlığı hiçbiri kesmedi. Bir türlü tatmin olmadım.
- Kendine sırt çeviren başkası ile nasıl tatmin olur? Özünde göremeyen; gayrıda nasıl bulur? Kalbinin tersine yürüyen hedefe nasıl varır? Olacak şey mi?..
Ne dese haklı. Sadece susacak, anlamak için dinleyeceğim…Karşılıklı koltuklarda otururken simasını seyrediyorum. Bakışlar çok derin ve oldukça nüfuz edici. İçime işliyor. Bir yandan da engin bir eminlik ve huzur duyuyorum. Korku ve çekince yansıtmıyor insana. Mahcubiyetim, heyecanım geçti. Beni biraz daha rahatlatmak için olsa gerek, masaya yemek tabaklarını dizen Hasbi’ye sesleniyor:
- Yemeğe kadar biraz müzik fena olmaz Hasbi! Yeni getirdiğin cd yi tak bakalım.
Hasbi, müzik setine cd takıyor. Yunus Emre’nin deyişinden alınan anonim besteden dosta nameler yansıyor. Gözlerim gözlerinde, kulağım müzikte. Yeni girdiğim dünyanın karşılama bestesi sanki bu. Can kulağı ile dinliyorum.
Bir kararda durmayalım
Gel gidelim dosta gönül
Hasretinden yanmayalım
Gel gidelim dosta gönül Kılavuz ol gönül bana
Gel gidelim yârdan yana
Canım kurbandır canana
Gel gidelim dosta gönül
Kara haberin almadan
Can bedenden ayrılmadan
Azrail bizi bulmadan
Gel gidelim dosta gönül Gerçek murada varalım
Yârin hatırın soralım
Yunus Emre’yi alalım
Gel gidelim dosta gönül (*)
DIŞARISI DEDİĞİN KALBİN DEĞİL Mİ?..
Hasbi, zengin bir menü dizdi sofraya. Dostun ikramını tatmak üzere masaya geçiyoruz. Yemek olarak önüme gelenlerin neredeyse tamamı sevdiğim nimetler. Çorba olarak tarhana,
ana yemek alabalık, ara soğuklar zeytinyağlı dolma, patlıcanlı ezme. Tatlı olarak kenarda
duran tepside ekmek kadayıfı. Ancak bu kadar olur. Müzik yine anlamlı halk deyişleri ile devam ederken Dostu dinliyorum:
- İnsan çoğu kere kalbinden geçeni önünde bulunca hayret eder. Aslında hayret edecek bir şey yok. Hayat; niyetlerimizin, hayallerimizin, arzularımızın, ihtiraslarımızın önümüze gelmesidir büyük ölçüde. Bunlarda ne kadar zengin ve geniş açılı olursak, zuhur eden de o kadar kolaylaşır, o kadar anlam kazanır ve bir o kadar da güzelleşir.
- Yani aslında dışarısı dediklerimiz; kalbimizdekinin zuhuru mu?
- Öyle de denebilir.
Hasbi balıklardan söz açıyor:
- Her balık bu sofraya gelmez. Dosta getireceklerimi özenle seçerim.
- Yunus’un bu dergâha eğri odun bile giremez demesi gibi, diyorum…
Dost keyifleniyor. Ama ikazını da yapmadan geçmiyor:
- Eski anlatımlarla epey meşgul oldun. Oradan alacağını aldın. Gününüze gel artık. Şimdi yenilenme, yeniye açılma vakti.
…
Çorba, balık, ara soğuklar derken mide yükünü tuttu. Tatlı gelirken yeniye bakışı konuşuyoruz.
- Yenilenme deyince senin gibi eski tarz yetişenler tedirgin oluyorlar.
- Evet,
- Sanki biz eskiyi tamamen silmişiz, sanki bilinen her şeye sırt çevirmişiz sanıyorlar.
- Bana da bir süre öyle geldi.
- Farkındayım. Yenilenme derken, şunu iyi ayırt etmek lazım. VE LEN TECİDE LİSÜNNETİLLAHİ TEBDİYLA ayeti; “Sünnetullahta hiçbir değişiklik olmayacağı”nı işaret ediyor. Bu ayete göre Rasülullah’ın açıkladığı gerçekler üstüne yeni bir gerçek -haşa- gelecek değil. KULLE YEVMİN HUVE Fİ ŞE’N ayeti de “Her an yeni şandadır” diyor…
- Evet,
- İşte yenilenme dediğimiz şey; her an yeni şanda oluşu fark ederek değişen ve gelişen şartlara paralel, çağdaş verileri değerlendirerek değişmez gerçeği OKUyabilmek! Yani; Allah’ın geçmişte olmamış ölçüde büyük lütfu olan çağdaş bilimler ışığında, dünde mecazlarla işaret edilmiş olan muazzam hakikati fark etmeye çalışmak!
- Şu çağda hiçbir devirde olmadığı kadar ilim ve gelişim lütfu var öyle mi?
- Tabii… Mecazları çözümlemek için tam fırsat. Çağ, Risalete paralel akıyor. Hiçbir dönemde böyle olmamıştı.
Sözün bu noktasında derin derin düşünmekten kendimi alamıyorum. Mecazlar üzerine, kıssalar çerçevesinde neler de yazdık, çizdik, okuduk!.. Muhabbetimiz arttı, gerçeğe sevgimiz arttı ama gerçeği ne kadar OKUyabildik, işte orası tartışılır.
- Yenilen dediysek dinde reform yapalım demedik ki… Dinde reform olmaz, algıda, idraklerde, bakış açılarında reform olur.
- Algıdaki, bakış açısındaki yenilenme için önce ne lazım?..
- İMAN… ÖNCE İMAN…
Ben kendimi Yakiyne erdim sana durayım, henüz iman bile etmemişim demek ki. Yoksa bu
cümle gelmezdi önüme. Anlaşılan kilometre sıfırlıyor, yola yeniden çıkıyoruz. Ama onca
emek ve gayret boşa mı gitti Ya Huuu?!.. “Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de ardımıza baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz”.. Öyle mi yani?…
Dost, masadan lavaboya geçerken kaygılarımı okurcasına neşeli tonda devam ediyor:
- Bugün İman günü. Eskiyi, Atalar Dinini tamamen ret, yeniyi kabul, yeniye teslimiyet günü…Bilirsin LA demeden, eskiyi reddetmeden, İLLA ile gelecek yeni idrak açığa çıkmaz!..
Çantam, teçhizatım suya gitti.. Elbisem yenilendi. Şimdi iman tazeleyeceğiz anlaşılan:
- Tazeleme değil!… Yeniden iman edeceksin!…
- Eyvallah, yeniden iman.
Yemek sonrası balkona çıkıyoruz. Dışarıda çekirge sesleriyle armoni oluşturan aşağılardaki nehrin çağıltısı… Gökte alabildiğine yoğun yıldızlar… Hafif hafif esen rüzgâr hanımeli kokuları, gül rayihaları taşıyor balkona. Balkonun üç yanı da sarmaşıklarla kaplı.
Hasbi:
- Kahveleri nasıl alırsınız?
Dost nasıl içiyorsa biz de öyle alalım, diyorum. Hasbi kahve hazırlamaya giderken Dost sesleniyor:
- Semavere bolca su koy, çayı demle. Kahve kesmez bizimkini.
İMANIN HAKİKATİ
Kahveler geldi. Hasbi de yanımızda yerini aldı. İman etmek deyince gülesim geliyor. Daha fazla tutamıyorum kendimi birden bire gülmeye başlıyorum. Noldu, diyor Dost.
- Kendimi şu an ihtida için müftülüğe başvurmuş ecnebi turistler gibi hissettim de…
Dost basıyor kahkahayı. Tam kahvesini dudaklarına götürürken bu sözümü duyan Hasbi’nin burnundan geliyor içtikleri. Öksürükten mahvoluyor. Ne içtiyse püskürüyor, pantolonu, gömleği berbat oldu. Soluk soluğa içeri koşuyor.
Dost, büyük bir keyifle açıyor sohbeti:
- Müftülüğe başvuranlar kelime-i şehadeti okudular mı, ihtida belgesini alırlar. Bu avamın imanı. Biz, bu yola çıkanlar için imanın hakikatini konuşacağız bu gece.
- Anladım, bir an kendimi çok yabancı hissettim de…
- Yabancılık yok, dostuz dedik ya! Ayrı gayrımız hiç yok.
Hasbi çaylarla birlikte kuru pasta ve bisküvi getirdikten sonra müsaade istiyor. Yarın için bazı hazırlıklar yapacakmış. Dost, başıyla ona git işareti yaptıktan sonra İmanın Hakikati konusunu aheste aheste açıyor. Sormadıkça ağzımı açmayacak, eski bilgilerimi devreye sokmadan, temiz bir banda yeni kayıt alırcasına dinleyeceğim:
- Çok basit bir şekilde diyoruz ki; “AMENU BİLLAHİ” uyarısına dikkat ettiğimiz zaman iman etmiş oluyoruz. AMENU BİLLAHİ deki B neye işaret ediyordu?…
- …
- ALLAH İSMİ İLE İŞARET EDİLENİN SENİN VARLIĞINDA OLUŞUNA!.. AMENU BİLLAHİ ayeti ile işaret edilen; Allah’ın senin varlığında oluşu ne demek?..
- Allah benim fani varlığımla kayda girer mi?..
- Tabii ki girmez… “İNSANI HALK ETTİK” diyor. Yaratılmış olan; Allah olur mu?.. İnsan halk edilmiş, dolayısıyla insan; Allah olmaz.
- Evet
- Ama öbür taraftan; “VE NEFAHTU FİHİ MİN RUHIY”; Ruhumdan Nefhettim diyor…“Ruhumdan Nefhettim” ayetindeki işaret; insanda esmanın varlığının açığa çıkmakta olduğunu anlatmak sadedinde kullanılmış!.. Bizim anladığımız kadarıyla.. Bunda da “YERYÜZÜNDE HALİFE MEYDANA GETİRECEĞİM” daha doğrusu YERYÜZÜNDE HALİFEYİ AÇIĞA ÇIKARACAĞIM ifadesi var…Yeryüzünde derken yeryüzü kelimesiyle bildiğimiz dünyayı kastetmiyor…
- Yıllarca dünya hakimiyeti Müslümanlarda olmalı, halifemiz olmalı diye düşündük.
- Geç şimdi o eski bakışları. Yeryüzü ile kast edilen; insanın bedeni… Yani HALK olmuş olan; YARATILMIŞ olan yapı…“Yarattığım insanda esmamın özelliklerini açığa çıkaracağım” demektir; yeryüzünde halife meydana getireceğim demek. Ve bunun nasıl oluştuğunu da VE NEFAHTU FİHİ MİN RUHIY ;Ve Ona Ruhumu Nefhettim ayetiyle işaret ediyor…
- Eyvallah…
Ruhumdan Üfledim Ne Demek?
Nicedir takıldığım bu ruhumdan üfleme konusunu sormanın vakti geldi. Dost sorulara hiç kızmaz. “Ölü gibi teslim ol da beni dinle, her dediğimde hikmet ara” anlayışında değil o. Dillendirilmemiş muhteşem gerçekleri açarken bile, “Benim anladığım kadarıyla” , “Bize açılan ilme göre” diyerek tevazu izhar eder.
Soru ilmin yarısıdır gerçeğinden hareketle, “Soru sormayan beyin için Allah’a giden yol kapalıdır” diyecek kadar cesur!… İşte şimdi sormalıyım:
- Ruhumdan üflemeyi çözmüş değilim. Ötede biri yoksa kim, neye üflüyor ki?..
- Kelimelerin zahirine takılırsan üflenen ve üfleyen ikilemine düşersin. Bak şimdi dinle.
VE NEFAHTU FİHİ MİN RUHIY Ruhumdan dediği; esma mertebesinin özelliği… İnsanın hakikati dediğimiz Hilafet yanı; daha doğrusu HALİFE diye tanımlanan yanı; Allah’ın esmasının Külli olarak yapısında var olması!.. “ADEM’E ESMANIN TAMAMINI TALİM ETTİ” işareti; esma mertebesinin onun, hakikat noktasında var olması itibarıyla ki o yüzden hilafet noktası kendisinde mevcut. O hilafet noktasından projekte olan manalar beyin aynasına yansıyarak çeşitli özellikler; karakteristik özellikler şeklinde açığa çıkıyor…
- Burada yeri geldi. HER DOĞAN İSLAM FITRATI ÜZERE DOĞAR ne demek?
- “HER DOĞAN İSLAM FITRATI ÜZERE DOĞAR” dan murad; HER BEYİN ESMA ÖZELLİKLERİNİ AÇIĞA ÇIKARACAK ŞEKİLDE VAR OLMUŞTUR anlamını taşıyor. Yani beyin; kişinin hakikatındaki, derunundaki esma özelliklerini açığa çıkarabilecek kabiliyet ve kapasitede olarak mevcut.
- Anladım.
Bir fincanı devirdim. Sohbete kenetlendiğim için yerimden kıpırdayamıyorum. Seziyor:
- Çay doldur kendine. Benim için kâfi.
İkinci fincanı alıp tekrar yöneliyorum açılan hakikate:
Kalbin İşlevi ve Beyin
- Beyin nöronlarla çalışıyor, nöronlardan ibaret… Fakat kalpte de nöron var! Kalpteki nöronların ilk hareketi ile beyindeki aktivite meydana geliyor. Hayat kalpten kaynaklanıyor. Kişinin istidadını oluşturan ilk fıtri özellik kalpten başlıyor, beyni etkiliyor ve beyin olayı alıp götürüyor. Bütün kişilik vs şu bu beyinden açığa çıkıyor. Fakat beyne ilk hareketi veren; kalpteki; kalp hücrelerinde gizli olan nöronlar!..
- Kalp nöronları yeni bir konu değil mi?..
- Çok da yeni değil, tıp uzmanları biliyor da bizim tasavvuf okumaya çalışanlara bu bilgi çerçevesinde açmak istediğimiz gerçekler yeni. Zaman içinde açılacak bunlar.
- Evet;
- Kişi, eğer istidadı varsa yani esma mertebesi itibarıyla Allah dilemişse; neyi dilemişse?..Kendini o insan aynasında seyretmeyi; kendini derken ALEMLERİ diye anlayalım; Kendini insan aynasında seyretmeyi dilemişse; o esma mertebesinin özellikleri o beyinde bu seyri oluşturacak şekilde bir programı meydana getirir ve o beyinden dilediği kadarıyla tüm varlığı seyretmeye başlar… Bunu da basit olarak gören gözü, işiten kulağı, tutan eli diye anlatmış.
Allah İsmi İle İşaret Edilene İki Bakış
- Şimdi, biz Allah ismiyle işaret edileni ya, esmanın birim suretleri şeklinde açığa çıkması olarak anlayacağız, değerlendireceğiz, dolayısıyla her birimde esma-i ilahinin çeşitli özelliklerinin açığa çıkışını seyredeceğiz… Birim ismini kaldırarak bakarsak “Allah bu şekilde yapıyor, bu şekilde davranıyor, bunu diliyor” diyeceğiz…
- Veya esma mertebesinin bizde açığa çıkarttığı bir KÜLLİ MÜŞAHEDE ile; ALLAHU EKBER diyerek Ekberiyyet anlamıyla Allah isminin manasına uzanacak bakışımız…Tabii, bu Ekberiyyet itibarıyla Allah isminin manasına bakış çok ender aynalarda açığa çıkan bir bakış.. Dolayısıyla işin bu tarafı bizi fazla ilgilendirmiyor.
- Bizi ilgilendiren kısmı?
- Bizi ilgilendiren yan; Allah isminin manasının yani Allah isminin işaret ettiği bir mananın esma mertebesinden gelen bir biçimde halk olmuşlarda; yaratılmışlar aynasında aksedişiyle ortaya çıkan bir biçimde seyirden söz edeceğiz.
İman Etmemiz Gereken Asıl Nokta
- İşte iman etmemiz gereken nokta; imanın hakikati; eğer o birime, o kişiye, o yaratılmış insana nasip olmuşsa o, gördüğü birimlerin esma mertebesinin özelliklerini açığa çıkarmak üzere var olduğunu müşahede ederek insanda, hayvanda, cinde, şeytanda, melekte, galaktik boyutta veya galaksiler boyutunda veya melekut boyutunda müşahede ederek o mahalde açığa çıkışını müşahede ederek, kabul ederek, tasdik ederek, o açığa çıkışın manasına saygı duyarak rüku eder.,
- Şimdi burada bizim için şöyle bir zorluk var. Her birimde açığa çıkanı tasdik ediyoruz, kabul de ediyoruz ama hepsine saygı duymak… Bilmem ama, bunda zorlanıyoruz.
- Bunda zorlandığın sürece iman noktasında rükû etmiş olamazsın.
- Rükû işini az daha açsak!
- Açarız, secdeyi de açacağız ama önce yatsının hakkını verelim. Geç de bize bir yatsı kıldır bakalım.
Yok, hayatta olmaz. Onun önünde namaz kıldıramam. Ama edepsizlik etmek de istemem. Halimi arz ediyorum.
- İtiraz saymazsanız ben bu gece sizin ardınızda salatı yaşamak isterim.
- “Yeryüzü bize mescid kılındı” ama sen alışık değilsindir, gene de seccade serelim. Şu koltuğun altını aç, seccadeleri çıkar oradan.
Üç seccade seriyorum. Hasbi ve ben arkada Dost önde namaza duruyoruz. Yatsı için kamet ediyorum. Fatihayı ondan dinlemek acaba nasıldır?..
Konuşur gibi kıraat ediyor namazda. Ayetleri makama koymadan, konuşur gibi. Sanıyorum Rasulullah da öyle okumuştur. Sonraki devirlerde işe duygusallık ve muhabbet eklenince makam ile okuma gelişmiş. Kim bilir belki de sese yönelip manadan perdelenişimizde bunların da rolü var…
Perdeliliğimizde nelerin rolü var, saymaya kalksak günler yetmez. Neler yaşanmış neler!..
…
Daimi Namazın Hakikati
Namaz sonrasında AMENERRASÜLÜ okumamı işaret ediyor. Okuyorum. Sonra tekrar balkona çıkıyoruz. Yıldızlara bakarak şöyle diyor:
- Müslümanlar uzun yıllar tüm evren kendileri için yaratıldı sandılar. Oysa ne biz, ne dünya, evrende sama çöpü bile değiliz. Ne büyük gaflet!…
- Evrendeki yerimizi, konumumuzu kavramak kullukla, kulluk da sağlam imanla mümkün değil mi?..
- Evet, ne diyorduk, nerede kaldık?..
Aslında o nerede kaldığımızı çok iyi biliyor. Hafızasının ne derece güçlü olduğunu ortaya koyduğu ilimden fark edebiliyorum. Bu soru beni uyandırmak, dikkatimi tazelemek için.
- Rükû ve Secdeyi açacak idiniz.
- Evet, tamam. Rüku imanın sonucudur! Kendi varlığında yaşarken KIYAMDA OLARAK imanın sonucu; dilinde konuşanın, gözünde görenin, kulağında işitenin Allah olduğunu yaşayarak Fatihayı OKUr ve yaşar, namazın KIYAMı yerine gelir… Her isim altında esmasının yaratılmışlarda açığa çıktığını müşahede ederek RÜKUyu yaşar. Herhangi bir mahalden BEN DİLEDİĞİMİ YAPARIM hükmünce, ben şöyle istiyorum dediğinde SECDE EDER. Varlığını yok eder, diyen kalır…İşte DAİMİ NAMAZ ın müşahedemizdeki hakikati!..
- Bu hali bizde diri tutacak metot ne olmalı, nasıl bir gözlem yada müşahede içinde olmalıyız ki Daimi Namaz yaşansın?..
- Güzel soru. Konuyu özetlediğimizde bunu anlayacaksın.
- Peki.
- Demek ki Allah isminin geçtiği anda, nerede neye dayalı olarak geçiyor ise; yaratılmışta esmanın özelliğinin açığa çıktığını görerek o birimin hakikati olan esmayı görebilmek; senin hakikatin olan VECHİnden yaratılmıştaki VECHe bakmak suretiyle meydana gelir. Dolayısıyla da NE YANA BAŞINI ÇEVİRİRSEN VECHİ GÖRÜRSÜN ifadesinin işaretinin anlamı bu şekilde, burada açığa çıkar. İşte eğer, sende dilemişse, kendini seyretmeyi, bunun adı İMANdır!
