- 750 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Akrep Kadını
Yok, öyle her zamanki hafif esintilerden değildi bu seferki. Öyle şeyler söylüyordu ki, onu tanımasam benimle ilgili en küçük bir fikri bile olmadığını düşünebilirdim. Kapıdan girdiğinde gözlerinde gördüğüm o ışıltının nedenini çok farklı şeylere bağlamıştım. “Yeni arabamla gezdireyim seni” gibi bir şeyler demesini beklemiştim.
Ama hayır, o çok başka şeylerden söz ediyordu. Görünüme değil ruha ilişkin; kurabiyeye ne şekil vereceğinden çok, hamuru yepyeni malzemelerle, sil baştan yoğurmaya dair… Ta ki bir kurabiye hamuru olmaktan çıkıp bambaşka bir şeye dönüşünceye kadar… “Ne diye uğraşıyorsun ki böyle gereksiz ayrıntılarla” demeye getiriyordu sanki her hareketiyle, sözüyle.
“Ne dediğinin farkında mısın sen?!” dedim, görünmez gibi hissetmekten bıkarak. Çünkü söylediklerine bakılırsa bana bakarken gördüğü ben değildim. “Ben doğduğumdan beri bu evde yaşıyorum. Ayrıca bir ailem var benim. Aklıma estiği gibi yaşayamam ki!”
“Hala çıkmamakta direniyorsun bu küçücük çerçevenin içinden!” dedi, beni şaşırtacak derecede yoğun bir öfkeyle. Öylesine konuştuğunu düşünüyordum oysa… “Ya tutarsa” der gibi göle maya çalan Nasrettin Hoca misali, onun da bir denemeye giriştiğini benimle…
Ama O kesin bir inançla girişmişti bu işe, gözlerini tutuşturan alevden anlıyordum bunu. “Burada olman ne fark ediyor ki?” der gibi bir ifadeyle birkaç saniye baktı yüzüme.
“Ben her şeyi görüyorum!” dedi birden. “Görebilmemi sağlayacak kadar uzaktayım sizden çünkü. Seni içten içe çürüten o susuzluğu fark edebiliyorum. Bu evde yaşasaydım ya da her gün görüşseydik, onlar gibi ben de göremeyecektim böyle şeyleri. Gözlerinden azar azar çekilen hayat dikkatimi çekmeyecek, şimdiki gibi şaşkınlıktan ağzım iki karış açık kalmayacaktı böyle. Çünkü onlardan farklı olarak, ben sana baktığımda uzun zaman önce başlayan bir sürecin tamamlanmış halini görüyorum. Bana sormadığın sorular, sesinde artık olmayan önceki o anlam ve seni sen yapan onca şeyin yitip gittiğini gösteren yüzündeki bu anlamsızlık… hepsi bir araya gelip onların bir türlü göremediği, sana asla benzemeyen bir resim sunuyorlar bana. Bu yüzden ‘benle gel’ diyorum sana.”
“Sen bütün gün iştesin! Gelsem bile günün çoğunda görüşemeyeceğiz ki zaten! Sonra benim okul senin eve çok uzak…”
“Yemek var bir de değil mi?” Lafı ağzımdan almıştı teyzem. “Yemeği kim hazırlayacak” diyecektim tam da çünkü.