- O zaman şöyle anlıyorum, bana anlatmaya çalıştığınız iman; benim hakikatimde mevcut olan VECHİNDEN yaratılmıştaki VECHE bakmak ile yaşanıyor. Yani, mahlûkata Allah’ça bakmak diye sadeleştirsem…
- “Allah’ça Bakış” de, “Allah ahlakı ile ahlaklanma” de, “Vechinden veche bakış” de hepsi aynı kapıya çıkar. Yeter ki ne demek istediğimizi doğru anla!
- Eyvallah…
Küfür, Nifak, Şirk Nereye Oturacak?
İmanın hakikati noktasında söylenmek isteneni anladım. Açığa çıkan her esmaya saygı duymamın, yargılamadan seyrin Rükû olduğunu da gördüm. Ama aklıma takılan nokta küfür, şirk, isyan gibi hallerde nasıl bir işleyiş var?.. Bunları kınıyor, yadırgıyor değilim de nasıl bir sistemle bunlar oluşuyor az daha anlamak istiyorum.
…
Çay faslı bitti. Vakit bir hayli oldu ama gözümde damla uyku yok. Dünyada cennete girmişim ne uykusu?.. Saat kaydım da yok, nehre atıldı saat. Bu anı doya doya yaşamalıyım. İçimden geldiği gibi soracağım:
- İmanın hakikati, esmanın açığa çıkışı, fıtrat… Bunlar tamam gibi.. Küfür, şirk, nifak gibi zuhurlarda ne diliyor acaba?..
- Sende dilemişse kendini örtmek suretiyle yaratılmışlarına bakmayı; bunun çeşitli tanımlamaları da KÜFÜR- ŞİRK- NİFAK gibi tanımlamalarla anlatılmıştır.
- O zaman küfür, şirk,nifak diye aşağıladığımız, hatta bazen lanet okuduğumuz açığa çıkışlarda da örtülü biçimde kendini seyreden O?..
- Ondan başkası var mı ki?..
- ……
- Bu bakış hiç ucuz değil. Hazmetmek de yaşamak da zaman alacak gibi.
- Biz hep deriz ya, hazmıyla ve kolaylaşarak yaşamak nasip olsun!
- Amin amin amin…
İmanın Hakikati ve İbadetler
Anlatılan bu hakikat ile daimi namaz halini anladım. Ama bir de bunun daimi oruç, daimi zekat, daimi hac boyutları olmalı. Onlarda nasıl bir idrak gerekli acaba? Bunu da sorsam mı? Yok beklemeliyim. Bakalım söz nerede düğümlenecek? Güzel insan devam ediyor:
- Eğer burayı anladıysan, işte imanın hakikatini ve de imanın hakikatinden dolayı müminlere namazın ne şekilde farz kılındığını, namazın hangi imana dayalı olarak farz kılındığını ve yaşanacağını fark etmiş oluruz. Bu açıklamalara dayanılarak artık sen haccın veya orucun veya zekatın nasıl bir anlam taşıdığını tefekkür edebilirsin…
Ayağa kalkıyor:
- Hasbi sana odanı gösterecek. Epey yol geldin, dinlen. Yarın devam ederiz.
- Uykum yok ama,
- Olsun gene de dinlen. Yarına sakla enerjini. Hadi bakalım Allah rahatlık versin.
Biz Hasbi ile çatı kat merdivenlerine yönelirken o da aşağıya doğru iniyor. Sanki yeni bir toplantıya gidecekmiş gibi.
Halvetin Böylesi…
Ahşap evin çatı katına geldik. Eğimli bir çatı ve küçük bir oda… Ufak bir kapısı var mini balkona açılan… Duvarda levha filan yok. Yerde kilim de yok, zemin ahşap parke… Tek kişilik çekyat var sadece eşya namına.
Hasbi yatağı açıyor ben de onun getirdiği çarşafları seriyorum. Sormadıkça cevap vermiyor bu diyarın ehli. Hasbi, sükûnet içinde işini yapıyor. Ben gene duramıyorum…
- Hasbi, Dost bu saatte nereye gitti?..
- Amma da meraklısın ha?
- Yok, ben üst katta, o aşağıda, inan ben rahatsız olurum… Uyuyamam…
- Öyle değil, o başka bir yere, her ay yapılan mutad toplantıya gitti.
- Bu saatte mi?..
Hasbi ilk tanıştığımız andaki gibi sert sert bakarak:
- Ya, biz senin saatini nehre atmadık mıydı?..
- Tamam tamam, saat demiyorum… Toplantıyı merak ettim de… Sustum, tamam.
- Bu kalacağın oda Dostun halvet mekânı. Uzun riyazat dönemlerinde, gece yarısı Hakkı zikretmek istediğinde buraya çekilir. O seslenmedikçe ben çıkmam yanına. Bazen günler, bazen haftalar kalır burada.
- Yani şimdi ben onun halvet odasında mı yatacağım?..
- Evet, seni buraya almamı özellikle tembihledi… Haydi bakalım, Allah rahatlık versin. Gecen hayır, sabahın nur olsun…
Hasbi kapıyı çekip gitti ama son dediklerini hiç iyi etmedi. Halvet ve riyazat dönemi kullanılan, yeni idrakler, yeni farkındalıklar getiren odada uyumak öyle mi?.. Uyanıklık telkin eden mekanda gaflete dalmak öyle mi?.. Ne mümkün?.. Bana uyku yok bu gece!..
Ama toplantıya aklım takılı hala. Her ayın bu gecesi! Ne varsa bu gecede?.. Eğilerek balkona çıkıyorum…Yıldızlar azalmış, mehtap ortalığı aydınlatmaya başlamış… Gözlerim ayı arıyor… Evet işte tam orada, ilerideki dağın üzerinden gülümsüyor… Ne kadar da güzel…Podyuma son çıkan, gelinlikli manken güzelliğiyle arz- ı endam ediyor bu gece…
Çünkü bu gece dolunay!..
Kelimeler biter burada… Zor olsa da uyumak, biraz uzanmalıyım…Sabah ola, hayrola!…
3. BÖLÜMÜN SONU
YOLLAR KALBE GİDERKEN 4. BÖLÜM
Geç saatlere kadar uyanıktım. Nasıl uykuya geçtim, hatırlamıyorum. Sabahın alaca karanlığına gözlerimi açtığımda, hiç yaşamadığım kadar dinlenmiş, hiç olmadığım kadar enerjik ve zinde buldum kendimi. Metropol hayatında ister erken yat, ister geç, insan dinlenemiyor. Geç yatıp erken uyanmama rağmen tattığım huzur tarif edilecek gibi değil..
Hasbi aşağıdan sesleniyor;
- Hazırsan yola çıkıyoruz. Bugünü dışarıda geçireceğiz..
Nereye, niçin, ne kadar, nasıl sorularını bıraktım artık. Hitaba teslimim. Rahat bir şeyler giyip aşağı iniyorum. Hasbi, büyük bir piknik sepeti, mangal ve yer yaygıları hazırlamış. Eşyaları aramızda paylaşıp yola çıkıyoruz.
Evin arkasından zirveye doğru uzanan patikada yürüyoruz. Sağlı sollu yemyeşil çimler, öbek öbek pembe ve mavi tonlarla gülümseyen zambaklar, güller bülbüllerin yanık namelerine içlenmiş de ağlamışlar gibi damla damla yaş dökmüşler. Sabah çiği, şebnemler sepelemiş rengârenk kır dokusuna…
Güneş karşı tepelerden sımsıcak yüzünü göstermeye başladığında dağ yamacından hafif bir dönemeçle ilerideki saklı koruya yöneliyoruz. Küçük bir vadi içinde, mini şelalenin altında piknik yapacağımızı, günü burada geçireceğimizi anlatıyor Hasbi. Bir yerde su ve yeşil birleşmişse, hele bir de Nur sağanağını andıran şelale varsa insan dünyada cenneti buldum dese yeridir.
Kayalıklar arasından akan mini şelale, birkaç kola ayrılarak yere dökülüyor. Döküldüğü yerde yarı mağarayı andıran hilal biçimli düzlük, belli ki zaman zaman bu diyarın sakinlerinin piknik yeri. Yaygılarımızı çam ağaçları altında uygun bir yere seriyoruz.
Hasbi esintiye açık bir yere mangalı kuruyor. Rüzgâr körükleyecek ateşi. Civardan topladığım çalı çırpıyı ona getiriyorum. Oldum olası ateşle uğraşmayı sevmişimdir. Köyde soba yakmak, piknikte mangal başında durmak nedense bana ayrı bir keyfi verir. Bu defa Hasbi;
- Bugün hizmete karışmayacaksın. Şu minderleri, sürahiyi, meyve sularını al, taşı kilimin üstüne, sonrasını ben hallederim.
Israrcı olmuyorum. Hiç olmazsa köfteleri yoğursam, salata yapsam diyeceğim ama, teklifsiz teslimiyet en güzeli. Hasbi, ateşi körüklemeye çabalarken fundalıklar arasından Dost görünüyor. Yerimden fırlamak istiyorum ama eliyle otur işareti yapınca kalakalıyorum. Selamlaşıyoruz.
- Rasülullah (sav) girdiği hiçbir mecliste kendisi için ayağa kalkılmasını istemedi biliyorsun değil mi?..
- Evet.
- Kula kulluk anlayışının üzerine sünnet kılıfı geçirmek, yakışık almıyor. Rasülullahın istediği edep de bu değil zaten.
- …
- Sünnetin; sünnetullah olduğu, yaşadığı çağın şartları içinde dinin hakkını vermek olduğu sana da ters geldi değil mi önceleri?!
- Evet,
- Taşlar yerine oturacak gün be gün. Ahh bir de yargısız bakabilsen!
Hasbi termostan çay döküyor. Hafif kahvaltılıklarla birlikte servis ediyor. Bu arada ateş iyice tutuştu. Kor olana kadar kahvaltıyı aradan çıkaracağız. Dost, geceyi nasıl geçirdiğimi
sorduktan sonra dünkü sohbete dair hatırımda kalanları dinlemek istiyor.
Söyleneni ne kadar anladın, zaman gösterecek. Bir cümle söylemek gerekse ne dersin dün için? İmanın hakikati için?..
Aklımda kalan ana mesajları özetliyorum:
- Anladığım şu ki; şimdiye kadar Yakin boyutu diye öğrendiklerimiz henüz hakiki imanın kapısı bile değilmiş! Anlattıklarınızdan belli ki bilinç çıtasını yükseltiyor, yeni bir seyre bizi taşımak istiyorsunuz!.. Önceleri klasik bilgilere takılmamak gerektiğini konuşurduk. Şimdi; eski tasavvuf bilgilerimizi de takılmamak gerekiyor. Yenileme vakti. Gördüğüm; yeniden iman vakti!
HALKOLUŞ
Kahvaltımızı atıştırırken bir süre sessizlik oluyor. Yanı başımızda akan suların şırıltısını dinledikçe ruhumun yıkandığını, üzerime yapışan beşeriyet kalıntılarından arındığımı hissediyorum. Dost bugünün konusunu açıyor:
- Şimdi ayetleri eğer şöyle toplu olarak düşünürsek; neden söz ediyor? “İnsan halk edilmiştir.” Kesin hüküm. İnsan madde dünyasının çamurundan oluşmuş, halk edilmiş. Yani hücresel yapı ile halk edilmiş. Bu halk edilen insan halkiyyeti itibarıyla yani; beyin kapasitesi itibarıyla en mükemmel şekilde meydana getirilmiş… Çünkü HALAKAL İNSANE AHSENİ TAKVİM… dendiğine göre insan yani bu topraktan, çamurdan, yani bizim bugünkü anlayışımızla hücresel yapıdan meydana gelen beyin sahibi olan insan en mükemmel şekilde halk edilmiş.
- Bu en mükemmel şekilde halk edilen insan… “VE NAFAHTU FİHİ MİN RUHİY; Ruhumu Nefhettim” işaretiyle ve “ONA İSİMLERİN TAMAMINI TALİM ETTİ” ayetinin işaretiyle ki “Ruhumu nefhettim” ile “İsimlerin tamamını verdik”; aynı şeye aşağı- yukarı gelir, farklı anlamları da var da genel olarak aynı şeydir…Bir mükemmelliğe sahip oluyor ama öbür tarafta halife özelliğinden söz ediliyor!…
- İşte buna takılıyorum; insan mükemmel yaratıldı diyorsunuz, bir de ayrı bir mükemmeliyetten; Halife oluştan bahsediyorsunuz? Nasıl ayıracağım?
- Halaka ve Ceala kelimeleri açılınca anlayacaksın!
Halaka ve Cealede Düğümlü Gerçek!
- Halife özelliği için halk ettim kelimesi kullanılmıyor! CEALE kelimesi kullanıyor. Niçin?
- Az buçuk Arapça okuduk ama bu farkı bana kimse anlatmadı.
- Derin ve ince fark şu; Halife kelimesinin işaret ettiği mana yaratılmış olmaktan münezzehtir! İnsan yaratılmıştır, sonradan var olmuştur. Halife özelliği ise Yaratanın özelliğinin varlıkta açığa çıkması, Yaratıcı Kudretin, Yaratıcı İlmin varlıkta açığa çıkması demektir. Abdülkerim Ciyli (ks) buna şöyle işaret eder İNSAN-I KAMİL’de: “ALLAH DA YARATIR, İNSAN DA YARATIR!”
Eskiden olsa bu söze tövbe tövbe derdim. Ama söyleyen A.Kerim Ciyli, nakleden de Dost ise anlamak nasip olsun diye dua ediyorum kendime.
- Bazı derinlikten mahrum Müslümanlar “Haşa insan yaratmaz, sadece Allah yaratır” der. Tabi insanın hakikatinin ne olduğunu göremediği için. İnsanın hakikatinden perdelendiği için… İnsanda, insan adı arkasında yaratma işlemini yapanı göremediği için.
- Haleka ile yaratılan mükemmel insan, Ceale ile de yaratılmaktan münezzeh öz nokta, hilafet boyutu işaret ediliyor. Bizden istenen Ceale ile işaret edilen alana ermek. Buna ilerlerken dikkat edeceğimiz önemli nokta ne?
Hilafeti Anlamak
- Şimdi burada önemli olan nokta şu; Hilafet özelliği; Hakikati Muhammedinin ilminin ve kudretinin insandan açığa çıkarılması demektir. Yani “İnsanı yarattım seyretmek için” ifadesindeki açıklamasındaki insanın gözünde gören, kulağında işiten kendisi diye tanımladığımız Hakikati Muhammedi ilminin insanda açığa çıkması için…Ki bu alan CEALE kelimesi ile meydana getirilmiştir…Yani bir yaratılmış olan, en mükemmel şekilde yaratılmış olan, en mükemmel şekilde yaratılmasının sebebi; hilafet özelliğini açığa çıkarabilecek surette SEVVAHUM diye anlatılan; TESVİYE EDİLEN; PROGRAMLANAN; OLUŞTURULAN, BEYİN YAPISINA SAHİP OLAN varlık meydana getiriliyor. Bu varlıkta Hakikati Muhammedinin ilim ve kudretinin açığa çıkması oluşturuluyor. İşte bu hilafet özelliği!.. Ki bu hilafet özelliği yaratılması mümkün değildir, yaratma değildir, kendi varlığına ait.
Hasbi ilk kızaran köftelerden getiriyor. Meyve suyu olarak kokteyl seviyorum. Dost, tabaklara köfte ve yeşillik bırakan Hasbi’ye:
- Vişne, Kayısı, Şeftali, Erik ne varsa karıştır ver bize. Bizimki öyle sever, biz de öyle içelim bugün, diyor.
- Bir yandan ikramı alıyoruz diğer yandan sohbet koyulaşıyor. Anladıklarımı ifade sadedinde birkaç kelam ediyorum:
- Benim anladığım kadarı ile, insan olarak sahip olduğumuz bir mükemmeliyet var. Ki bu Haleka ile ifade edilmiş. Bu mükemmel görüntü; kabuk aslında. Kabuğu soy, gayret et, altına Ceale ile yerleştirilen öz noktayı bul, diyorsunuz!
Dost biraz durakladıktan sonra:
- Dikkat et, bunu ben demiyorum! Kâinatın en muhteşem insanı Rasülullah (sav) söylüyor. Bunu Kur’an istiyor.
- Evet
- Sadece insan mükemmeliyetinde kalırsam, halife noktası açılmazsa kaybım nedir?
- Dinle gör şimdi!
- Buyrun.
İnsan Çukurundan, Halife Doruğuna
Burada önemli olan nokta şu; ben kendimi yaratılmış insan olarak görüp düşünüyorum. Ben kendimi yaratılmış insan olarak gördüğüm için de kendimde bir beşer olmanın ötesinde bir şey düşünemiyorum. Ve dolayısıyla da Rasulullah (as) ın söylediklerine iman etmiyorum!..
- İman etmiyorum mu?
- Ne sandın? Kendinin halife olduğunu fark edememişsen iman etmiş değilsin!
- Peki, nasıl yaşıyor da imandan uzak düşüyorum?
- Tamamen en mükemmel şekilde yaratılmış olan bedenimin istek ve arzuları doğrultusunda en güzel şekilde yemek, en güzel şekilde içmek, en güzel şekilde çiftleşmek, en güzel şekilde her gördüğüme sahip olmak arzusuyla yaşıyorum. Yeryüzünün en gelişmiş, en mükemmel, en harika, en muhteşem hayvanı olarak yaşamımı sürdürüyorum.
- Hâlbuki “Ben seni yeryüzünde halife olarak meydana getirdim” uyarısının işaret ettiği biçimde varlığımda Hakikati Muhammedinin işaret ettiği; Allahın Esmaul Hüsnasının işaret ettiği özelliklerin tamamı benim varlığımda mevcut. Dolayısıyla da benim o isimlerin özelliğini kendimde açığa çıkartmak ve o isimlerin özelliği doğrultusunda varlığı değerlendirmek ve varlığı seyretmek ve varlık üzerinde tasarruf etmek özellikleri varlığımda var kılınmış!.. Ve benim buna iman etmemi istiyor Rasulullah! Buna iman etmemi istiyor Allah! Onun için bu ayetler bize bildirilmiş.
- Ama onlar kendilerinde beşer olmanın ötesinde başka bir şey göremediler ve bunu inkâr ettiler. Bir yanda beşeriyetim, bir yanda hakikatimden gelen halife olma özelliğim…
- Sen kendini en mükemmel şekilde var edilmiş et- kemik beden olarak düşünüp bunu yaşayarak ömrünü geçirirsen esfeli safılinde yanı bedenin istek- arzuları zevkleri doğrultusunda yaşarsan, geleceğin de buna dönük olarak gelişir. Bunun sonucu da cehennemdir!..
-Yani hilafet yanını açığa çıkaramayan herkes cehennem mi yaşıyor?
- İnsanlık neden bunalıyor, toplumlar neden geriliyor, niçin fertlerde huzur yok sen düşün artık. Yaşanan cehennem değil de ne ki?..
Deccalin Cennetinden, Mehdinin Cehennemine !..
- Rasülullah’ın Deccal hakkındaki hadisini biliyorsun: “Deccal onlara cehennemi cennet, cenneti de cehennem olarak gösterir.” Onlara akı kara, karayı ak olarak gösterir diye anlatıyor Rasulullah as…Taaa kıyamette… Şu anda Rasulullahtan bu yana 1430 kusur sene geçti… O günden daha tutup Deccaldan bahsetmesi; bilmem ne kadar zaman sonra gelecek bir varlıktan bahsetmek amacıyla mı anlatılmış; her devirde, her insanın içinde bir Deccal, her devirde her insanın içinde bir Mehdi mevcut olduğu için mi?..