“Sabahları kahvaltıda ablamın enfes poğaçalarından yapacağımı garanti edemem sana tabii… Her akşam ocakta yemek pişireceğime de söz veremem. Ara ara kahvaltıyla geçiştirebiliriz yemekleri. Ama şuna emin olabilirsin: Tadı tuzu yerinde şeyler çıkarmaya çalışacağım sana, buna sohbetim de dâhil… Okula gelince… Bu konuyu gerçekten umursadığını hiç sanmıyorum ben. Karnendeki kırık notları göz önüne alırsak hemen anlaşılıyor bu. Bence bir süre ara vermen gerek senin… Sadece okula değil, şu an seni susuz bırakıp ruhunu çoraklaştıran her şeye de…”
Bir gün uzun bir gezinti yapmıştık teyzemle, nedense onu hatırlamıştım birden. O zaman çocuktum daha. İzlemekten yorulmayacak kadar yabancıydım bu dünyaya. Hala kalbimi pır pır ettirecek bir şeylerin her zamanki görünümler arasından belirip tüm renkleri baştan ayağa kendi parıltılarıyla donatacağını umabilecek kadar taptaze bir ruhla doluydu gözlerim. Teyzem bir farklıydı nedense, baş başa kaldığımız bu saatlerde; hemen hemen hiç konuşmuyordu. Tıpkı yapayalnız bir insanın hoş görünme kaygısından sıyrılmış o tatlı başıboşluğu vardı üzerinde. Oysa etrafta tanıdık birileri varken en çok o konuşur, sanki biraz fazla susarsa birileri bir ayıbını falan yakalayacakmış gibi sözcüklerden önüne şeffaf bir duvar örerdi. İnsanlar meraklıydı neyse ki! Bu sayede dikkatlerini bir yöne çekmek hiç de zor olmuyordu. Bu yüzden teyzemin sürekli birilerinin yaptıklarından söz etmesini asla dedikoduculuk olarak görmüyordum ben. Hedefi şaşırtmaktan başka bir şey değildi aslında bu. “Bana bakmayın da nereye bakarsanız bakın” serzenişi…
Benim yanımda bol bol susabilmesi bir nevi “sana güveniyorum” demekti… Daha o yaşımda anlayabiliyordum bunu. Görünmekten korkmuyordu bana. Diyelim onu başkalarının görmesinden korktuğu ne varsa onların da içinde var olduğu tastamam bir bütün halinde, eksiksiz gediksiz neyse o olarak gördüm; yine de onun için sorun olmayacaktı bu. Henüz küçük bir kız da olsam, yanlarındayken kendini saklanmak zorunda hissettiği sözüm ona o yetişkinlerinkinden çok daha olgun bir ruh buluyordu bende, daha o zamanlar bile demek ki.
İşte bu yüzden birlikte gezdiğimiz o uzun saatlerde benimle çok nadir konuşuyor olması; rahatsızlık vermek bir yana benim için büyük bir onur demekti. İşin tuhafı benim de aksine dilim açılmıştı sanki. Oysa gündelik hayatta öyle çok konuşan biri de değildim. Ama teyzemdeki bu değişim beni de değiştirmişti bir parça. Sanki ikimiz de gizli bir anlaşmayla, günlük yaşamda büründüğümüz rollerden sıyrılıp derinlerimize ittiğimiz her ne varsa ortaya çıkarmaya karar vermiştik.
Bana kocaman bir dondurma ısmarlamıştı gezintinin bir noktasında. Çilekle muzu hatırlıyordum hatırlamasına da diğer üç top hakkında zihnimde büyük bir belirsizlik hâkimdi. “Tam vanilyaydı içlerinden biri” diye içimden geçiriyordum ki, “Eeee, ne diyorsun?” dedi teyzem. “Konuşayım mı annenle?”