- Senin içindeki Deccal sana madde beden yaşantısını cennet gibi gösterir, seni maddi zevkler peşinde koşturur, daha çok yemek, daha güzel yemek, daha iyi yiyip içmek, daha çok seks yapmak gibi bedene dönük sana cennet gibi gelen özellikler peşinde seni koşturarak Deccalın cennetine girmiş olursun ki bunun sonu da ebedi cehennemdir…
- Eğer sizde, deccal çıktığı zaman, deccal gördüğünüz zaman siz eğer deccalın cehennemine kendinizi atarsanız bilin ki o esasında cennettir ebedi cennet sizi bekliyor uyarısı ile de bedenin zevkleri peşinde koşmak yerine, kendi hakikatinin yaşanması için bedenden kopmak ve bedensiz olarak kendini hissedip yaşamak yolunda çalışmalar yaparsan bu sana cehennem gibi gelir görünür ama bunun sonucunda elde edeceğin sende açığa çıkan özellikler sana ebedi cenneti kazandırır diye anlatmak istemişti Rasulullah, benim anladığıma göre…
İbn-i Arabi Hazretlerinin Dilinden
Köfteler, meyve suları derken limiti aşmamak için biraz ara veriyoruz. Şelaleden akan suda elimizi yüzümüzü yıkıyor, kıyısındaki serinliği çekiyoruz yanan ciğerlerimize… Şelalenin öte yanında, derenin yanındaki koca çınarın dalları üzerine kurulu kamelyaya yöneliyoruz. Etrafa yüksek irtifadan bakacak, yeşilin kucağında seyre çıkacağız! Dost,
- Çayları burada içelim, diyor.
Bu yüksek yerden ileride, bağlık bahçelik yeşillikler arasındaki gölü seçebiliyorum. Dost:
- Emmare gölü sanmayasın! Orası gerçek huzura erenlerin sandal sefası yaptıkları göl. Çaydan sonra Hasbi gezdirir seni, diyor.
Kamelyadaki ağaç sedire yerleştikten sonra yazı gözlüğünü çıkarıp ciltli bir kitap açıyor:
- Bu ilmin şah temsilcilerinden biridir Muhyiddin Arabi (ks).
- “Şeyhi Ekber” demeleri onun için olsa gerek!
- Dinle de niçin demişler, neleri çözümlemiş, gör! Onun ayetlere getirdiği tevili okuduktan sonra Ceale-Halaka, İnsan-Halife farkı daha net oturacak gönlünde.
Dost aheste aheste okuyor. Sükûnetle dinliyor, bir yandan da gönlümü Şeyh-i Ekbere yönlendirip sanki O konuşuyormuş gibi tehayyül ediyorum.
- Şimdi; bu olaya ilişkin bak Muhyiddin Arabi’nin Kur’an tefsiri Tevilat kıtabında bazı ayetlerin yorumu ile ilgili neler var!… Hz. Musa’dan bahsederken anlatıyor: Zalimler kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. (Tevilat-ı Kebir/s. 72) Ruhsal hazlar arzusuyla Allah’ın sıfatları ile sıfatlanmayı isteme dışında, nefsin hazlarından yararlanma arzusuyla onun sıfatları ile sıfatlanmayı kendilerindeki özellikleri kullanmayı istediler…
Musa kavmi için su istemişti.
- Özür dilerim, araya gireceğim ama Musa’nın kayaya vurup da 12 kaynak çıkmasını bir türlü anlayamıyordum.
- Sabredersen anlayacaksın!
Dost okumaya devam ediyor:
Ruh semasından inen ilim, hikmet, anlam yağmurlarının yağmasını istemişti. Nefis asası ile beyin taşına vurmasını emrettik. Beyin taşı, aklın menşeidir. Ondan beş zahir, beş batın duyu; nazari akıl ve ameli akıldan oluşan insani duygular sayısınca ilim sularından 12 kaynak fışkırdı. (Bakara 61) (s.73)
- Hani siz ey Musa biz bir tek yemekle yetinmeyiz, gökten kudret helvası inmişti. (Kudret helvası onlara kendi hakikatlerinden gelen ilim rızkı idi)
- Bizim için Rabbine dua et yerden bitirdiği şeylerden; dünyada maddeden yetişen şeylerden, sebzesinden, hıyarından sarımsağından mercimeğinden soğanından bize çıkarsın da biz bunları yiyelim dediler Yahudiler… Musa ümmeti..
- Musa da onlara: “Siz daha iyiyi daha mükemmeli daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O halde dönün; şehre inin. Gidin şehirde yaşayın sizin istedikleriniz orda var” dedi. İşte onların üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu Allah’ın gazabına uğradılar bu musibetler Allah’ın ayetlerini inkara devam etmeleri haksız olarak kendilerini uyaran velileri öldürmeleri sebebiyle geldi.. Bir tek yemekle yetinemeyiz dediler.. İlim- marifet- hikmet gibi ruhani gıda ile biz yetinemeyiz dediler.
- Bizim için Rabbine dua et Rabbinden bizim için iste. Gıdalarımızı çoğaltsın dediler… Nefislerimiz, bedenlerimiz toprağında (topraktan yaratılmış insan) biten habis şehvetlerden adi lezzetlerden soğuk meyvelerden kısacası nefsin azabı payı niteliğindeki her şeyden versin…
Onlara şehre inin dendi.. beden şehrine… Manevi ruhani alem boyutundan kendini beden olarak kabullenme haline kendini beden kabullenme sonucunda beden şehrine gidin orada istediğiniz her şey var, böylece şehvetlerinin peşine düştükleri kabuk ve dış görünüş hırsına sahip oldukları için üzerlerine zillet ve yoksulluk damgası vuruldu.. ve muhtaçlıkları sürekli oldu. Uzaklık tard edilme ve kovulma gazabına müstahak oldular…
“Ğayril mağdubı aleyhım” diye her Fatiha okuyuşunda okuduğun, gadaba uğramışlar diye tanımlandılar bu hallerinden dolayı…Bu azap onlara Allahtan geldi.. Çünkü Allah’ın ayetlerinden ve tecellilerinden perdelendiler. (Bakara 66)
Dost biraz nefeslenirken Hasbi demliği getiriyor aşağıdan. Çaylarımızı alıyoruz. Buraya kadar anlatılanlardan anladıklarımı söylüyorum Dosta:
- O zaman şöyle anlıyorum. Sadece yaratılmış insan boyutunda kalan; ne kadar olgun yaşarsa yaşasın, gadaba uğramış, ruhani gıdayı eliyle itmiş, aşağılık şehvet ve hırslarla beslenmek gibi bir zilleti seçmiş oluyor…
- Dahası var… Zillet bu kadarla kalsa iyi… Aldıkları o şehvet-hırs-beşeri düşünce gıdaları ile nasıl karakterler oluşuyor, neler bilinçte kökleşiyor gör!
Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim!
Dost, konuya devam etmeden önce beynimde çakan şimşeği dile dökmeden edemeyeceğim. Bilmem haddi aşar mıyım? Dost anlıyor bir şey düşündüğümü:
- Aklına geleni söyle de devam edelim.
- Şeyyy! Hani hadisi var Efendimizin; “Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” Ben bunu sadece gıdalara has sanırdım. Meğer bakış açılarımızla kimliğimiz oluşuyor imiş!
- Nasıl kimlik oluşuyormuş gör, titre! Müsaade edecek misin, okuyalım mı?
- Estağfirullah, özür dilerim lütfen buyurun!
- İnsanlar ihmal edilir, kendi hallerine bırakılır tabiatlarıyla yani bedenlerinin istek ve arzularıyla baş başa kalacak şekilde salıverilirse, azarlar, cismani lezzetlere dalarlar, zulmani bulutların içinde kaybolurlar… Çünkü bu hususta alışkanlık kazanma özellikleri vardır ve küçük yaştan itibaren bu yöndeki eğilimleri gelişmiştir.. Böylece de en mükemmel yaratılmalarına karşılık varlıklarındaki istidatları yok olur, insanlık mertebesinden aşağı düşer, başka aşağılık varlıklara dönüşürler…(s. 75)
- Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: Allah’ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar çıkarttığı (Maide/ 60) Buna karşılık insanlar muhafaza edilir şer’i ve akli siyaset de gözetilirse hikmet adab ve öğürtlerle terbiye edilirse yükselirler nurlanırlar. İnsanların bu ibadetleri belli vakitlerde tekrar etmeleri farz kılınmıştır. Ta ki gaflet vakitlerinde biriken tabiat tortuları lezzet alma ve şehevi arzuları tatmin etme vakitlerinde arız olan zulmet karanlıkları dağılsın.
- Tabii bunun için de o ibadetleri yaparken namaza durduğun zaman okuduğunu tefekkür ederek namazı yaşamak zorunluluğu var. Ama bazıları “Namaza durduğum zaman kalbim, ticaretimin bilançosunu, alacaklarımın, borçlarımın listesini çıkarmaya başlar, ne kadar dünya işleri varsa hepsi kafama üşüşür” der.
- İşte bu tavır yüksek insani alemden aşağı hayvani aleme yuvarlanmayı kaçınılmaz kılar. “Kendilerine aşağılık maymunlar olun dedik” ifadesinin anlamı budur. Yani görünürde insana benzerler ama insan değildirler, aşağılıktırlar, uzaklaştırılmış ve kovulmuşlardır.
- İnsanların dünya ve ahirette başka varlıklara dönüşmeleri, inkarı mümkün olmayan bir Haktır!.. (s. 77)
- Bu hususu dile getiren ayetler ve hadisler vardır. Bir ayette “Aralarından maymunlar ve domuzlar çıkarttık.” buyrulmuştur. Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: “Bazı insanlar kıyamet günü öyle bir kalıp ve suret içinde haşredilirler ki maymun ve domuz onların yanında güzel kalır!”
- Yine Rasulullah(s.a.v.)tan şöyle rivayet edilmiştir ki; “13 Türlü MESH vardır. Bu mesh edilişlerin her birinin sayısını, bunu gerektiren amelleri günahları ve mesh ediliş gerekçesini anlatmıştır Rasulullah.
- Kısacası bir kimseye hayvanlara özgü herhangi bir nitelik galip gelir, istidadını; yaratılışındaki kendi hakikatini bilme özelliğini yok edecek şekilde bu özellik onda kökleşir, karakterinde, tabiatında kalıcı bir yer edinerek, artık onun özel ruh sureti haline gelirse, bu kimsenin karakteri, tabiatı, seciyesi o hayvanın karakteri, tabiatı ve seciyesi olur. Nefsi, söz konusu hayvanın nefsine dönüşür. Ölümden sonra ruhu bedenden ayrılınca, ahiret aleminde karakterine uygun bir sıfata bürünür ve bu sıfat onun orada sureti olur!!!
Kanım Dondu !..
Dost okumayı bitirdi. Gözlüklerini gömlek cebine koydu. Kitabı kapadı. Titremekten kendimi alamıyorum. Başımdan aşağı bir soğuk bir kaynar su dökülüyor sanki!.. Tüylerim diken diken… Dehşet bir gerçekle yüzleştim…
Şehvetlere düşenler, hırsının peşinde gidenler, ruhani alem yerine beşeriyeti seçenler hayvan karakterleri ile yaşayacak, üstelik bu dünya ile de sınırlı kalmayacak, ebedi yaşama da o suretle, o şuur seviyesiyle dirilecekler!.. Aman Allah’ım, kanım dondu!.. Bu nasıl bir gerçek!.. Soğuk terler boşanıyor alnımdan, boynumdan, kollarımdan boncuk boncuk!..
Hasbi peçete uzatıyor, sileyim diye. Dost öylece sessiz süzüyor gözlerimi. Sonra devam ediyor:
- Din alimleri bu konuları “Müslümanların haricindeki geçmiş ümmetler yaşadı” ya da “Gelecekte kafirler, Yahudi ve Hristiyanlar yaşayacak” gibi sundu hep değil mi?.. Onun için hiç böyle düşünmek aklına gelmedi. Şimdi şaşırıyorsun! Kur’an kimin ikizi?..
- Kuran; insanın ikiz kardeşi!
- Yani?
- Bana beni anlatıyor Kur’an, başkasını değil.
- Gerçek ucuz değilmiş gördün değil mi?..
- Evet..
Ne anladık ?!..
- Biraz sonra Hasbi seni ilerideki göle götürsün… Korkun geçsin ama gerçeği unutma! Kürek çekin, dolaşın akşama kadar, zevk edin! Ayrılmadan önce, ne dedik ne konuştuk bir tekrar yapalım, toparlayalım mı şöyle?
- Çok sevinirim lütfen! Arada not alsam!
- Kulağını aç, gözünü aç, kalbini vererek dinle! Kayıtları bırak şimdi.
- Peki
- Evet, konuyla ilgili olarak Muhyiddin Arabi’nin “Tefsir-i Kebir Tevilat” isimli kitabından bazı ayetlerin açıklamalarını okuduk. Demek ki şimdi burada önemli olan nokta; eğer burayı anladıysak; insan yaratılmıştır, en mükemmel şekilde yaratılmıştır. En mükemmel şekilde yaratılmıştır çünkü halife olma özelliğini açığa çıkarabilecek bir mükemmeliyette yaratılmıştır. Bu mükemmeliyette yaratılması ona ruhun nefh edilmesinden, yani onun, Allah’ın esmasının tamamıyla var olmasından, yaratılmasından meydana gelmiştir.
- Bu esmanın tamamıyla yaratılması itibarıyla varlığının hakikatinin Allah’ın isimlerinin manaları olması hasebiyle halife olma özelliğini özünde, istidadında barındırmaktadır. Ki bu “her yaratılan İslam fıtratı üzerine yaratılmıştır, meydana getirilmiştir” ayetindeki Fıtratın işaretidir.
- Bundan sonra o insan kendindeki bu hakikati fark etmediği için, bilemediği için çocukluğundan itibaren kendini bu bedenmiş gibi kabul ederek doğar, büyür, yaşar, gelişir. Dolayısıyla da bedenin zevk ve şehvetleri peşinde koşar. En güzel şekilde yemek, içmek, çiftleşmek ve her güzel gördüğüne sahip olmak arzusuyla yaşar. Bu böyle gelirken karşısına Allah Nebiler ve Resuller yollamıştır. Bunlar aracılığıyla kendi hakikati bildirilir…İsa as ın onu, insanları semavatın krallığın adavet etmesi gibi… Oradaki semavattan kasıt kendi hakikati, batını anlamındadır. Yoksa bildiğimiz fizik uzay anlamında değil..
- Bu bildirilir… Eğer kişi bu bildirilmesi kişinin hakikatindeki Mehdiyyetin hitabıdır. Kişinin içinden Mehdisi hitap eder, sen bu beden değilsin, bu beden yok olup gidecek, toprak olup gidecek, sen ise ölümsüz varlıksın.
- Ölümsüzlük Allah’a mahsustur. Ölümsüzlük Allah’ın esmasından var edilen varlığa mahsustur. Öyleyse sen ölmeyip sonsuza kadar var olacak bir varlıksın diye sana bildirildiğine göre sen o esma mertebesi hakikatinden var olan bir varlıksın. Öyleyse sen kendi hakikatini bularak bu istikamette yaşa. Bedenin zevklerine kapılma, diye onu uyarır.
- Bu defa içindeki Deccal açığa çıkar. İçindeki deccal akı kara, karayı ak, cenneti cehennem, cehennemi cennet gösterir. Dolayısıyla da Deccal ona kendini beden kabul etmesini, bedenin zevklerini yaşamanın en büyük cennet olduğunu, buna mukabil, kendi hakikatine yönelik yaşamanın cehennem olduğunu, oraya dönerek bir şey elde edemeyeceğini, bu kadar sene yaşadığı bedensel yaşamın esas olduğunu anlatır.
- Eğer kendi içinde bunu söyleyen Deccala karşılık, Mehdinin uyarılarını dikkate alarak ya hu ben bu beden değilim, ben bu Allah’ın esmasından var edildim bana bu bildirildi diyerek bedenin istek ve arzularını kontrol ederse, terbiye ederse kendini, yani Deccalın cehennemini tercih ederse, ki bu ona ebedi cenneti getirecektir. Ebedi cennet; kendisindeki Allah’a ait kuvvelerin açığa çıkmasıdır. Kendisinde Allah’a ait kuvvelerle yaşamaya başlamasıdır.
- Kişide bu imanın sonucunu yaşamanın Allah’a ait kuvveleri açığa çıkarması yani Allah’a yakiyn elde etmesi, o yakiynin sonucunda Allah’ın onun görür gözü, işitir kulağı, söyler dili, tutar eli olması diye tanımlanan olayı anlatmıştır. İşte bu cennettir.
- Ya kişi, Deccala tabi olarak bedensel zevk ve istekleri uğruna bütün bu hayatı yaşar ve sonuçlarına katlanır. Yada Rasulullaha imanının sonucu olarak, gelen uyarıları dinler ona göre kendine bir yaşam sonucu seçer.
- Ya ilahi gıdayı seçer…Ya soğan, sarımsak, maydanoz yemeye devam eder…Şehre iner…Kısacası işte CEALE İLE HALAKNA nın işaret ettiği insanın varlığında mündemiç bir hakikat. Benim anlayabildiğim kadarıyla, bana açılan kadarıyla…
Beynim allak bullak. Kafam çok dağınık. Bunları nasıl hazmederim bilemiyorum. Dost ayağa kalkarken;
- Duymak, yaşama start vermek gibidir. Dinledin, duydun, artık dönüşü yok, bu idraki ya hazmedeceksin, ya hazmedeceksin. Başka şansın yok zaten!
-Eyvallah…
- Siz göle doğru geçin… Akşam yemeğinden sonra kulübemizde devam ederiz sohbete!
Akşama ne açacak acaba? Ama soramam ki.
Sormadan o söylüyor:
- Şimdiye kadar konumuz Allah’a imandı. Daha doğrusu imanın ilk kısmı. İkinci ve önemli boyutu Rasülüllahın Hakıkatini bilip ona iman!..Akşama Rasülullahla tanıştıracağız seni… “Sevgili Peygamberim, Canım Efendim” dediğin hayalindeki ile değil, Rasülullah’ın hakikati ile!..
Biz Hasbi ile göle yürürken o da geldiği ağaçlıklar arasında eve yöneliyor.
İmanın Hakikati, Halkoluş derken şimdiye kadar bildiklerimin çok üstünde açıklamalar işitiyorum.
Ya Rasülullah’ın Hakikati?!..
Dalgın dalgın yürürken Hasbi kolumdan çekiyor:
- Onunla akşam tanışacaksın! Şimdi zevk u sefa vakti. Tut elimi atla sandala!
(Sürecek)
4. BÖLÜMÜN SONU
Mehmet DOĞRAMACI
YORUMLAR
Yollar Kalbe Çıkarken!..
Değerli dostumun bir dizi dini deneme yazısıdır.Kendisini kutluyorum.Ve doslara sunmak istedim.
Yollar Kalbe Çıkarken!.. (1. Bölüm)
İnsan neye programlandı ise, onu işaret eden eğilimler daha çocukluktan itibaren kendini göstermeye başlıyor. İlgiler, hobiler, oyun tarzı ve ilk davranışlar dünya vadisinden ahiret ovasına koşarken üstleneceğimiz misyon ve vizyonun şifrelerini saklıyor.
Teknik konularda yoğunlaşanların sosyal ve edebiyat yönünden; edebiyat, sanat ve sosyalliğe yönelenlerin teknik bakıştan biraz uzak kaldığı hepimizin malumu. Her iki alanı da kendinde birleştirebilenler çok ender çıkıyor.
Matematik, fizik, formüller, her şeyin bir hesabı olduğu yönündeki açıklamalar küçüklüğümden beri beni hiç sarmadı. Uzayı, gizemi, araştırmayı sevdim ama iş formülasyona dökülünce biraz yaklaştığım alandan buz gibi soğudum. Hele bir de bu açıklamalar dini alanda yapılıyor ise; maneviyatı basitleştirmek (!), sırrı hafife almak (!) gibi geldi uzun süre.
Esmaların açılması, seyir ufkumuzun genişlemesi büyük ölçüde bize ters gelenlere de hoş görü ve yargısız yaklaşmakla mümkün. Sevmediğiniz, uzak durduğunuz, çekindiğiniz, beni açmaz dediğiniz oluşumlar varsa bilin ki; henüz farkına tam varamadığınız bir kısıtlanmışlık ve kilitlenmişlik içindesiniz.
Tasavvufa gönül vermek, bakış açısını açmayı niyete almaktır. Nasıl açılacak peki?.. Kabullenemediğiniz oluşumların, size ters gelenlerin bir bir önünüze çıkışıyla!.. Önceleri diyeceksiniz, “Ya Huuu nerede bir aksilik varsa beni buluyor, Allah aşkına bunları yaşamak zorunda mıyım? ”
Zaman içinde fark edeceksiniz ki; aksi, ters, zıt gördükleriniz hakikaten çok sevildiğiniz için önünüze geliyor. Sizi seviyorlar ki bir yerlerde (…), sıkıştığınız dar açıdan ferahlığa çıkmanız isteniyor…
Kendimi kısıtladığım alanlar üstüme üstüme geldikçe bu içsel sorgulamaları fazlaca yapar oldum.
Önce, Kuantum boyutunun Bâtın dediğimiz boyutun taa kendisi olduğu yönünde açıklamalar, sonra Kalp Nöronlarının gündeme düşmesi ve peşinden Einstein’in öne sürdüğü ama henüz teorem safhasında bulunan Paralel Evrenler!.. Gün be gün akan bilgiler bunlarla da ilgilenmem gerektiğini sürekli yüksek sesle haykırıyor sanki. Ne yapalım, eğileceğiz artık.
Madde ile mananın, içle dışın ayrı olmadığını dillendirip duruyorsak bunları da araştıracağız. Niçin?.. Önce bilgimiz, sonra gönlümüz, sonra kabulümüz ve hoş görümüz genişlesin diye. Hakkın muhtelif esmaları arasında fark görme şirkinden çıkalım diye…
Ama yorgunum. Zihnim yeniye alışmakta güçlük çekiyor. Fakat hiç olmazsa eskisi gibi değilim. Artık kabul ediyorum. Kabul etmişsem idraki ve hazmı da kolaylaşır inşaAllah.
KENDİME YOLCULUK
Henüz halk içinde Hakkı seyredecek durumda değilim. Kendi iç dünyama dönmek için biraz insanlardan uzak kalmaya ihtiyacım var.
Hafta sonu şöyle mûtenâ bir beldede sakin bir ortamda tek başıma iki gün geçirsem belki iyi olur. Dostlardan birinin şehre uzak da olsa dere ve denizin birleştiği bir köyde bağ evi olduğu hatırıma düşüyor. Henüz tatil dönemine girilmediği için boş. Durumu kendisine açtığımda hay
hay diyor:
Kamp çadırı, mangal, av malzemeleri de var! İstersen dereden orman içlerine yürü, bir yerde çadır kur, sessizliğin sesini dinleyerek değişik bir gece geçir. Nasıl istersen, işte anahtar.
Cumartesi sabah erkenden yola çıkıyorum. Yaklaşık yüz kilometre yolum var. Macera işte. Çoğunluk topluca piknik yapmayı, beraberce eğlenmeyi seçerken ben yalnızlığa koşuyorum.
Yalnızlık, belki de kendime doğru açılan kapının eşiği. Uzlet vakitlerinde kendimi buluyorum. Beden ve karakter örtüsü ile kafeslediğim gönül kuşu, yalnızlık vakitlerinde özgürlüğe kanatlanıyor. Kayıtlar, şartlanmışlıklar, kaygılar, yargılar düşüyor bir bir. Ayaklar yerden kesiliyor ve tüy kadar hafiflediğimi hissediyorum…
Beton istilasıyla boğazı sıkılan kentten uzaklaştıkça bol virajlı orman yolunda nefes almanın ne büyük saadet olduğunu hücrelerime kadar hissedip bir kez daha şükrediyorum. Ufukta Karadeniz sahilleri belirdiğinde sağlı sollu köy tabelaları çoğalıyor.
İlkbahar güneşi ortalığı yavaş yavaş ısıtmaya başlarken köye ulaşıyorum. Dere kıyısında, küçücük bahçesi olan ahşap bir ev burası. Satın alacak değilim, çok da genişlik gerekmiyor, bir oda bile yeter bana. Sadece kendimi dinleyecek, sadeliğin, doğallığın, samimiyetin henüz kaybolmadığı bir atmosferde, kendime doğru yolculuğa çıkacağım.
İçeri girip sağı solu kolaçan ettikten sonra küçük valizimi bir kenara fırlatarak kendimi yatağa bırakıyorum. Ne gürültü, ne yoğunluk, ne keşmekeş, ne kaos! Dünya varmış!.. Öğle ezanına daha çok var. Az kestirsem mi?..
BATAKLIK, VADİ VE ZOR GEÇİT
Tam derin bir uykuya dalmak üzere idim ki kapı vuruluyor. Hayrola!.. Buralarda beni kimse tanımaz, gelen kim ola ki?.. Hafif aralık bıraktığım pencereden başımı uzatıyorum. Yağız köy delikanlılarından biri. Elinde kapaklı bakır sahan. Belli ki henüz komşu hakkının unutulmadığı bu iklimde, misafiriz diye bir şeyler ikram edecek!
Kapıya çıkıyorum. Selamlaşıyoruz. İçeri buyur ediyorum. Aslında hiç kalsın istemiyorum, sahanı bırakıp gitse doğrusu işime gelir.
Hani öyleyizdir, bazen içimizden gelmediği halde hoş teklifler yaparız insanlara. Mesela gecenin bir yarısı bizi aracıyla eve bırakan arkadaşa, “Yukarı buyur, bir kahve içelim” demek gibi. Ne bunu diyen, nede muhatap olan, bunun samimi olmadığını bilir aslında. Gece yarısı eve mi çıkılır?.. Yine de nezaket gösteririz. Karşıdaki de nazikçe “Geç oldu, başka zamana, alacağımız olsun” der, gider. Samimiyetsizlik mi yoksa sevimli bir insani hal mi, karar vermiş değilim.
Bizimki içeri giriyor. Biraz şaşırsam da mademki buyur ettim tabii gelecek deyip hemen toparlanıyorum. Fazla kalmayacağını söylüyor. Köy şivesiyle konuşan bu gencin adı VELİ.
İsme bak!.. Biraz bu çevreyi, görülecek yerleri soruyorum Veli’ye. Bütün detayları ile anlattıktan sonra önerisini açıklıyor:
- Ağabey! Herkes ya sahile iner ya derede balık peşinde koşar. Bence sen zirveye doğru yürüyüş yap. En sağlıklısı bu!
İyi ama Veli, yakında dağ filan gözüktüğü yok. Ben de iki günlüğüne buraya geldim.
Biraz yorucu olmaz mı, diyorum.
Veli köyün epey ilerisindeki dağdan, oraya nasıl ulaşacağımdan, geçitlerden söz açıyor:
Buradan doğruca yürü abi. Dosdoğru gidecek sağa sola sapmayacaksın. Kararlı olacaksın. Yolun uzunluğu falan gözünü korkutmayacak. Epeyce gittikten sonra karşına geniş bir bataklık çıkacak!
Yok, artık eminim bana rahat yok. Şunun şurasında dinlenmeye geldik, tavsiyeye bakar mısınız?.. Biraz gerildim ama belli etmemeliyim. Nasılsa az sonra kalkar, gider. Hem bir sahan dolusu halis kaymak getirmiş, insanlık bilmiş, misafir demiş, ayıp olmasın. Ama biraz da ne istediğimi belli etmeliyim:
Veli kardeş, biz dinlenmeye geldik, sen sefere çık diyorsun!
Abi hayat bir sefer değil mi?.. Dünya dinlenecek yer değil, burası yolcunun mola yeri, sakın uyuklamayasın, otobüs kaçar sonra!..
Tamam, ben burada da buldum birini. Hep derim ya, bana normali çıkmadı. Köylü dediğim genç şimdi de tasavvuf dersi veriyor. Neyse dinleyelim bakalım:
Ben kesmeyeyim sözünü Veli, sen devam et.
Sağol abi… Nur olasın…
Sen de sağol.
Ayağa kalkıp pencereden görülen araziyi işaret ederek tarife başlıyor:
Ne diyordum abi?
Buradan dümdüz yürü, sağa sola sapma, epey bir gidince karşına geniş bir bataklık çıkacak!
Hayy ömrüne bereket. Tamam. Epey gideceksin. Pes etmek yok ama. Kupkuru, çöle benzeyen arazinin bitiminde karşına büyük bir bataklık çıkacak. Bizim buralarda o bataklığa EMMARE deyiveriyorlar. Sazlıkları, böğürtlenleri, kuş üzümleri çoktur oranın. Sakın aldanma. Çiçeğine, meyvesine aldananlar dibi boyladılar. Bir daha da çıkmaları mümkün olmadı.
Niye biri gelip çıkaramaz mı?
EMMARE bataklığında çırpınana yaklaşırsan muhtemelen seni de yanına çeker abi! Onun için pek kurtarmaya gelen olmaz…
Eeee sonra?
Bataklığın çiçeğine, meyvesine iltifat etme. Kıyıdan, dikkatle, taşların üzerinden üzerinden yürü… Bir süre sonra karşına bir vadi gelecek.
Bataklık, vadi, çiçekler, engebeli yollar… Sonu hayrolsun bakalım. Neye niyet neye kısmet!
Niyet hayır, akibet hayır abi. Niyetini hiç bozmayacaksın bu yolda.
Vadinin adı var mı?
Olmaz mı? Köylük yerler buralar. Hepimizin lakabı olduğu gibi arazimizin de adı hep vardır. LEVVAME vadisi orası. Orası biraz ürkütücüdür.
Ne gibi?..
Kâh su şırıltıları duyarsın, kâh kurt ulumaları. Kâh içinde ümitler belirir, kâh karamsarlığa düşersin. Hatta bırakıp eve dönesin de gelir.
Yok o kadar yol teptikten sonra dönmem Allah’ın izni ile.
“Aslan abim” diyor. “Aslan; Galatasaray” diye espriyi patlatıyorum. Yaşasın deyip zıplıyor Veli. Meğer Galatasaraylı imiş. Sonrasını anlatıyor kısa kısa.
Senin de vaktini almayayım abim. LEVVAME vadisinden sonra MÜLHİME geçidi gelecek önüne. Bu geçit çok sarptır, kayalıkları, uçurumları çoktur. İçinden gürül gürül ırmak akar. Ama onun da coşkusu pek fazla. Benim diyen adam içinde duramaz.
Nasıl yani?
Hani rafting falan deyiveriyorsunuz ya siz. Onu bilenler eğleniyor oralarda. Bir de alabalık almak isteyen usta avcılar. Ama girdapları çoktur.
Orayı geçmek zor mu?..
Zorluk yok abi. İçinde inanç ve istek olduktan sonra zor da neymiş?..
Kolay geçmek için ne yapmak lazım?..
Oraya geldiğinde biraz soluklan abi. Cennet gibi güzelliklerin buğusunu kokla, kuş cıvıltıları yükselen uzak bahçeleri seyret bir süre. Bazen Levvameden ulumalar da duyacaksın ama bülbül seslerine, su şırıltısına kendini verirsen duymaz olursun.
Bir süre susuyor Veli. Uzun uzun ufka dalıyor. Sanki kolay yolu söyleyecek de kabul etmeyecekmişim gibi bir kaygı sezinliyorum güneş yanığı simasında. Havayı dağıtmak için soruyorum:
İyi de Veli Mülhime geçidinden sonra zirveye veya sahili selamete daha çok var mı?
Sen ne diyorsun abi, yolun yarısı bile değil Mülhime.
Nasıl geçileceğini demedin.
Ha deyiverem abim. Demin nehir kıyısında balık tutanlar göreceksin dedim ya,
Evet dedin.
Onların içinde çok olgun gördüklerinden birine yanaş ve “Beni ustaya götür” de! Biraz naz ederler. Samimiyetini, niyetini, gayretini okumak için yok filan derlerse de ısrar et. Onlar yukarıdaki ustaların adamları. Seni onlardan birine götürürlerse yaşadın!
Veli yukarısı dediğin yer nere? Yukarıdakiler de kim?..
Yukarısı MUTMAİNNE yaylası abi. Çok geniş bir düzlük orası. Bataklığı aşan, vadileri geçen, geçitlerde pes etmeyenlerin otağı. Gerçek huzura erenlerin yazlık köşkleri var orada.
Yazlık dedin, esas ikametgahları ora değil mi?.
Değil abi. Onlardan kimi zirvenin RADİYE tarafında, kimi MARDIYYE semtinde, kimi sislerden bizim göremediğimiz SAFİYE tepesinde oturur. Asıl ikamet yerleri Mutmainne değil yani. Bahar aylarında oralara gelirler.
Niye geliyorlar?
Kurban olduğumun abisi, onlara soru sorulmaz ki? Sorulmaz ama ben gördüğümü deyiverem gene sana!
Evet, lütfen!
Mülhime geçidine kadar kimler gelmiş, yukarıya doğru kimleri çekebilirler, bunu tespit için gelirler. Balık tutmaya yolladıkları adamları nadiren birkaç kişiyi taşır onlara.
Oralar dağ başı ise onlar için tehlike, korku filan yok mu?
Ne diyon sen abi? Tehlike, korku, hüzün yok onlara. Daimi huzur diyorum daimi huzur. Hep huzurda onlar, korku, hüzün niye olsun?
İyi de onların adamları bizi yukarı çıkarırlar mı? Bunca zorlu çabayla gelinen yere herkesi almazlar herhalde?
Veli biraz manalı biraz da alaycı edada gülümsüyor:
- Herkesin kaç kişi abi?.. Ne herkesi? Sen kendine varmak istemiyor muydun? Sen sanal kalabalıklardan gerçek Teke erişmek niyetinde değil miydin?.. Herkesin olamaz senin. Bataklığı göl sanıp aldanmaz, vadide oyalanmaz da geçide gelir, balıkçıyı da görürsen, nasibin var demektir…
…
… …
… … …
Veli; derin bir genç. Ne amaçla yola çıktım, önüme ne geldi?.. Allah’ın işine akıl mı erer?.. Daha öteyi, MUTMAİNNE yaylasından yukarı zirvelerin halini sormak istiyorum. Kesiyor:
Mülhime geçidinde debelenen, kâh Levvameye kâh Emmareye düşen bizler için daha yukarıyı konuşmak havanda su dövmekten farksız. Balıkçı seni alıp köşklerden birine götürürse şükret.
Kim var köşkte?..
Onu gidince görürsün. Daha zirveleri de, olacakları da, sana oradaki zat anlatır. Haydi bana müsaade abi..
Avlu kapısından seri adımlarla çıkarken ardından sesleniyorum:
Veliiiiiii, dinlenip sabah erken yola çıksam olur mu?
Bana kalırsa şimdi çık abi! Günler de uzadı. Zor geçide akşam ezanından önce ulaşırsın inşallah…
Bedenim ve duygularım isyanlarda. Şehrin yoğunluğundan kaç, dinlenmek için onca yol gel, karşına yeni bir yolculuk çıksın. Olacak şey değil. Ama direniyorum. İşte bu anlarda içimdeki üç sesin bitmeyen kavgası yeniden alevleniyor:
Nefsim: “Yat aşağı, köylü gencin aklıyla mı hareket edeceksin, okumuş adamsın, bakma sen onlara” diyor.
Aklım: “Belki yeni göreceğin değişik şeyler olabilir, yorgunluk gibi görünenler zihin açıcı, gönül genişletici neden olmasın? Bir dene istersen, ama istersen dinlen, sen bilirsin!” diye söze giriyor.
Derinlerden, fısıltı ile seslenen, nefis ve aklın gürültüsü arasında sesini duyurmaya çalışan Vicdanıma kulak veriyorum:
Vardır bir hikmeti! Durma, çık yola!
Kamp çadırı, uyku tulumu, biraz azık alarak evden çıkıyorum.
Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler!…
1. BÖLÜMÜN SONU
Yollar Kalbe Çıkarken!.. (2. Bölüm)
Veli’nin önerisine uyarak gerekli malzemeleri sırtlanıp yola koyuluyorum. Sahilin aksi istikametinde ilerlerken nefsim:
- Yol yakınken dön. Aklını başına al, diye durmaksızın söyleniyor.
Köyün yaslandığı sıradağ torunu tepelere tırmanıyorum. Sahilde güneşlenenleri, denizde kulaç atanları gördükçe nefsimin söylemine hak verecek gibi oluyorum. Kendimi yenik hissediyorum bu saatlerde. Vicdanım gene bırakmıyor sağ olsun:
- Dinleme sen onu, yürü. Yolunca devam et…
Kalabalıkların tersine yürüyorum. Tasavvuf da büyük ölçüde bu demek zaten. Normal olana, kalıplara, alışkanlıklara, alışılmış değerlere(!) baş kaldırarak yürümek!…
Kolay mı?..
Yalnızlığı, kınanmayı, garip görülmeyi, çoğunluğun tuhaf bakışlarını göze almışsan kolay. Ama bizim şoför İsmail amcanın tabiri ile “Hem şoför mahalli, hem cam kenarı olsun”, “Ne şiş yansın, ne kebap” türünden iki tarafı da idare eden münafıkça, fâsıkça yaklaşımlarla yürüme niyetindeysen işte zorluk o zaman başlıyor. Çünkü şirki affetmiyor bu yol.
Tatil yapacaksan deniz orada. Balık tutacaksan dere yanı başında. Ama kendine doğru yolculuğa çıkacaksan, bunları da birlikte yürüteyim diyorsan şirkin azabı alev alev sarar her yanını. Feryad ü figanın dağları inletse de kimse duyamaz, kimse söndüremez. Çünkü sen kendi ateşini kendin körükledin!
Bunları düşüne düşüne ilerliyorum. Tepelerin ardına geçtim. Köy görünmüyor artık. Evler gözden kaybolunca nefsim de sustu. Deniz yada dere diye vıdı vıdı edemiyor, baskın çıkamıyor. İnsan mesken tuttuğu, sıkı sıkıya bağlı olduğu şeylerden uzaklaşma cesareti gösterdikçe nefsinin yavaş yavaş alt olduğunu hissediyor. Bunu hissettikten sonra aklın ve vicdanın sesini dinlemek daha da kolaylaşıyor.
Tepeden sonra alabildiğine uzun bir düzlük çıktı önüme. Bozkır buralar. Yeşil ve mavi gerilerde kaldı. Güneş tepeme vurdukça omzumdaki yükün ağırlığı kat kat artıyor. Çadır, uyku tulumu, konserve, meyve, biraz ekmek ve matara. Askerde tatbikatlara çıkarken yüklenirdik bunları. 25 kiloyu bulan, yol uzadıkça ağırlığı her yanımızı ağrıtan teçhizatlar.
GÖL MÜ, BATAKLIK MI?
İki saati aşkın yürüdükten sonra etrafı sazlıklarla çevrili, yaban ördeklerinin dalıp çıktığı, kurbağaların kuşlara vokal yaptığı yere geliyorum. Burası bir göl… Arazi çorak, kupkuru. Ağaç tek tük. Kıyısına yaklaştığımda, ön taraflar bataklık olsa da daha ileride hoş manzaralar görüyorum. Biraz soluklanayım. Velinin sözleri yankılanıyor kulaklarımda:
- Emmare Bataklığına aldanma, meyvesinden tatma, çabuk geç, durma.
İnsafsız Veli!… Amma da abarttın yaaa! Her gölün kıyısı biraz bataklık olur. Ne var bunda?
Yok, biraz oturmalıyım. Nefeslenmeliyim. Bulduğum ufak bir düzlüğe oturuyorum. Yükümü kenara bıraktım. Ayaklarım toprak yüzü görsün. Askerde her cuma yürütürlerdi çıplak ayakla. Toprak, biriken elektriğimizi alırmış. Böylece stres ve yorgunluk gidermiş. Biraz öyle yapıyorum. Bu arada göle hâkim noktadan ileride neler olup bittiğini seyredebiliyorum.
Kıyıda küçük rıhtımlar var. Süslü saltanat kayıkları gidip geliyor. Çığırtkan kadınlar ve erkekler sesleniyor:
- Eğlencenin âlâsı bizdeeeee. Hem de bedavaaaaa. Kalkıyooooor haydi kalkıyoooor.
İleride göl ortasında tahta kazıklar üzerine oturtulmuş ahşap mekânlardan kulakları patlatan bir gürültü yükseliyor. Şarkıcıların sesleri, elektro enstrümanların tiz tınıları, eğlenenlerin şuh kahkahaları doğrusu nefsi cezbedecek türden.