O geçmiş yaz günü pastanede dondurmalarımızı yerken birden bana öyle bir şey sormuştu ki donup kalmıştım. Çünkü onun da diğer aile fertleri gibi beni görmediğini düşünüyordum. Tamam, seviyorlardı beni, bundan en küçük bir şüphem bile yoktu. Ama sevgi anlayışlarında eksik olan bir şeyler vardı sanki. Öyle koşulsuz ve sınırsız bir şekilde seviyorlardı ki beni, bu uçsuz bucaksızlıkta kim ya da ne olduğumun zerre kadar bir önemi kalmıyordu. Başka biri de olsaydım yine aynı şekilde severlerdi beni… Böyleyken, sevdikleri gerçekten ben miyim; yoksa içini benle doldurdukları bir kavram mı, nasıl anlayabilirdim ki?! Bir evlat olarak seviyorlardı beni belki de; abla, torun, yeğen…
Ben ayna olan insanlar istiyordum bana. Yanlış yaptığımda azaltıp doğrularımda çoğaltarak sevgisini, tıpkı makyaj yapar gibi kendimde rötuşlar yapmama izin verecek kadar dürüst bir şekilde yüzleştiren beni kendimle… Yeri geldiğinde “olmamış sana bu giysi” diyen patavatsız arkadaş misali canımı yakmaktan korkmayacak kadar dikkate alan beni, sevgisinin beni görmesine engel olmasına izin vermeyecek kadar büyük bir saygı duyan benliğime… Ben’i kaybetmeyen yani sevgisinin içinde, özel bir yere koyan…
İşte teyzem de aynen bu tarz bir sevgiyle sormuştu o soruyu bana. “Neden annene öyle davrandın?” demişti. Yıllık izindeydi, tatilinin birkaç gününü bizde geçirmeye karar vermişti. Daha doğrusu bunu ondan ailecek biz rica etmiştik, o da kırmamıştı bizi. Bu misafirlik bizi ev haliyle görme fırsatı vermişti ona. Birkaç saatliğine yaptığı ziyaretlerdeki o “kol kırılır, yen içinde kalır” tavrından tamamen sıyrılıyorduk, sabahları pijamalarımızla ona günaydın derken. O yokken nasılsak öyle oluyorduk yani; ne eksik, ne fazla… Kardeşimle kavga bile edebiliyordum hatta. Çünkü beni sinir etmek üzere yeryüzüne gönderildiğine karar vermiştim. Teyzem ne zaman önceden yanında yapmaktan çekindiğimiz bir şey yapsak aynı minnet ifadesiyle tatlı tatlı gülümser, bu gülüşüyle onu aramıza kabul ettiğimiz için teşekkür ederdi bize sanki.
Onunla gezintiye çıktığımız o günün sabahı kahvaltıda annem bir şey sormuştu bana, ben de cevap vermiştim; bana göre durum bu kadar basitti. Ama sanırım teyzem aynı görüşte değildi benle, çünkü bu kısacık diyalogdan sonra tam kahvaltıma dönecektim ki onun bana dikilmiş buz gibi bakışlarına tosladım. Neden bilmiyordum ama fena kızmıştı bana. Sahneyi ne kadar geriye sarsam da bir türlü yakalayamadım onu bu hale getirecek kadar yanlış olan şeyi. Annemle aramızda böylesi konuşmalar her zaman olurdu çünkü. O bir şey derdi, ben başka bir şey… Sonra ikimiz de kendi dünyalarımıza döner, ilgisizliğimizle birbirimizi görünmez ederdik. Oysa içten içe hep bilirdim, görünürde bir ilgisizlikti bu. Annem bir an olsun unutmazdı beni yoksa, bu sözüm ona umursamaz tavrının nedeni de sadece o an için güvende olmamdı. Ama bunu biliyor olmak, ona öfke duymamı engelleyemiyordu maalesef. Ben hep, mesela arkadaşımın annesi şikâyet için geldiğinde beni canhıraş savunan annem gibi olsun istiyordum, o dakikalarda hissettiğim o sıcacık duyguya sarılıp sarmalanmış olarak konuşmasını benle; sesinde, gözlerinde hep var etmesini beni… Ama annem o kadar içten bir şekilde seviyordu ki beni, sevgisinden kuşku duyacağıma en küçük bir ihtimal vermediğinden onu her fırsatta ifade etme gereği de duymuyordu doğal olarak, bu yüzden de benim ‘umursamaz’ olarak nitelendirdiğim ama aslında hiç de öyle olmayan, teklifsiz, samimi bir şekilde konuşmakta bir sakınca görmüyordu benle. Eğer içimden geçenleri bilseydi çok farklı davranacağına eminim.
Teyzem bu durumu bilmediğinden, annemin sorusuna karşı olan bu ilgisizliğim, öylesine verdiğim cevap epey bir garibine gitmişti. Benim anneme olan bu tavrım şimdiye dek kimsenin dikkatini çekmediğinden, onun konuya olan bu ilgisi epey şaşırtmıştı beni. Kocaman bir kalabalıkta el kol hareketleri yapıp “ben buradayım” diye çırpınan, görülmeye susamış birinin nihayet birileri tarafından fark edildiğini anladığında duyacağı türden delice bir sevinç duyuyordum bu yüzden.