Kıyıda çiçek satan kadınlar, uğur dağıtıyorlar Emmare gölüne bilet alanlara. İyi giyimli teşrifatçı beyler başka bir şeye davet ediyorlar. Anladıııımmmm… Kumar buuuu… Bol para bol şans….
Biraz aşağıya doğru insem, azıcık takılsam kıyamet mi kopar?..Nefsim ellerini oğuşturuyor sevinçten:
- Durma, durma, haydi kalk gidelim…
Vicdanım yakamdan kavrıyor:
- Otur, bir yere gitmiyorsun!
Niçin ama, diyorum vicdanıma. Vicdanım bu defa çok felsefi konuşuyor:
- Gördüğün; olanın hakikati mi acaba?…
Hoppalaaaa!..
- Niçin hakikati olmasın, basbayağı görüyorum işte. Vicdan, inan çok haksızlık ediyorsun!
Vicdan gözüme doğru elerini uzatıyor:
- Perdeyi kısa süreli açıyorum. Bir de benim gözümle bak şimdi.
Vicdanın elleri gözlerimin önünden şefkatli bir anne sıvazlaması ile geçtikten sonra gördüklerim karşısında irkiliyor, hissettiklerimden ürküyorum.
Masmavi göl dediğim yer kapkara bir bataklık şimdi. Kahkaha atanlar, eğlenenler, günü gün edenler korkunç bir ıstırapla inliyorlar… Feryatlarına can dayanmaz. Kıyıdaki çiçekçi kadınlar birer cadıya dönüştü. Göle inip çıkanlar ördek değil, leş kargaları, akbabalar ve pislikten beslenen alıcı kuşlar…Ve iğrenç bir koku yayılıyor her yana. Yüz tane şehrin kanalizasyonu bir yere aksa ancak bu kadar pis kokar.
Kaçmalıyım. Bir an evvel uzaklaşmalıyım buradan.
Toparlanırken vicdan tekrar perde çekiyor. Geriye bakmıyorum artık. Kıyıdan, Velinin dediği gibi taşlara basa basa yürüyorum. Ya ayağım kayarsa?!.. Korkma diyor içimdeki Hakkın sesi. Korkma, Hakka tabi olmuşsan görünmeyen kuvveler tutar elini.
Biraz dinlenmiş olmaktan güç alarak yürüyorum. Taşlara basa basa ilerlerken göl yüzeyini kaplayan nilüferler, içimde acaba geri dönsem mi dedirtirken, arada bir başını çıkaran timsahlar, ileriye dönük azmimi tetikliyor.
Düşme, kayma korkularının tedirginliği, ileride erişeceklerimin iştiyakıyla bataklıktan çıkıyorum. Ardımdan seslenmeye devam ediyorlar. Eğlenceye çağırıyorlar. Ama dönmeyeceğim. Bir kez durup başımı çevirirsem, ne olacağı konusunda kendime güvenemiyorum.
Babayiğitlik kaldırmaz bu bataklık, bir kere içine çekildin mi, yiğitlik, delikanlılık da sökmez orada.
PİŞMANLIK VADİSİ
Bataklık görünmez oldu. Midemi kaldıran pis kokusu hala geliyor azar azar ama ileride Levvame Vadisi göründü. İkindi molasını orada vermeliyim. Vadinin girişinde bir çeşme başında soluklanıyorum. Soğuk pınarın suyuyla abdest, önce bedenime, sonra ruhuma can katıyor. Gecikmiş bir öğlen, az sonra da vakti girince ikindi eda edeceğim. Öğleyi çabuk kılıyorum vakit epeyce dar…
Namazdan sonra çeşmenin hemen yanı başındaki salkım söğüdün altına bohçamı açıyorum. Konserveler ve meyveleri dizdim itina ile. Uzakta, sırtında yün kepeneği, elinde kavalı ile bir çoban görünüyor. Gelse, biraz süt verse fena olmaz hani. Ama nasıl derim?..
Nevalemi atıştırırken esen serin rüzgâra açıyorum bağrımı. İnsanın ateşini alıyor ağaç dallarına ıslık çaldıran rüzgâr. O da ne?.. Çoban elinde bir bakraçla bu yana geliyor.
Toparlanıp ayağa kalkıyorum:
- Hoş gelmişsen beyim, diyerek selam veriyor.
Samimiyet, doğallık, riyasız, iddiasız yaşam demek çobanlık! Bütün peygamberler çobanlık yapmışlar. Özel bir muhabbet beslediğim Üveys El Karani (ks) de çoban.
Nereden gelip nereye gittiğimi soruyor. “Kendime yolculuğum” diyorum. Zor olanı seçtiğimi söyledikten sonra;
- Bu yolun has gıdası süttür. Sana süt getirdim. İç biraz. Biraz da kabına al. Gücün tükendiğinde, ümidin bittiğinde, artık olmaz, dediğinde bundan içeceksin.
Hayret! Alt tarafı süt işte… Ne özelliği var ki?..
- Başka sütlerle karıştırma. Bu muhabbet sütü… Çobanlık yapan velilerden, insanlığı kurttan korurcasına şeytan ve ordusundan koruyan nebi ve rasullerden süzülerek akar kalp tasına… Nasibi olan içer Muhabbet Sütünü…
Bir kâse alıyorum. Tadı bambaşka. Doyulacak gibi değil muhabbete. Bir kâse daha, bir kâse daha, bir kâse daha derken çoban kolumu tutuyor:
- Yeter! Çok içenler sarhoş olup kendinden geçti. Görecekleri nice güzellikler varken sütün güzelliğinde yitirdiler kendilerini. Yolun uzun, dozunda bırak, ölçülü iç.
- İyi ama muhabbette de ölçüyü tutturmak zor be birader. İnsanın içtikçe içesi geliyor. Nasıl yapsak?
Çoban havayı değiştirmek için kavalını hazırlarken mırıltı halinde söylüyor:
- Aklın var ya, ne güne duruyor? Duygun kabardığında aklınla dengeleyeceksin kendini…
Kavalın ağız kısmını temizledikten sonra üfürüyor. Deliklerden taşan nameleri hatırlıyor, alçak sesle eşlik ediyorum:
Benim efendim !
Ben sana bendim !
Bir üfledin de
Yıkıldı bend’im.
Ben ki, denizdim,
Dağ başı bendim.
Şimdi sen oldun,
Âleme pendim.
Benim efendim !
Benim efendim,
Feza levendim !
Ölmemek neymiş;
Senden öğrendim.
Kayboldum sende,
Sende tükendim!
Sordum aynaya:
Hani ya kendim?
Benim efendim !
Benim efendim!
Emri yüklendim!
Dağlandım kalbden
Ve mühürlendim.
Askerin oldum,
Başta tülbendim;
Okum sadakta,
Elde kemendim.
Benim efendim. (*)
…
Muhabbet dendi mi Efendimiz, Efendimiz dendi mi muhabbet taşıyor yüreklerden. Emmare bataklığına bir an kayan gözlerime yazıklar olsun!.. O kadar pişmanım ki!… Kendimi o derece kınıyorum ki, dünyanın en yaramaz, en berbat adamı benim diye dövünesim geliyor. Daha hızlı gelebilirdim buralara, oyalanmayabilirdim, geç kaldım işte, geç kaldım geçççç!… Hem de çok geççç!…
İçim ha bire coşarken çoban usulca toparlanıyor. “Nereye, henüz erken” desem de;
- Vakit ikindi… Koyunların uyku vakti. Benim de zikir saatim. Onlar uyuyacak ben zikredeceğim, diyerek uzaklaşıyor. Birkaç adım gittikten sonra;
- Nefsine prim vermemek için kendini hakir görmek iyi ama, kınamada yine de çok aşırı gitme. Levvame vadisinde bunlar çok normal. Ama unutma daha çok yolun var!
İkindiyi eda edip kalkıyorum.
ZOR GEÇİT
Levvame vadisini geçerken bazen Emmareye ait sazlıklar, gölcükler, bazen ötelere ait şirin bahçeler görüyorum. Bahçelerde açan çiçekleri, tepeleri tutan yasemin ve gelincikleri seyrederken, Güle hasretim artıyor. Batak yerlerde pişmanlığım, hüznüm kabarıyor. Kâh ümit meltemi ile ferahlıyor, kâh kınama lodosu ile yanıyorum.
Bentler, dereler, çukurlar derken tekrar açık araziye çıkıyor yolum. Güneş yavaş yavaş guruba yönelirken, yüce dağların gölgesi düşüyor üstüme. Onların gölgesinde yürümek, yolu kolaylaştırıyor.
Yolum birden eğime dönüştü. İnişe doğru yürümek, çıkmak kadar zor şimdilerde. Onca yükle düşmemek, savrulmamak özel bir gayret istiyor. Dağlar epeyce yukarıda kaldı. İne ine en aşağı vardım.
Burası yeni bir vadi. Vadiden çok dar bir boğaz, zor bir geçit besbelli. Dönmek yok, ayaklarıma kan otursa da, dizlerimin bağı çözülse de güneş batmadan balıkçıya ulaşmalıyım.
Sarp kayalıklar üstüme yıkılıverecekmiş gibi iki yanımı sarmış vaziyette. Yanımda akan nehir öylesine çağlıyor ki, sanki içine alıp sürükleyiverecekmiş gibi… Nehir kıyısınca ilerliyorum. Ben güç bela yürürken iki de bir botla geçen raftingcilerin el sallaması yok mu, moralimi alt üst ediyor. İşi öğrenmişler, havasını da atacaklar tabii… Değil bota binmek, bu nehre ayaklarını sokup biraz yüzmek bile korkunç geliyor. Canımı yolda bulmadım, nemelazım yürümeme bakayım ben…
Keskin dönüşlerde suya giriyorum. Ayakta durmak zor olsa da mecburum buna. Bazı yerlerde de ufak köprüler var. Bir o yana bir bu yana geçerek ilerliyorum zor geçitte. Dönüşler azalıp kayalıklar biterken nehir hafif yaygınlaşıyor, ufak bir düzlüğe çıkıyor yolum.
Balıkçıları karaltı halinde görebiliyorum buradan… Gücüm tükendi, o biçim yoruldum ama son bir gayret… O da ne? Balıkçılar uzaklaşıyorlar. Eyvah!… Ya yetişemezsem… Son kalan iki üç kişiye haykırıyorum:
- Heeeeyyyy! Az bekleyin nolur! Heeeeeyyy!…
İçlerinden biri başını çeviriyor. Şükür. Hadi biraz daha hızlanmalıyım. Az kaldı, yetiştim inşallah, az kaldı…
Orta yaşlı balıkçının yanına geldiğimde nefesim kontrol edilecek gibi değil. Oracığa yığılıyorum. Balıkçı yaklaşıyor:
- Soluklan, bu acele niye, dinlen bakalım, dedikten sonra nehre daldırdığı kovayı suyla doldurup suratıma boca ediyor…
Ohhh. Bu pek iyi geldi doğrusu… “Hayy ömrüne bereket amca” diyecek oluyorum:
- Amca, dayı, abi kayıtları bitti burada. Bu diyarın sakinleri birbirine sadece isimleriyle hitap ederler. Çünkü yaş ve tecrübe değil, kalp ve takva geçer akçe burada. Kalpten bakanlar için de üstünlük unvanlara bağlı değil…
Belli, ilk sözlerden belli ki artık çok farklı bir diyardayım. Balıkçı devam ediyor:
- Adım HASBİ… Tanışalım…
Adı gibi hasbi adam, mert, açık, samimi. Örtüsü yok, iddiası yok, unvanı yok. Hasbi işte…
Tanışıyoruz. Diğer balıkçılar yolu çoktan aşmışlar. Ama bir şeye şaşıyorum; çağlayarak akan deli nehir ileride dağların altına giriyor. Sanki mağaranın, tünelin içinden akıyor. Raftingciler korkusuzca dalıyorlar içeri. Ben girsem kafa göz kalmaz alimallah. Balıkçılar da sarp kayalardan tırmanarak çıktılar ileri yaylaya. Gördüm, çok da kolay çıktılar. Düz yolda yürür gibi. Tuhaf…
AĞIRLIKLARLA GİDİLMEZ
Hasbi, ben dinlenirken oltayı, misinayı, yemleri toparlayıp çantasına koyuyor. Biraz sonra da sanki hiç yokmuşum gibi dönüp gidiyor. Allah Allahhh… Ya ne iş bu?.. Koşup ardından yetişiyorum. Ne diyecektim?.. Veli ne demişti?.. Hah hatırladım, “Beni ustaya götür” diyecektim.
Hasbinin eline yapışıyorum, “Kurbanın olam, beni ustaya götür.” Oralı bile değil. Yürüyor adam. Bir daha deniyorum:
- Nolur beni ustaya götür.
Haşin bakışlarla başını çevirerek:
- Usta, rehber, hoca arıyorsan öndeki arkadaşlara takılacaktın. Ustam yok benim.
Hasbunallaaahhh!… Burada balık tutanların hepsi biri adına çalışır demişti Veli. Şifre de ustaya götür demekti. Ne desem acaba?.. Durmadan yürüyor adam. Kaylıklara da geldik. Kendi tırmanır beni burada bırakırsa naparım?..
- Hasbi! Yanlış konuştuysam bağışla, ustadan derdim elimden tutacak ehil zat. Bu geçitleri aşıracak zat. Onu demek istedim.
Susuyor ama elini de uzattı sağ olsun. Kayalıklara çıkıyoruz birlikte.
- Sakın aşağı bakma, elimi de bırakma, diyor.
Öylesine sarp, öylesine ince ve sivri kayalardan aşıyoruz ki elim bir kurtulsa parçam kalmaz herhalde… Yukarı çıkıyoruz… Çantasını bir kenara koyuyor. Nehre tepeden bakıyoruz buradan. Çıktığımız kayalıkların üstü uçurum. Uç kısma yaklaşıp nehri seyretmeye korkuyorum. Zaten yükseklik korkum var, bırak başıma iş almayayım.
Hasbi suskunluğunu bozup pazarlık yaparcasına söze giriyor:
- Bak, benim ustam, rehberim, hocam yok. Sadece gönlümü seve seve verdiğim Dostum var! Dostum da bu tarz köle- efendi ilişkisi çağrıştıran kavramları hiç sevmez! Dosta gidelim diyorsan, buranın şartlarını kaldırabileceksen gideriz. Aha, evi şu yukarı düzlükte.
Akşam alacası dağlara çökerken ışığı yanan evlere bakıyorum. Dağ köşkleri bunlar. Dağ eteğine yapılmış ahşap küçük evler.
- Bu köşklerde mi Dost?
- Ne köşkü?.. Köşk, saray, villa gibi dünyalık riya kokan evler bize göre değil. Kulübe o köşk dediklerin. Dostum da işte şu ufak olanda dinlenir bahar aylarında.
Ayaküstü, gideceğim yeri, ulaşacağım zatı, yaşamını, halini öğrenmek istiyorum.
- Galiba sen onun hizmetindesin değil mi?..
- Bak, hizmetlilik, uşaklık gibi kavramlar da yok lisanımızda. Ben onun gönüllüsüyüm. Ücretim hakka ait. Yanında olmak yetiyor, hem ücret de ne ki?..
Yok, anlaşılan ben bu defa çok çok farklı bir yerdeyim. Alışık olduğum hiçbir hale uymuyor bu defa karşıma çıkanlar. Hayırlısı bakalım.
- Eee ne duruyoruz, gitmeyecek miyiz Dosta?
Soruma karşılık acaip isteklerle karşılık veriyor:
- Saatini çıkar!… Cep telefonunu da!… Sırtındaki o yükü de indir, hepsini ver bana!…
Garip… Saatimi, telefonumu ne yapacaksa!..
- Cüzdanını da ver!
- Biraz para ve kartlar var onları boşaltayım mı?
- Hayır, öylece ver!
Cüzdanı da verdim… Hepsini alıyor ve uçuruma doğru yürüyor. Haydi yallah, fırlatıyor hepsini nehre!.. Sırt çantamın suya düşüşü şıraaak diye yankılanıyor kayalıklarda…
…
Bittim ben. Her şey gitti. Dönüşe çırılçıplak kaldım… Uçurumdan dönen Hasbi gözlerimin içine bakarak;
Sırtında ağırlıklarla gidilmez Dosta!.. Bağlardan soyunmayı göze alamayan çıkamaz bu yaylaya!..
Ya Hu mübarek, iyi de saatimden ne istersin?
Saatin değil mi seni AN sınırsızlığından vakit kaydına hapseden?.. Cep telefonun değil mi hep geridekileri düşündürüp ayak bağlarını canlı tutan?.. Azığın, yükün, erzakın değil mi seni beden kaydına sokan?.. Cüzdanın değil mi Razzzakı unutturup maişet girdabında bocalattıran?..
Diyecek söz yok tabii… Ne diyebilirim ki?.. Çıkmışız bir kere yola. Soysalar da vursalar da teslimiz…
OLTAYA GELEN PİŞECEK
Yaylaya çıkıyoruz. Ahşap kulübeye yaklaştıkça heyecanım artıyor. Hasbi balıklardan söz açıyor.
- Bazı balıklar çok çırpınır oltaya gelirken. Hep kaçmak isterler… Ama bir kere kanca saplandı mı kurtulmalarına imkân yoktur.
- Çok acımasızsın Hasbi!
- Çoğu balık bunu acımasızlık sanır. Aslında bilse, oltaya gelmekle beden kaydından kurtulacak, bilse karnı deşilip içinin pisliğinden arınacak, bilse iyice pişip yanarak cana şifa, ruha safa olarak yeniden canlanacak, hiç çırpınmazlardı… Ama nereden bilecekler ki!..
Mesaj kime, gayet iyi anlıyorum. Oltaya gelen benim burada. Oltayı atan da aslında Hasbi görüntüsü altında onu görevlendiren Dost!.. Kanca atıldı, çırpınsak da dediği süreçleri yaşayacağız aşama aşama. Bundan sonrasında kaçış yok artık.
…
Kulübeye giriyoruz. Sağda ufak bir odaya alıyor. Özlemişim ahşap dağ evlerini. Abant yaylalarında gördüklerime benziyor. Etrafı incelerken tekrar geliyor:
Ben balıkları kızartırken, duşunu al. Şu dolap kapağı gibi görünen yerin ardı banyo.
Kolu çeviriyorum, içerisi modern bir banyoya açılıyor. Her şey enfes düşünülmüş.
…
Çıktığımda elbiselerimi göremiyorum. Bir süre sonra elinde gayet temiz, ütülü, yeni elbiselerle geliyor:
- Bunları giyeceksin!
- Ötekiler?
- Balık kızartıyorum onlarla… Ocağın altına sürdüm… Bir güzel yanıyor ki sorma. Gel bak istersen!
- Yok, istemem kalsın!…
Sırt çantası, saat, telefon derken elbiselerim bana kalsa şaşardım zaten…Elbiseler de gitti.
Yenileri hiç alışık olduğum tarz değil. Hatta giyenleri senelerce kınadığım türden. Napalım, başka çare yok giyineceğiz. Hasbi’ye takılacağım, hep o mu üstüme gelecek?
- Hasbi! Traş makinen varsa saç traşı da yapsaydık, oldu olacak tam olsun bari!
Yok yok o kadar değil diye güle güle katılarak mutfağa dönüyor…
…
Akşam namazını kılıyorum. Biraz tesbih ve zikir derken :
Gel bakalım Dosta çıkıyoruz, diyerek kapıdan el ediyor.
Kimi göreceğim, bu defa karşıma kim çıkacak, düşünceleri zihnimde boğuşurken soruyorum:
-Huzura çıkarken nasıl davranayım Hasbi? Münasibi ne?
- İlahi sen!.. Huzura çıkarken ha? El pençe divan dur, etek öp, yerlere yat!..
Dalgasını geçiyor Hasbi:
- He an Allah’ın huzurundasın, hiç kaygın olmuyor da kulun huzuruna çıkışta bu tören şartlanmışlığı, bu yanlış edep ritüelleri niye?..
- Edep niye yanlış olsun ki?..
- Edep birine el pençe divan durmak değil. Ben çok konuşmayayım Dost anlatır sana..
Merdivenleri çıkarken nefesim sıkışıyor. Üst kattaki salonun giriş kapısında, biraz duralım diyorum Hasbi’ye… Aşağıda sorduğum soruyu daha ciddi yanıtlıyor:
- Onun huzurunda sadece kendin ol… Kendin gibi ol! Ne rol takın, ne havaya bürün. Sadece kendin gibi, anladın?..