“Keşke biraz daha kalsaydın bizde…” dedim tam da cevap vereceğimden umudunu kestiği bir anda. “Yıllık izninin bizde geçirdiğin o bölümü daha çok şey görebileceğin kadar uzun bir süreyi kapsasaydı keşke… Ama yine de sen o kısacık süreçte bile evde kimsenin fark edemediği şeyleri görebildin.”
O zamandan bu yana birçok kez bizde yatılı kalmış olduğundan, tam olarak hangi dönemden söz ettiğimi anlaması mümkün değildi, bu yüzden hemen açıklamaya giriştim: “İlkokul son’u bitirdiğim yazdan söz ediyorum. Hani bir gün kahvaltıda, anneme tavrım yüzünden çok kızmıştın bana. Sonra gezmeye çıkarmıştın beni.”
“A, evet…” dedi gerçek bir sevinçle. Çok özlediği biri belirivermişti odada birden sanki… Ve de sanki ben o özlenen kişiyi çok yakından tanıyan biriydim, o da benden onunla ilgili havadisler almaya hazırlanıyordu. “Görmeyeli neler yaptı?” diye soracaktı nerdeyse.
“Haklısın galiba…” dedi, gözleri yüzümde bir yerden ona el sallayan, kahvaltı masasındaki o küçük kıza takılmış kalmış… “O yaz acele edip birkaç gün sonra evime dönmeseydim, annene gösterdiğin o saygısız tavırda saklı esas duyguyu, yani öfkeyi görebilirdim. Ama nerden bilebilirdim ki o duygunun senin şimdi’ni bile yönetebilecek kadar güçlü bir duygu olduğunu?! Öyle küçüktün ki daha!.. O yüzden kahvaltıda yaşanan o tatsızlığın üzerinde pek de durmadım.”
“Şimdi görebiliyorsun öfkemi, öyle mi?”
Sesimdeki alay ifadesini duymazdan gelerek soruya cevap verdi: “Evet!” Ve hiç ara vermeden de ekledi: “Biliyorum, görmek için çok geç kaldım seni… Bu yüzden de çok özür dilerim. Ama sonuçta da gördüm, değil mi? Geç kaldım diye de görmezden gelemem ki! Eğer bunu yaparsam, asla affedemem kendimi!”
“Ama şimdi beni görebilmen, o yaz görebilmenle aynı şey değil, farkındasın değil mi? O küçük kız eğer gerçekten görülebilseydi nasıl bir insan olurdu, bilmiyorum ama en azından şuna eminim: Asla öyle biri olamayacağım ben!”
Teyzem pes etmeye hiç niyetli görünmüyordu. Burcu Akrep olduğundan onunla herhangi bir konuda inatlaşmanın yersizliğini defalarca tecrübe etmiştim. Bu yüzden eğer son sözlerime bana katılmadığını belirten yönde bir karşılık verecek olursa –ki bakışlarından böyle olduğunu anlayabiliyordum- asla onunla bir inat yarışına girişmeyecektim.
“Evet, olmayacaksın belki, bunun aksini söyleyemem sana. Ama rahatlıkla şunu diyebilirim: Eğer seni diğerleri gibi görmemeye devam edip ruhunun susuzluktan çürüyüp gitmesine izin verseydim ‘olacağın insan’ gibi de olmayacaksın.”
Bunları dedikten sonra hızla kapıya yöneldi. Yüzündeki kararlı ifade, az sonra soluğu annemin yanında alacağını söylüyordu. Eli kapının tokmağında, birden arkasına döndü ve laf yarışında üzerine olmayacağını bir kez daha kanıtlayarak, “Sen de bunun farkındasın, değil mi?” dedi.
YORUMLAR
Konu, sanki bir romandan bir kesit sunulmuş gibi oldukça yumuşak ve heyecansız. Heyecanla kast ettiğim okuru içine alıp, tempoya sokmaması. Bittiğinde içimde bir yarım kalmışlık duygusu vardı.
Diğer yandan, kelimeler, cümleler, anlatımı güçlendiren tasvir ve benzetmeler, her şey ölçüsünde, dört dörtlük gerçekten. Ve noktalamalarda hemen hemen sıfır hata...
Tebrik ederim
Kaleminize sağlık...