Tamam…
Ama heyecanım yatışmadı. Biraz daha zaman kazanmak için soruyorum:
- N’olur ipucu ver, kime geldim ben?…
- Kalbe geldin!… Yolun kalbe çıktı… Kendine gelmek için kalbe geldin!..
Kapı açılıyor… Salonun en ucunda, koltuğunda kitabına eğilmiş bir zat görüyorum yan profilden.. Başını çevirdiğinde hayretten kalbim titriyor. Bu Ooooooooo!..
Bu diyarın kokusunu eserlerinde duyduğum, başka alemleri bugüne taşıyan; iddiasız, riyasız, kalabalıklardan uzak zatın ta kendisi.
- Hoş geldin! Biraz geç olmadı mı?..
Şeyyy.. Evet en başta da biliyordum, en başta da kalbimdeydiniz ama nedense kaçtım biraz. Kalbimdekini kabullenmem zaman aldı. Bağışlayın..
İçimde biriken kaygıları, tortulaşan telaşları alıveren gülümsemesi ile ruhumu kucaklıyor, kalbimi sarmalıyor. El sıkışıyoruz. Yer gösterirken devam ediyor:
2. BÖLÜMÜN SONU
Yollar Kalbe Çıkarken!.. (3. Bölüm)
- Geçen zamanın telafisi yok, biliyorsun değil mi?..
- Evet.Az daha konuşsa bayılabilirim mahcubiyetten. Anlıyor, konuyu iyimser ümitlere çekiyor:
- Napalım, fıtratına uyan vakit şimdi imiş. Sonra konuyu o güne kadar yaşadıklarımdan doğru açıyor:
- Çok gezdin değil mi? Bize gelmemek, kalbine dönmemek için dışarıda dolaşmadığın yer kalmadı!.. Şehir şehir gezdin. Noldu?..
- Her gittiğim yerden bir şeyler aldım, bir şeyler seyrettim ama içimdeki susamışlığı hiçbiri kesmedi. Bir türlü tatmin olmadım.
- Kendine sırt çeviren başkası ile nasıl tatmin olur? Özünde göremeyen; gayrıda nasıl bulur? Kalbinin tersine yürüyen hedefe nasıl varır? Olacak şey mi?..
Ne dese haklı. Sadece susacak, anlamak için dinleyeceğim…Karşılıklı koltuklarda otururken simasını seyrediyorum. Bakışlar çok derin ve oldukça nüfuz edici. İçime işliyor. Bir yandan da engin bir eminlik ve huzur duyuyorum. Korku ve çekince yansıtmıyor insana. Mahcubiyetim, heyecanım geçti. Beni biraz daha rahatlatmak için olsa gerek, masaya yemek tabaklarını dizen Hasbi’ye sesleniyor:
- Yemeğe kadar biraz müzik fena olmaz Hasbi! Yeni getirdiğin cd yi tak bakalım.
Hasbi, müzik setine cd takıyor. Yunus Emre’nin deyişinden alınan anonim besteden dosta nameler yansıyor. Gözlerim gözlerinde, kulağım müzikte. Yeni girdiğim dünyanın karşılama bestesi sanki bu. Can kulağı ile dinliyorum.
Bir kararda durmayalım
Gel gidelim dosta gönül
Hasretinden yanmayalım
Gel gidelim dosta gönül Kılavuz ol gönül bana
Gel gidelim yârdan yana
Canım kurbandır canana
Gel gidelim dosta gönül
Kara haberin almadan
Can bedenden ayrılmadan
Azrail bizi bulmadan
Gel gidelim dosta gönül Gerçek murada varalım
Yârin hatırın soralım
Yunus Emre’yi alalım
Gel gidelim dosta gönül (*)
DIŞARISI DEDİĞİN KALBİN DEĞİL Mİ?..
Hasbi, zengin bir menü dizdi sofraya. Dostun ikramını tatmak üzere masaya geçiyoruz. Yemek olarak önüme gelenlerin neredeyse tamamı sevdiğim nimetler. Çorba olarak tarhana,
ana yemek alabalık, ara soğuklar zeytinyağlı dolma, patlıcanlı ezme. Tatlı olarak kenarda
duran tepside ekmek kadayıfı. Ancak bu kadar olur. Müzik yine anlamlı halk deyişleri ile devam ederken Dostu dinliyorum:
- İnsan çoğu kere kalbinden geçeni önünde bulunca hayret eder. Aslında hayret edecek bir şey yok. Hayat; niyetlerimizin, hayallerimizin, arzularımızın, ihtiraslarımızın önümüze gelmesidir büyük ölçüde. Bunlarda ne kadar zengin ve geniş açılı olursak, zuhur eden de o kadar kolaylaşır, o kadar anlam kazanır ve bir o kadar da güzelleşir.
- Yani aslında dışarısı dediklerimiz; kalbimizdekinin zuhuru mu?
- Öyle de denebilir.
Hasbi balıklardan söz açıyor:
- Her balık bu sofraya gelmez. Dosta getireceklerimi özenle seçerim.
- Yunus’un bu dergâha eğri odun bile giremez demesi gibi, diyorum…
Dost keyifleniyor. Ama ikazını da yapmadan geçmiyor:
- Eski anlatımlarla epey meşgul oldun. Oradan alacağını aldın. Gününüze gel artık. Şimdi yenilenme, yeniye açılma vakti.
…
Çorba, balık, ara soğuklar derken mide yükünü tuttu. Tatlı gelirken yeniye bakışı konuşuyoruz.
- Yenilenme deyince senin gibi eski tarz yetişenler tedirgin oluyorlar.
- Evet,
- Sanki biz eskiyi tamamen silmişiz, sanki bilinen her şeye sırt çevirmişiz sanıyorlar.
- Bana da bir süre öyle geldi.
- Farkındayım. Yenilenme derken, şunu iyi ayırt etmek lazım. VE LEN TECİDE LİSÜNNETİLLAHİ TEBDİYLA ayeti; “Sünnetullahta hiçbir değişiklik olmayacağı”nı işaret ediyor. Bu ayete göre Rasülullah’ın açıkladığı gerçekler üstüne yeni bir gerçek -haşa- gelecek değil. KULLE YEVMİN HUVE Fİ ŞE’N ayeti de “Her an yeni şandadır” diyor…
- Evet,
- İşte yenilenme dediğimiz şey; her an yeni şanda oluşu fark ederek değişen ve gelişen şartlara paralel, çağdaş verileri değerlendirerek değişmez gerçeği OKUyabilmek! Yani; Allah’ın geçmişte olmamış ölçüde büyük lütfu olan çağdaş bilimler ışığında, dünde mecazlarla işaret edilmiş olan muazzam hakikati fark etmeye çalışmak!
- Şu çağda hiçbir devirde olmadığı kadar ilim ve gelişim lütfu var öyle mi?
- Tabii… Mecazları çözümlemek için tam fırsat. Çağ, Risalete paralel akıyor. Hiçbir dönemde böyle olmamıştı.
Sözün bu noktasında derin derin düşünmekten kendimi alamıyorum. Mecazlar üzerine, kıssalar çerçevesinde neler de yazdık, çizdik, okuduk!.. Muhabbetimiz arttı, gerçeğe sevgimiz arttı ama gerçeği ne kadar OKUyabildik, işte orası tartışılır.
- Yenilen dediysek dinde reform yapalım demedik ki… Dinde reform olmaz, algıda, idraklerde, bakış açılarında reform olur.
- Algıdaki, bakış açısındaki yenilenme için önce ne lazım?..
- İMAN… ÖNCE İMAN…
Ben kendimi Yakiyne erdim sana durayım, henüz iman bile etmemişim demek ki. Yoksa bu
cümle gelmezdi önüme. Anlaşılan kilometre sıfırlıyor, yola yeniden çıkıyoruz. Ama onca
emek ve gayret boşa mı gitti Ya Huuu?!.. “Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de ardımıza baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz”.. Öyle mi yani?…
Dost, masadan lavaboya geçerken kaygılarımı okurcasına neşeli tonda devam ediyor:
- Bugün İman günü. Eskiyi, Atalar Dinini tamamen ret, yeniyi kabul, yeniye teslimiyet günü…Bilirsin LA demeden, eskiyi reddetmeden, İLLA ile gelecek yeni idrak açığa çıkmaz!..
Çantam, teçhizatım suya gitti.. Elbisem yenilendi. Şimdi iman tazeleyeceğiz anlaşılan:
- Tazeleme değil!… Yeniden iman edeceksin!…
- Eyvallah, yeniden iman.
Yemek sonrası balkona çıkıyoruz. Dışarıda çekirge sesleriyle armoni oluşturan aşağılardaki nehrin çağıltısı… Gökte alabildiğine yoğun yıldızlar… Hafif hafif esen rüzgâr hanımeli kokuları, gül rayihaları taşıyor balkona. Balkonun üç yanı da sarmaşıklarla kaplı.
Hasbi:
- Kahveleri nasıl alırsınız?
Dost nasıl içiyorsa biz de öyle alalım, diyorum. Hasbi kahve hazırlamaya giderken Dost sesleniyor:
- Semavere bolca su koy, çayı demle. Kahve kesmez bizimkini.
İMANIN HAKİKATİ
Kahveler geldi. Hasbi de yanımızda yerini aldı. İman etmek deyince gülesim geliyor. Daha fazla tutamıyorum kendimi birden bire gülmeye başlıyorum. Noldu, diyor Dost.
- Kendimi şu an ihtida için müftülüğe başvurmuş ecnebi turistler gibi hissettim de…
Dost basıyor kahkahayı. Tam kahvesini dudaklarına götürürken bu sözümü duyan Hasbi’nin burnundan geliyor içtikleri. Öksürükten mahvoluyor. Ne içtiyse püskürüyor, pantolonu, gömleği berbat oldu. Soluk soluğa içeri koşuyor.
Dost, büyük bir keyifle açıyor sohbeti:
- Müftülüğe başvuranlar kelime-i şehadeti okudular mı, ihtida belgesini alırlar. Bu avamın imanı. Biz, bu yola çıkanlar için imanın hakikatini konuşacağız bu gece.
- Anladım, bir an kendimi çok yabancı hissettim de…
- Yabancılık yok, dostuz dedik ya! Ayrı gayrımız hiç yok.
Hasbi çaylarla birlikte kuru pasta ve bisküvi getirdikten sonra müsaade istiyor. Yarın için bazı hazırlıklar yapacakmış. Dost, başıyla ona git işareti yaptıktan sonra İmanın Hakikati konusunu aheste aheste açıyor. Sormadıkça ağzımı açmayacak, eski bilgilerimi devreye sokmadan, temiz bir banda yeni kayıt alırcasına dinleyeceğim:
- Çok basit bir şekilde diyoruz ki; “AMENU BİLLAHİ” uyarısına dikkat ettiğimiz zaman iman etmiş oluyoruz. AMENU BİLLAHİ deki B neye işaret ediyordu?…
- …
- ALLAH İSMİ İLE İŞARET EDİLENİN SENİN VARLIĞINDA OLUŞUNA!.. AMENU BİLLAHİ ayeti ile işaret edilen; Allah’ın senin varlığında oluşu ne demek?..
- Allah benim fani varlığımla kayda girer mi?..
- Tabii ki girmez… “İNSANI HALK ETTİK” diyor. Yaratılmış olan; Allah olur mu?.. İnsan halk edilmiş, dolayısıyla insan; Allah olmaz.
- Evet
- Ama öbür taraftan; “VE NEFAHTU FİHİ MİN RUHIY”; Ruhumdan Nefhettim diyor…“Ruhumdan Nefhettim” ayetindeki işaret; insanda esmanın varlığının açığa çıkmakta olduğunu anlatmak sadedinde kullanılmış!.. Bizim anladığımız kadarıyla.. Bunda da “YERYÜZÜNDE HALİFE MEYDANA GETİRECEĞİM” daha doğrusu YERYÜZÜNDE HALİFEYİ AÇIĞA ÇIKARACAĞIM ifadesi var…Yeryüzünde derken yeryüzü kelimesiyle bildiğimiz dünyayı kastetmiyor…
- Yıllarca dünya hakimiyeti Müslümanlarda olmalı, halifemiz olmalı diye düşündük.
- Geç şimdi o eski bakışları. Yeryüzü ile kast edilen; insanın bedeni… Yani HALK olmuş olan; YARATILMIŞ olan yapı…“Yarattığım insanda esmamın özelliklerini açığa çıkaracağım” demektir; yeryüzünde halife meydana getireceğim demek. Ve bunun nasıl oluştuğunu da VE NEFAHTU FİHİ MİN RUHIY ;Ve Ona Ruhumu Nefhettim ayetiyle işaret ediyor…
- Eyvallah…
Ruhumdan Üfledim Ne Demek?
Nicedir takıldığım bu ruhumdan üfleme konusunu sormanın vakti geldi. Dost sorulara hiç kızmaz. “Ölü gibi teslim ol da beni dinle, her dediğimde hikmet ara” anlayışında değil o. Dillendirilmemiş muhteşem gerçekleri açarken bile, “Benim anladığım kadarıyla” , “Bize açılan ilme göre” diyerek tevazu izhar eder.
Soru ilmin yarısıdır gerçeğinden hareketle, “Soru sormayan beyin için Allah’a giden yol kapalıdır” diyecek kadar cesur!… İşte şimdi sormalıyım:
- Ruhumdan üflemeyi çözmüş değilim. Ötede biri yoksa kim, neye üflüyor ki?..
- Kelimelerin zahirine takılırsan üflenen ve üfleyen ikilemine düşersin. Bak şimdi dinle.
VE NEFAHTU FİHİ MİN RUHIY Ruhumdan dediği; esma mertebesinin özelliği… İnsanın hakikati dediğimiz Hilafet yanı; daha doğrusu HALİFE diye tanımlanan yanı; Allah’ın esmasının Külli olarak yapısında var olması!.. “ADEM’E ESMANIN TAMAMINI TALİM ETTİ” işareti; esma mertebesinin onun, hakikat noktasında var olması itibarıyla ki o yüzden hilafet noktası kendisinde mevcut. O hilafet noktasından projekte olan manalar beyin aynasına yansıyarak çeşitli özellikler; karakteristik özellikler şeklinde açığa çıkıyor…
- Burada yeri geldi. HER DOĞAN İSLAM FITRATI ÜZERE DOĞAR ne demek?
- “HER DOĞAN İSLAM FITRATI ÜZERE DOĞAR” dan murad; HER BEYİN ESMA ÖZELLİKLERİNİ AÇIĞA ÇIKARACAK ŞEKİLDE VAR OLMUŞTUR anlamını taşıyor. Yani beyin; kişinin hakikatındaki, derunundaki esma özelliklerini açığa çıkarabilecek kabiliyet ve kapasitede olarak mevcut.
- Anladım.
Bir fincanı devirdim. Sohbete kenetlendiğim için yerimden kıpırdayamıyorum. Seziyor:
- Çay doldur kendine. Benim için kâfi.
İkinci fincanı alıp tekrar yöneliyorum açılan hakikate:
Kalbin İşlevi ve Beyin
- Beyin nöronlarla çalışıyor, nöronlardan ibaret… Fakat kalpte de nöron var! Kalpteki nöronların ilk hareketi ile beyindeki aktivite meydana geliyor. Hayat kalpten kaynaklanıyor. Kişinin istidadını oluşturan ilk fıtri özellik kalpten başlıyor, beyni etkiliyor ve beyin olayı alıp götürüyor. Bütün kişilik vs şu bu beyinden açığa çıkıyor. Fakat beyne ilk hareketi veren; kalpteki; kalp hücrelerinde gizli olan nöronlar!..
- Kalp nöronları yeni bir konu değil mi?..
- Çok da yeni değil, tıp uzmanları biliyor da bizim tasavvuf okumaya çalışanlara bu bilgi çerçevesinde açmak istediğimiz gerçekler yeni. Zaman içinde açılacak bunlar.
- Evet;
- Kişi, eğer istidadı varsa yani esma mertebesi itibarıyla Allah dilemişse; neyi dilemişse?..Kendini o insan aynasında seyretmeyi; kendini derken ALEMLERİ diye anlayalım; Kendini insan aynasında seyretmeyi dilemişse; o esma mertebesinin özellikleri o beyinde bu seyri oluşturacak şekilde bir programı meydana getirir ve o beyinden dilediği kadarıyla tüm varlığı seyretmeye başlar… Bunu da basit olarak gören gözü, işiten kulağı, tutan eli diye anlatmış.
Allah İsmi İle İşaret Edilene İki Bakış
- Şimdi, biz Allah ismiyle işaret edileni ya, esmanın birim suretleri şeklinde açığa çıkması olarak anlayacağız, değerlendireceğiz, dolayısıyla her birimde esma-i ilahinin çeşitli özelliklerinin açığa çıkışını seyredeceğiz… Birim ismini kaldırarak bakarsak “Allah bu şekilde yapıyor, bu şekilde davranıyor, bunu diliyor” diyeceğiz…
- Veya esma mertebesinin bizde açığa çıkarttığı bir KÜLLİ MÜŞAHEDE ile; ALLAHU EKBER diyerek Ekberiyyet anlamıyla Allah isminin manasına uzanacak bakışımız…Tabii, bu Ekberiyyet itibarıyla Allah isminin manasına bakış çok ender aynalarda açığa çıkan bir bakış.. Dolayısıyla işin bu tarafı bizi fazla ilgilendirmiyor.
- Bizi ilgilendiren kısmı?
- Bizi ilgilendiren yan; Allah isminin manasının yani Allah isminin işaret ettiği bir mananın esma mertebesinden gelen bir biçimde halk olmuşlarda; yaratılmışlar aynasında aksedişiyle ortaya çıkan bir biçimde seyirden söz edeceğiz.
İman Etmemiz Gereken Asıl Nokta
- İşte iman etmemiz gereken nokta; imanın hakikati; eğer o birime, o kişiye, o yaratılmış insana nasip olmuşsa o, gördüğü birimlerin esma mertebesinin özelliklerini açığa çıkarmak üzere var olduğunu müşahede ederek insanda, hayvanda, cinde, şeytanda, melekte, galaktik boyutta veya galaksiler boyutunda veya melekut boyutunda müşahede ederek o mahalde açığa çıkışını müşahede ederek, kabul ederek, tasdik ederek, o açığa çıkışın manasına saygı duyarak rüku eder.,
- Şimdi burada bizim için şöyle bir zorluk var. Her birimde açığa çıkanı tasdik ediyoruz, kabul de ediyoruz ama hepsine saygı duymak… Bilmem ama, bunda zorlanıyoruz.
- Bunda zorlandığın sürece iman noktasında rükû etmiş olamazsın.
- Rükû işini az daha açsak!
- Açarız, secdeyi de açacağız ama önce yatsının hakkını verelim. Geç de bize bir yatsı kıldır bakalım.
Yok, hayatta olmaz. Onun önünde namaz kıldıramam. Ama edepsizlik etmek de istemem. Halimi arz ediyorum.
- İtiraz saymazsanız ben bu gece sizin ardınızda salatı yaşamak isterim.
- “Yeryüzü bize mescid kılındı” ama sen alışık değilsindir, gene de seccade serelim. Şu koltuğun altını aç, seccadeleri çıkar oradan.
Üç seccade seriyorum. Hasbi ve ben arkada Dost önde namaza duruyoruz. Yatsı için kamet ediyorum. Fatihayı ondan dinlemek acaba nasıldır?..
Konuşur gibi kıraat ediyor namazda. Ayetleri makama koymadan, konuşur gibi. Sanıyorum Rasulullah da öyle okumuştur. Sonraki devirlerde işe duygusallık ve muhabbet eklenince makam ile okuma gelişmiş. Kim bilir belki de sese yönelip manadan perdelenişimizde bunların da rolü var…
Perdeliliğimizde nelerin rolü var, saymaya kalksak günler yetmez. Neler yaşanmış neler!..
…
Daimi Namazın Hakikati
Namaz sonrasında AMENERRASÜLÜ okumamı işaret ediyor. Okuyorum. Sonra tekrar balkona çıkıyoruz. Yıldızlara bakarak şöyle diyor:
- Müslümanlar uzun yıllar tüm evren kendileri için yaratıldı sandılar. Oysa ne biz, ne dünya, evrende sama çöpü bile değiliz. Ne büyük gaflet!…
- Evrendeki yerimizi, konumumuzu kavramak kullukla, kulluk da sağlam imanla mümkün değil mi?..
- Evet, ne diyorduk, nerede kaldık?..
Aslında o nerede kaldığımızı çok iyi biliyor. Hafızasının ne derece güçlü olduğunu ortaya koyduğu ilimden fark edebiliyorum. Bu soru beni uyandırmak, dikkatimi tazelemek için.
- Rükû ve Secdeyi açacak idiniz.
- Evet, tamam. Rüku imanın sonucudur! Kendi varlığında yaşarken KIYAMDA OLARAK imanın sonucu; dilinde konuşanın, gözünde görenin, kulağında işitenin Allah olduğunu yaşayarak Fatihayı OKUr ve yaşar, namazın KIYAMı yerine gelir… Her isim altında esmasının yaratılmışlarda açığa çıktığını müşahede ederek RÜKUyu yaşar. Herhangi bir mahalden BEN DİLEDİĞİMİ YAPARIM hükmünce, ben şöyle istiyorum dediğinde SECDE EDER. Varlığını yok eder, diyen kalır…İşte DAİMİ NAMAZ ın müşahedemizdeki hakikati!..
- Bu hali bizde diri tutacak metot ne olmalı, nasıl bir gözlem yada müşahede içinde olmalıyız ki Daimi Namaz yaşansın?..
- Güzel soru. Konuyu özetlediğimizde bunu anlayacaksın.
- Peki.
- Demek ki Allah isminin geçtiği anda, nerede neye dayalı olarak geçiyor ise; yaratılmışta esmanın özelliğinin açığa çıktığını görerek o birimin hakikati olan esmayı görebilmek; senin hakikatin olan VECHİnden yaratılmıştaki VECHe bakmak suretiyle meydana gelir. Dolayısıyla da NE YANA BAŞINI ÇEVİRİRSEN VECHİ GÖRÜRSÜN ifadesinin işaretinin anlamı bu şekilde, burada açığa çıkar. İşte eğer, sende dilemişse, kendini seyretmeyi, bunun adı İMANdır!
- O zaman şöyle anlıyorum, bana anlatmaya çalıştığınız iman; benim hakikatimde mevcut olan VECHİNDEN yaratılmıştaki VECHE bakmak ile yaşanıyor. Yani, mahlûkata Allah’ça bakmak diye sadeleştirsem…
- “Allah’ça Bakış” de, “Allah ahlakı ile ahlaklanma” de, “Vechinden veche bakış” de hepsi aynı kapıya çıkar. Yeter ki ne demek istediğimizi doğru anla!
- Eyvallah…
Küfür, Nifak, Şirk Nereye Oturacak?
İmanın hakikati noktasında söylenmek isteneni anladım. Açığa çıkan her esmaya saygı duymamın, yargılamadan seyrin Rükû olduğunu da gördüm. Ama aklıma takılan nokta küfür, şirk, isyan gibi hallerde nasıl bir işleyiş var?.. Bunları kınıyor, yadırgıyor değilim de nasıl bir sistemle bunlar oluşuyor az daha anlamak istiyorum.
…
Çay faslı bitti. Vakit bir hayli oldu ama gözümde damla uyku yok. Dünyada cennete girmişim ne uykusu?.. Saat kaydım da yok, nehre atıldı saat. Bu anı doya doya yaşamalıyım. İçimden geldiği gibi soracağım:
- İmanın hakikati, esmanın açığa çıkışı, fıtrat… Bunlar tamam gibi.. Küfür, şirk, nifak gibi zuhurlarda ne diliyor acaba?..
- Sende dilemişse kendini örtmek suretiyle yaratılmışlarına bakmayı; bunun çeşitli tanımlamaları da KÜFÜR- ŞİRK- NİFAK gibi tanımlamalarla anlatılmıştır.
- O zaman küfür, şirk,nifak diye aşağıladığımız, hatta bazen lanet okuduğumuz açığa çıkışlarda da örtülü biçimde kendini seyreden O?..
- Ondan başkası var mı ki?..
- ……
- Bu bakış hiç ucuz değil. Hazmetmek de yaşamak da zaman alacak gibi.
- Biz hep deriz ya, hazmıyla ve kolaylaşarak yaşamak nasip olsun!
- Amin amin amin…
İmanın Hakikati ve İbadetler
Anlatılan bu hakikat ile daimi namaz halini anladım. Ama bir de bunun daimi oruç, daimi zekat, daimi hac boyutları olmalı. Onlarda nasıl bir idrak gerekli acaba? Bunu da sorsam mı? Yok beklemeliyim. Bakalım söz nerede düğümlenecek? Güzel insan devam ediyor:
- Eğer burayı anladıysan, işte imanın hakikatini ve de imanın hakikatinden dolayı müminlere namazın ne şekilde farz kılındığını, namazın hangi imana dayalı olarak farz kılındığını ve yaşanacağını fark etmiş oluruz. Bu açıklamalara dayanılarak artık sen haccın veya orucun veya zekatın nasıl bir anlam taşıdığını tefekkür edebilirsin…
Ayağa kalkıyor:
- Hasbi sana odanı gösterecek. Epey yol geldin, dinlen. Yarın devam ederiz.
- Uykum yok ama,
- Olsun gene de dinlen. Yarına sakla enerjini. Hadi bakalım Allah rahatlık versin.
Biz Hasbi ile çatı kat merdivenlerine yönelirken o da aşağıya doğru iniyor. Sanki yeni bir toplantıya gidecekmiş gibi.
Halvetin Böylesi…
Ahşap evin çatı katına geldik. Eğimli bir çatı ve küçük bir oda… Ufak bir kapısı var mini balkona açılan… Duvarda levha filan yok. Yerde kilim de yok, zemin ahşap parke… Tek kişilik çekyat var sadece eşya namına.
Hasbi yatağı açıyor ben de onun getirdiği çarşafları seriyorum. Sormadıkça cevap vermiyor bu diyarın ehli. Hasbi, sükûnet içinde işini yapıyor. Ben gene duramıyorum…
- Hasbi, Dost bu saatte nereye gitti?..
- Amma da meraklısın ha?
- Yok, ben üst katta, o aşağıda, inan ben rahatsız olurum… Uyuyamam…
- Öyle değil, o başka bir yere, her ay yapılan mutad toplantıya gitti.
- Bu saatte mi?..
Hasbi ilk tanıştığımız andaki gibi sert sert bakarak:
- Ya, biz senin saatini nehre atmadık mıydı?..
- Tamam tamam, saat demiyorum… Toplantıyı merak ettim de… Sustum, tamam.
- Bu kalacağın oda Dostun halvet mekânı. Uzun riyazat dönemlerinde, gece yarısı Hakkı zikretmek istediğinde buraya çekilir. O seslenmedikçe ben çıkmam yanına. Bazen günler, bazen haftalar kalır burada.
- Yani şimdi ben onun halvet odasında mı yatacağım?..
- Evet, seni buraya almamı özellikle tembihledi… Haydi bakalım, Allah rahatlık versin. Gecen hayır, sabahın nur olsun…
Hasbi kapıyı çekip gitti ama son dediklerini hiç iyi etmedi. Halvet ve riyazat dönemi kullanılan, yeni idrakler, yeni farkındalıklar getiren odada uyumak öyle mi?.. Uyanıklık telkin eden mekanda gaflete dalmak öyle mi?.. Ne mümkün?.. Bana uyku yok bu gece!..
Ama toplantıya aklım takılı hala. Her ayın bu gecesi! Ne varsa bu gecede?.. Eğilerek balkona çıkıyorum…Yıldızlar azalmış, mehtap ortalığı aydınlatmaya başlamış… Gözlerim ayı arıyor… Evet işte tam orada, ilerideki dağın üzerinden gülümsüyor… Ne kadar da güzel…Podyuma son çıkan, gelinlikli manken güzelliğiyle arz- ı endam ediyor bu gece…
Çünkü bu gece dolunay!..
Kelimeler biter burada… Zor olsa da uyumak, biraz uzanmalıyım…Sabah ola, hayrola!…
3. BÖLÜMÜN SONU
YOLLAR KALBE GİDERKEN 4. BÖLÜM
Geç saatlere kadar uyanıktım. Nasıl uykuya geçtim, hatırlamıyorum. Sabahın alaca karanlığına gözlerimi açtığımda, hiç yaşamadığım kadar dinlenmiş, hiç olmadığım kadar enerjik ve zinde buldum kendimi. Metropol hayatında ister erken yat, ister geç, insan dinlenemiyor. Geç yatıp erken uyanmama rağmen tattığım huzur tarif edilecek gibi değil..
Hasbi aşağıdan sesleniyor;
- Hazırsan yola çıkıyoruz. Bugünü dışarıda geçireceğiz..
Nereye, niçin, ne kadar, nasıl sorularını bıraktım artık. Hitaba teslimim. Rahat bir şeyler giyip aşağı iniyorum. Hasbi, büyük bir piknik sepeti, mangal ve yer yaygıları hazırlamış. Eşyaları aramızda paylaşıp yola çıkıyoruz.
Evin arkasından zirveye doğru uzanan patikada yürüyoruz. Sağlı sollu yemyeşil çimler, öbek öbek pembe ve mavi tonlarla gülümseyen zambaklar, güller bülbüllerin yanık namelerine içlenmiş de ağlamışlar gibi damla damla yaş dökmüşler. Sabah çiği, şebnemler sepelemiş rengârenk kır dokusuna…
Güneş karşı tepelerden sımsıcak yüzünü göstermeye başladığında dağ yamacından hafif bir dönemeçle ilerideki saklı koruya yöneliyoruz. Küçük bir vadi içinde, mini şelalenin altında piknik yapacağımızı, günü burada geçireceğimizi anlatıyor Hasbi. Bir yerde su ve yeşil birleşmişse, hele bir de Nur sağanağını andıran şelale varsa insan dünyada cenneti buldum dese yeridir.
Kayalıklar arasından akan mini şelale, birkaç kola ayrılarak yere dökülüyor. Döküldüğü yerde yarı mağarayı andıran hilal biçimli düzlük, belli ki zaman zaman bu diyarın sakinlerinin piknik yeri. Yaygılarımızı çam ağaçları altında uygun bir yere seriyoruz.
Hasbi esintiye açık bir yere mangalı kuruyor. Rüzgâr körükleyecek ateşi. Civardan topladığım çalı çırpıyı ona getiriyorum. Oldum olası ateşle uğraşmayı sevmişimdir. Köyde soba yakmak, piknikte mangal başında durmak nedense bana ayrı bir keyfi verir. Bu defa Hasbi;
- Bugün hizmete karışmayacaksın. Şu minderleri, sürahiyi, meyve sularını al, taşı kilimin üstüne, sonrasını ben hallederim.
Israrcı olmuyorum. Hiç olmazsa köfteleri yoğursam, salata yapsam diyeceğim ama, teklifsiz teslimiyet en güzeli. Hasbi, ateşi körüklemeye çabalarken fundalıklar arasından Dost görünüyor. Yerimden fırlamak istiyorum ama eliyle otur işareti yapınca kalakalıyorum. Selamlaşıyoruz.
- Rasülullah (sav) girdiği hiçbir mecliste kendisi için ayağa kalkılmasını istemedi biliyorsun değil mi?..
- Evet.
- Kula kulluk anlayışının üzerine sünnet kılıfı geçirmek, yakışık almıyor. Rasülullahın istediği edep de bu değil zaten.
- …
- Sünnetin; sünnetullah olduğu, yaşadığı çağın şartları içinde dinin hakkını vermek olduğu sana da ters geldi değil mi önceleri?!
- Evet,
- Taşlar yerine oturacak gün be gün. Ahh bir de yargısız bakabilsen!
Hasbi termostan çay döküyor. Hafif kahvaltılıklarla birlikte servis ediyor. Bu arada ateş iyice tutuştu. Kor olana kadar kahvaltıyı aradan çıkaracağız. Dost, geceyi nasıl geçirdiğimi
sorduktan sonra dünkü sohbete dair hatırımda kalanları dinlemek istiyor.
Söyleneni ne kadar anladın, zaman gösterecek. Bir cümle söylemek gerekse ne dersin dün için? İmanın hakikati için?..
Aklımda kalan ana mesajları özetliyorum:
- Anladığım şu ki; şimdiye kadar Yakin boyutu diye öğrendiklerimiz henüz hakiki imanın kapısı bile değilmiş! Anlattıklarınızdan belli ki bilinç çıtasını yükseltiyor, yeni bir seyre bizi taşımak istiyorsunuz!.. Önceleri klasik bilgilere takılmamak gerektiğini konuşurduk. Şimdi; eski tasavvuf bilgilerimizi de takılmamak gerekiyor. Yenileme vakti. Gördüğüm; yeniden iman vakti!
HALKOLUŞ
Kahvaltımızı atıştırırken bir süre sessizlik oluyor. Yanı başımızda akan suların şırıltısını dinledikçe ruhumun yıkandığını, üzerime yapışan beşeriyet kalıntılarından arındığımı hissediyorum. Dost bugünün konusunu açıyor:
- Şimdi ayetleri eğer şöyle toplu olarak düşünürsek; neden söz ediyor? “İnsan halk edilmiştir.” Kesin hüküm. İnsan madde dünyasının çamurundan oluşmuş, halk edilmiş. Yani hücresel yapı ile halk edilmiş. Bu halk edilen insan halkiyyeti itibarıyla yani; beyin kapasitesi itibarıyla en mükemmel şekilde meydana getirilmiş… Çünkü HALAKAL İNSANE AHSENİ TAKVİM… dendiğine göre insan yani bu topraktan, çamurdan, yani bizim bugünkü anlayışımızla hücresel yapıdan meydana gelen beyin sahibi olan insan en mükemmel şekilde halk edilmiş.
- Bu en mükemmel şekilde halk edilen insan… “VE NAFAHTU FİHİ MİN RUHİY; Ruhumu Nefhettim” işaretiyle ve “ONA İSİMLERİN TAMAMINI TALİM ETTİ” ayetinin işaretiyle ki “Ruhumu nefhettim” ile “İsimlerin tamamını verdik”; aynı şeye aşağı- yukarı gelir, farklı anlamları da var da genel olarak aynı şeydir…Bir mükemmelliğe sahip oluyor ama öbür tarafta halife özelliğinden söz ediliyor!…
- İşte buna takılıyorum; insan mükemmel yaratıldı diyorsunuz, bir de ayrı bir mükemmeliyetten; Halife oluştan bahsediyorsunuz? Nasıl ayıracağım?
- Halaka ve Ceala kelimeleri açılınca anlayacaksın!
Halaka ve Cealede Düğümlü Gerçek!
- Halife özelliği için halk ettim kelimesi kullanılmıyor! CEALE kelimesi kullanıyor. Niçin?
- Az buçuk Arapça okuduk ama bu farkı bana kimse anlatmadı.
- Derin ve ince fark şu; Halife kelimesinin işaret ettiği mana yaratılmış olmaktan münezzehtir! İnsan yaratılmıştır, sonradan var olmuştur. Halife özelliği ise Yaratanın özelliğinin varlıkta açığa çıkması, Yaratıcı Kudretin, Yaratıcı İlmin varlıkta açığa çıkması demektir. Abdülkerim Ciyli (ks) buna şöyle işaret eder İNSAN-I KAMİL’de: “ALLAH DA YARATIR, İNSAN DA YARATIR!”
Eskiden olsa bu söze tövbe tövbe derdim. Ama söyleyen A.Kerim Ciyli, nakleden de Dost ise anlamak nasip olsun diye dua ediyorum kendime.
- Bazı derinlikten mahrum Müslümanlar “Haşa insan yaratmaz, sadece Allah yaratır” der. Tabi insanın hakikatinin ne olduğunu göremediği için. İnsanın hakikatinden perdelendiği için… İnsanda, insan adı arkasında yaratma işlemini yapanı göremediği için.
- Haleka ile yaratılan mükemmel insan, Ceale ile de yaratılmaktan münezzeh öz nokta, hilafet boyutu işaret ediliyor. Bizden istenen Ceale ile işaret edilen alana ermek. Buna ilerlerken dikkat edeceğimiz önemli nokta ne?
Hilafeti Anlamak
- Şimdi burada önemli olan nokta şu; Hilafet özelliği; Hakikati Muhammedinin ilminin ve kudretinin insandan açığa çıkarılması demektir. Yani “İnsanı yarattım seyretmek için” ifadesindeki açıklamasındaki insanın gözünde gören, kulağında işiten kendisi diye tanımladığımız Hakikati Muhammedi ilminin insanda açığa çıkması için…Ki bu alan CEALE kelimesi ile meydana getirilmiştir…Yani bir yaratılmış olan, en mükemmel şekilde yaratılmış olan, en mükemmel şekilde yaratılmasının sebebi; hilafet özelliğini açığa çıkarabilecek surette SEVVAHUM diye anlatılan; TESVİYE EDİLEN; PROGRAMLANAN; OLUŞTURULAN, BEYİN YAPISINA SAHİP OLAN varlık meydana getiriliyor. Bu varlıkta Hakikati Muhammedinin ilim ve kudretinin açığa çıkması oluşturuluyor. İşte bu hilafet özelliği!.. Ki bu hilafet özelliği yaratılması mümkün değildir, yaratma değildir, kendi varlığına ait.
Hasbi ilk kızaran köftelerden getiriyor. Meyve suyu olarak kokteyl seviyorum. Dost, tabaklara köfte ve yeşillik bırakan Hasbi’ye:
- Vişne, Kayısı, Şeftali, Erik ne varsa karıştır ver bize. Bizimki öyle sever, biz de öyle içelim bugün, diyor.
- Bir yandan ikramı alıyoruz diğer yandan sohbet koyulaşıyor. Anladıklarımı ifade sadedinde birkaç kelam ediyorum:
- Benim anladığım kadarı ile, insan olarak sahip olduğumuz bir mükemmeliyet var. Ki bu Haleka ile ifade edilmiş. Bu mükemmel görüntü; kabuk aslında. Kabuğu soy, gayret et, altına Ceale ile yerleştirilen öz noktayı bul, diyorsunuz!
Dost biraz durakladıktan sonra:
- Dikkat et, bunu ben demiyorum! Kâinatın en muhteşem insanı Rasülullah (sav) söylüyor. Bunu Kur’an istiyor.
- Evet
- Sadece insan mükemmeliyetinde kalırsam, halife noktası açılmazsa kaybım nedir?
- Dinle gör şimdi!
- Buyrun.
İnsan Çukurundan, Halife Doruğuna
Burada önemli olan nokta şu; ben kendimi yaratılmış insan olarak görüp düşünüyorum. Ben kendimi yaratılmış insan olarak gördüğüm için de kendimde bir beşer olmanın ötesinde bir şey düşünemiyorum. Ve dolayısıyla da Rasulullah (as) ın söylediklerine iman etmiyorum!..
- İman etmiyorum mu?
- Ne sandın? Kendinin halife olduğunu fark edememişsen iman etmiş değilsin!
- Peki, nasıl yaşıyor da imandan uzak düşüyorum?
- Tamamen en mükemmel şekilde yaratılmış olan bedenimin istek ve arzuları doğrultusunda en güzel şekilde yemek, en güzel şekilde içmek, en güzel şekilde çiftleşmek, en güzel şekilde her gördüğüme sahip olmak arzusuyla yaşıyorum. Yeryüzünün en gelişmiş, en mükemmel, en harika, en muhteşem hayvanı olarak yaşamımı sürdürüyorum.
- Hâlbuki “Ben seni yeryüzünde halife olarak meydana getirdim” uyarısının işaret ettiği biçimde varlığımda Hakikati Muhammedinin işaret ettiği; Allahın Esmaul Hüsnasının işaret ettiği özelliklerin tamamı benim varlığımda mevcut. Dolayısıyla da benim o isimlerin özelliğini kendimde açığa çıkartmak ve o isimlerin özelliği doğrultusunda varlığı değerlendirmek ve varlığı seyretmek ve varlık üzerinde tasarruf etmek özellikleri varlığımda var kılınmış!.. Ve benim buna iman etmemi istiyor Rasulullah! Buna iman etmemi istiyor Allah! Onun için bu ayetler bize bildirilmiş.
- Ama onlar kendilerinde beşer olmanın ötesinde başka bir şey göremediler ve bunu inkâr ettiler. Bir yanda beşeriyetim, bir yanda hakikatimden gelen halife olma özelliğim…
- Sen kendini en mükemmel şekilde var edilmiş et- kemik beden olarak düşünüp bunu yaşayarak ömrünü geçirirsen esfeli safılinde yanı bedenin istek- arzuları zevkleri doğrultusunda yaşarsan, geleceğin de buna dönük olarak gelişir. Bunun sonucu da cehennemdir!..
-Yani hilafet yanını açığa çıkaramayan herkes cehennem mi yaşıyor?
- İnsanlık neden bunalıyor, toplumlar neden geriliyor, niçin fertlerde huzur yok sen düşün artık. Yaşanan cehennem değil de ne ki?..
Deccalin Cennetinden, Mehdinin Cehennemine !..
- Rasülullah’ın Deccal hakkındaki hadisini biliyorsun: “Deccal onlara cehennemi cennet, cenneti de cehennem olarak gösterir.” Onlara akı kara, karayı ak olarak gösterir diye anlatıyor Rasulullah as…Taaa kıyamette… Şu anda Rasulullahtan bu yana 1430 kusur sene geçti… O günden daha tutup Deccaldan bahsetmesi; bilmem ne kadar zaman sonra gelecek bir varlıktan bahsetmek amacıyla mı anlatılmış; her devirde, her insanın içinde bir Deccal, her devirde her insanın içinde bir Mehdi mevcut olduğu için mi?..
- Senin içindeki Deccal sana madde beden yaşantısını cennet gibi gösterir, seni maddi zevkler peşinde koşturur, daha çok yemek, daha güzel yemek, daha iyi yiyip içmek, daha çok seks yapmak gibi bedene dönük sana cennet gibi gelen özellikler peşinde seni koşturarak Deccalın cennetine girmiş olursun ki bunun sonu da ebedi cehennemdir…
- Eğer sizde, deccal çıktığı zaman, deccal gördüğünüz zaman siz eğer deccalın cehennemine kendinizi atarsanız bilin ki o esasında cennettir ebedi cennet sizi bekliyor uyarısı ile de bedenin zevkleri peşinde koşmak yerine, kendi hakikatinin yaşanması için bedenden kopmak ve bedensiz olarak kendini hissedip yaşamak yolunda çalışmalar yaparsan bu sana cehennem gibi gelir görünür ama bunun sonucunda elde edeceğin sende açığa çıkan özellikler sana ebedi cenneti kazandırır diye anlatmak istemişti Rasulullah, benim anladığıma göre…
İbn-i Arabi Hazretlerinin Dilinden
Köfteler, meyve suları derken limiti aşmamak için biraz ara veriyoruz. Şelaleden akan suda elimizi yüzümüzü yıkıyor, kıyısındaki serinliği çekiyoruz yanan ciğerlerimize… Şelalenin öte yanında, derenin yanındaki koca çınarın dalları üzerine kurulu kamelyaya yöneliyoruz. Etrafa yüksek irtifadan bakacak, yeşilin kucağında seyre çıkacağız! Dost,
- Çayları burada içelim, diyor.
Bu yüksek yerden ileride, bağlık bahçelik yeşillikler arasındaki gölü seçebiliyorum. Dost:
- Emmare gölü sanmayasın! Orası gerçek huzura erenlerin sandal sefası yaptıkları göl. Çaydan sonra Hasbi gezdirir seni, diyor.
Kamelyadaki ağaç sedire yerleştikten sonra yazı gözlüğünü çıkarıp ciltli bir kitap açıyor:
- Bu ilmin şah temsilcilerinden biridir Muhyiddin Arabi (ks).
- “Şeyhi Ekber” demeleri onun için olsa gerek!
- Dinle de niçin demişler, neleri çözümlemiş, gör! Onun ayetlere getirdiği tevili okuduktan sonra Ceale-Halaka, İnsan-Halife farkı daha net oturacak gönlünde.
Dost aheste aheste okuyor. Sükûnetle dinliyor, bir yandan da gönlümü Şeyh-i Ekbere yönlendirip sanki O konuşuyormuş gibi tehayyül ediyorum.
- Şimdi; bu olaya ilişkin bak Muhyiddin Arabi’nin Kur’an tefsiri Tevilat kıtabında bazı ayetlerin yorumu ile ilgili neler var!… Hz. Musa’dan bahsederken anlatıyor: Zalimler kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. (Tevilat-ı Kebir/s. 72) Ruhsal hazlar arzusuyla Allah’ın sıfatları ile sıfatlanmayı isteme dışında, nefsin hazlarından yararlanma arzusuyla onun sıfatları ile sıfatlanmayı kendilerindeki özellikleri kullanmayı istediler…
Musa kavmi için su istemişti.
- Özür dilerim, araya gireceğim ama Musa’nın kayaya vurup da 12 kaynak çıkmasını bir türlü anlayamıyordum.
- Sabredersen anlayacaksın!
Dost okumaya devam ediyor:
Ruh semasından inen ilim, hikmet, anlam yağmurlarının yağmasını istemişti. Nefis asası ile beyin taşına vurmasını emrettik. Beyin taşı, aklın menşeidir. Ondan beş zahir, beş batın duyu; nazari akıl ve ameli akıldan oluşan insani duygular sayısınca ilim sularından 12 kaynak fışkırdı. (Bakara 61) (s.73)
- Hani siz ey Musa biz bir tek yemekle yetinmeyiz, gökten kudret helvası inmişti. (Kudret helvası onlara kendi hakikatlerinden gelen ilim rızkı idi)
- Bizim için Rabbine dua et yerden bitirdiği şeylerden; dünyada maddeden yetişen şeylerden, sebzesinden, hıyarından sarımsağından mercimeğinden soğanından bize çıkarsın da biz bunları yiyelim dediler Yahudiler… Musa ümmeti..
- Musa da onlara: “Siz daha iyiyi daha mükemmeli daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O halde dönün; şehre inin. Gidin şehirde yaşayın sizin istedikleriniz orda var” dedi. İşte onların üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu Allah’ın gazabına uğradılar bu musibetler Allah’ın ayetlerini inkara devam etmeleri haksız olarak kendilerini uyaran velileri öldürmeleri sebebiyle geldi.. Bir tek yemekle yetinemeyiz dediler.. İlim- marifet- hikmet gibi ruhani gıda ile biz yetinemeyiz dediler.
- Bizim için Rabbine dua et Rabbinden bizim için iste. Gıdalarımızı çoğaltsın dediler… Nefislerimiz, bedenlerimiz toprağında (topraktan yaratılmış insan) biten habis şehvetlerden adi lezzetlerden soğuk meyvelerden kısacası nefsin azabı payı niteliğindeki her şeyden versin…
Onlara şehre inin dendi.. beden şehrine… Manevi ruhani alem boyutundan kendini beden olarak kabullenme haline kendini beden kabullenme sonucunda beden şehrine gidin orada istediğiniz her şey var, böylece şehvetlerinin peşine düştükleri kabuk ve dış görünüş hırsına sahip oldukları için üzerlerine zillet ve yoksulluk damgası vuruldu.. ve muhtaçlıkları sürekli oldu. Uzaklık tard edilme ve kovulma gazabına müstahak oldular…
“Ğayril mağdubı aleyhım” diye her Fatiha okuyuşunda okuduğun, gadaba uğramışlar diye tanımlandılar bu hallerinden dolayı…Bu azap onlara Allahtan geldi.. Çünkü Allah’ın ayetlerinden ve tecellilerinden perdelendiler. (Bakara 66)
Dost biraz nefeslenirken Hasbi demliği getiriyor aşağıdan. Çaylarımızı alıyoruz. Buraya kadar anlatılanlardan anladıklarımı söylüyorum Dosta:
- O zaman şöyle anlıyorum. Sadece yaratılmış insan boyutunda kalan; ne kadar olgun yaşarsa yaşasın, gadaba uğramış, ruhani gıdayı eliyle itmiş, aşağılık şehvet ve hırslarla beslenmek gibi bir zilleti seçmiş oluyor…
- Dahası var… Zillet bu kadarla kalsa iyi… Aldıkları o şehvet-hırs-beşeri düşünce gıdaları ile nasıl karakterler oluşuyor, neler bilinçte kökleşiyor gör!
Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim!
Dost, konuya devam etmeden önce beynimde çakan şimşeği dile dökmeden edemeyeceğim. Bilmem haddi aşar mıyım? Dost anlıyor bir şey düşündüğümü:
- Aklına geleni söyle de devam edelim.
- Şeyyy! Hani hadisi var Efendimizin; “Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” Ben bunu sadece gıdalara has sanırdım. Meğer bakış açılarımızla kimliğimiz oluşuyor imiş!
- Nasıl kimlik oluşuyormuş gör, titre! Müsaade edecek misin, okuyalım mı?
- Estağfirullah, özür dilerim lütfen buyurun!
- İnsanlar ihmal edilir, kendi hallerine bırakılır tabiatlarıyla yani bedenlerinin istek ve arzularıyla baş başa kalacak şekilde salıverilirse, azarlar, cismani lezzetlere dalarlar, zulmani bulutların içinde kaybolurlar… Çünkü bu hususta alışkanlık kazanma özellikleri vardır ve küçük yaştan itibaren bu yöndeki eğilimleri gelişmiştir.. Böylece de en mükemmel yaratılmalarına karşılık varlıklarındaki istidatları yok olur, insanlık mertebesinden aşağı düşer, başka aşağılık varlıklara dönüşürler…(s. 75)
- Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: Allah’ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından maymunlar, domuzlar çıkarttığı (Maide/ 60) Buna karşılık insanlar muhafaza edilir şer’i ve akli siyaset de gözetilirse hikmet adab ve öğürtlerle terbiye edilirse yükselirler nurlanırlar. İnsanların bu ibadetleri belli vakitlerde tekrar etmeleri farz kılınmıştır. Ta ki gaflet vakitlerinde biriken tabiat tortuları lezzet alma ve şehevi arzuları tatmin etme vakitlerinde arız olan zulmet karanlıkları dağılsın.
- Tabii bunun için de o ibadetleri yaparken namaza durduğun zaman okuduğunu tefekkür ederek namazı yaşamak zorunluluğu var. Ama bazıları “Namaza durduğum zaman kalbim, ticaretimin bilançosunu, alacaklarımın, borçlarımın listesini çıkarmaya başlar, ne kadar dünya işleri varsa hepsi kafama üşüşür” der.
- İşte bu tavır yüksek insani alemden aşağı hayvani aleme yuvarlanmayı kaçınılmaz kılar. “Kendilerine aşağılık maymunlar olun dedik” ifadesinin anlamı budur. Yani görünürde insana benzerler ama insan değildirler, aşağılıktırlar, uzaklaştırılmış ve kovulmuşlardır.
- İnsanların dünya ve ahirette başka varlıklara dönüşmeleri, inkarı mümkün olmayan bir Haktır!.. (s. 77)
- Bu hususu dile getiren ayetler ve hadisler vardır. Bir ayette “Aralarından maymunlar ve domuzlar çıkarttık.” buyrulmuştur. Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: “Bazı insanlar kıyamet günü öyle bir kalıp ve suret içinde haşredilirler ki maymun ve domuz onların yanında güzel kalır!”
- Yine Rasulullah(s.a.v.)tan şöyle rivayet edilmiştir ki; “13 Türlü MESH vardır. Bu mesh edilişlerin her birinin sayısını, bunu gerektiren amelleri günahları ve mesh ediliş gerekçesini anlatmıştır Rasulullah.
- Kısacası bir kimseye hayvanlara özgü herhangi bir nitelik galip gelir, istidadını; yaratılışındaki kendi hakikatini bilme özelliğini yok edecek şekilde bu özellik onda kökleşir, karakterinde, tabiatında kalıcı bir yer edinerek, artık onun özel ruh sureti haline gelirse, bu kimsenin karakteri, tabiatı, seciyesi o hayvanın karakteri, tabiatı ve seciyesi olur. Nefsi, söz konusu hayvanın nefsine dönüşür. Ölümden sonra ruhu bedenden ayrılınca, ahiret aleminde karakterine uygun bir sıfata bürünür ve bu sıfat onun orada sureti olur!!!
Kanım Dondu !..
Dost okumayı bitirdi. Gözlüklerini gömlek cebine koydu. Kitabı kapadı. Titremekten kendimi alamıyorum. Başımdan aşağı bir soğuk bir kaynar su dökülüyor sanki!.. Tüylerim diken diken… Dehşet bir gerçekle yüzleştim…
Şehvetlere düşenler, hırsının peşinde gidenler, ruhani alem yerine beşeriyeti seçenler hayvan karakterleri ile yaşayacak, üstelik bu dünya ile de sınırlı kalmayacak, ebedi yaşama da o suretle, o şuur seviyesiyle dirilecekler!.. Aman Allah’ım, kanım dondu!.. Bu nasıl bir gerçek!.. Soğuk terler boşanıyor alnımdan, boynumdan, kollarımdan boncuk boncuk!..
Hasbi peçete uzatıyor, sileyim diye. Dost öylece sessiz süzüyor gözlerimi. Sonra devam ediyor:
- Din alimleri bu konuları “Müslümanların haricindeki geçmiş ümmetler yaşadı” ya da “Gelecekte kafirler, Yahudi ve Hristiyanlar yaşayacak” gibi sundu hep değil mi?.. Onun için hiç böyle düşünmek aklına gelmedi. Şimdi şaşırıyorsun! Kur’an kimin ikizi?..
- Kuran; insanın ikiz kardeşi!
- Yani?
- Bana beni anlatıyor Kur’an, başkasını değil.
- Gerçek ucuz değilmiş gördün değil mi?..
- Evet..
Ne anladık ?!..
- Biraz sonra Hasbi seni ilerideki göle götürsün… Korkun geçsin ama gerçeği unutma! Kürek çekin, dolaşın akşama kadar, zevk edin! Ayrılmadan önce, ne dedik ne konuştuk bir tekrar yapalım, toparlayalım mı şöyle?
- Çok sevinirim lütfen! Arada not alsam!
- Kulağını aç, gözünü aç, kalbini vererek dinle! Kayıtları bırak şimdi.
- Peki
- Evet, konuyla ilgili olarak Muhyiddin Arabi’nin “Tefsir-i Kebir Tevilat” isimli kitabından bazı ayetlerin açıklamalarını okuduk. Demek ki şimdi burada önemli olan nokta; eğer burayı anladıysak; insan yaratılmıştır, en mükemmel şekilde yaratılmıştır. En mükemmel şekilde yaratılmıştır çünkü halife olma özelliğini açığa çıkarabilecek bir mükemmeliyette yaratılmıştır. Bu mükemmeliyette yaratılması ona ruhun nefh edilmesinden, yani onun, Allah’ın esmasının tamamıyla var olmasından, yaratılmasından meydana gelmiştir.
- Bu esmanın tamamıyla yaratılması itibarıyla varlığının hakikatinin Allah’ın isimlerinin manaları olması hasebiyle halife olma özelliğini özünde, istidadında barındırmaktadır. Ki bu “her yaratılan İslam fıtratı üzerine yaratılmıştır, meydana getirilmiştir” ayetindeki Fıtratın işaretidir.
- Bundan sonra o insan kendindeki bu hakikati fark etmediği için, bilemediği için çocukluğundan itibaren kendini bu bedenmiş gibi kabul ederek doğar, büyür, yaşar, gelişir. Dolayısıyla da bedenin zevk ve şehvetleri peşinde koşar. En güzel şekilde yemek, içmek, çiftleşmek ve her güzel gördüğüne sahip olmak arzusuyla yaşar. Bu böyle gelirken karşısına Allah Nebiler ve Resuller yollamıştır. Bunlar aracılığıyla kendi hakikati bildirilir…İsa as ın onu, insanları semavatın krallığın adavet etmesi gibi… Oradaki semavattan kasıt kendi hakikati, batını anlamındadır. Yoksa bildiğimiz fizik uzay anlamında değil..
- Bu bildirilir… Eğer kişi bu bildirilmesi kişinin hakikatindeki Mehdiyyetin hitabıdır. Kişinin içinden Mehdisi hitap eder, sen bu beden değilsin, bu beden yok olup gidecek, toprak olup gidecek, sen ise ölümsüz varlıksın.
- Ölümsüzlük Allah’a mahsustur. Ölümsüzlük Allah’ın esmasından var edilen varlığa mahsustur. Öyleyse sen ölmeyip sonsuza kadar var olacak bir varlıksın diye sana bildirildiğine göre sen o esma mertebesi hakikatinden var olan bir varlıksın. Öyleyse sen kendi hakikatini bularak bu istikamette yaşa. Bedenin zevklerine kapılma, diye onu uyarır.
- Bu defa içindeki Deccal açığa çıkar. İçindeki deccal akı kara, karayı ak, cenneti cehennem, cehennemi cennet gösterir. Dolayısıyla da Deccal ona kendini beden kabul etmesini, bedenin zevklerini yaşamanın en büyük cennet olduğunu, buna mukabil, kendi hakikatine yönelik yaşamanın cehennem olduğunu, oraya dönerek bir şey elde edemeyeceğini, bu kadar sene yaşadığı bedensel yaşamın esas olduğunu anlatır.
- Eğer kendi içinde bunu söyleyen Deccala karşılık, Mehdinin uyarılarını dikkate alarak ya hu ben bu beden değilim, ben bu Allah’ın esmasından var edildim bana bu bildirildi diyerek bedenin istek ve arzularını kontrol ederse, terbiye ederse kendini, yani Deccalın cehennemini tercih ederse, ki bu ona ebedi cenneti getirecektir. Ebedi cennet; kendisindeki Allah’a ait kuvvelerin açığa çıkmasıdır. Kendisinde Allah’a ait kuvvelerle yaşamaya başlamasıdır.
- Kişide bu imanın sonucunu yaşamanın Allah’a ait kuvveleri açığa çıkarması yani Allah’a yakiyn elde etmesi, o yakiynin sonucunda Allah’ın onun görür gözü, işitir kulağı, söyler dili, tutar eli olması diye tanımlanan olayı anlatmıştır. İşte bu cennettir.
- Ya kişi, Deccala tabi olarak bedensel zevk ve istekleri uğruna bütün bu hayatı yaşar ve sonuçlarına katlanır. Yada Rasulullaha imanının sonucu olarak, gelen uyarıları dinler ona göre kendine bir yaşam sonucu seçer.
- Ya ilahi gıdayı seçer…Ya soğan, sarımsak, maydanoz yemeye devam eder…Şehre iner…Kısacası işte CEALE İLE HALAKNA nın işaret ettiği insanın varlığında mündemiç bir hakikat. Benim anlayabildiğim kadarıyla, bana açılan kadarıyla…
Beynim allak bullak. Kafam çok dağınık. Bunları nasıl hazmederim bilemiyorum. Dost ayağa kalkarken;
- Duymak, yaşama start vermek gibidir. Dinledin, duydun, artık dönüşü yok, bu idraki ya hazmedeceksin, ya hazmedeceksin. Başka şansın yok zaten!
-Eyvallah…
- Siz göle doğru geçin… Akşam yemeğinden sonra kulübemizde devam ederiz sohbete!
Akşama ne açacak acaba? Ama soramam ki.
Sormadan o söylüyor:
- Şimdiye kadar konumuz Allah’a imandı. Daha doğrusu imanın ilk kısmı. İkinci ve önemli boyutu Rasülüllahın Hakıkatini bilip ona iman!..Akşama Rasülullahla tanıştıracağız seni… “Sevgili Peygamberim, Canım Efendim” dediğin hayalindeki ile değil, Rasülullah’ın hakikati ile!..
Biz Hasbi ile göle yürürken o da geldiği ağaçlıklar arasında eve yöneliyor.
İmanın Hakikati, Halkoluş derken şimdiye kadar bildiklerimin çok üstünde açıklamalar işitiyorum.
Ya Rasülullah’ın Hakikati?!..
Dalgın dalgın yürürken Hasbi kolumdan çekiyor:
- Onunla akşam tanışacaksın! Şimdi zevk u sefa vakti. Tut elimi atla sandala!
(Sürecek)
4. BÖLÜMÜN SONU
Mehmet DOĞRAMACI