ÇENGELKÖY’ÜN BİR HOŞ ÇOCUKLARI
ÇENGELKÖY’ÜN BİR HOŞ ÇOCUKLARI
Sevgili Çengelköy, 1953–61 yılları arasında biz, Havuzbaşı İlköğretim Okulu’nun hemen yanında ki, çeşmenin üzerinde ki, üç katlı evin en alt katında oturuyorduk. Avukat Rafı Koraltan’ın sahibi olduğu büyük bahçemizde, biri üç katlı, ikisi tek katlı ve iki de büyük ahşap köşk bulunuyordu.
Efendim, bahçemiz geniş olduğundan, biz çocuklarda bu bahçede rahatça oynayabiliyorduk. 1959 yılında Havuzbaşı parkına, içinde dört salıncak, bir tahterevalli olan bir “Çocuk Parkı” yapıldı. Artık biz çocuklar, içinde envale çeşit meyve, yemiş ve çiçeklerin bulunduğu bahçemizden kaçarak, bu parka takılmaya başlamıştık.
Eylül ayı gelir, okullar açılırdı. O zamanlar yemyeşil ve kenarında dere akan, Havuzbaşı parkının Bahattin amca dediğimiz, bir bekçisi vardı. Asırlık çınar ağaçlarının yaprakları dökülmeye başladığında, Bahattin amca bu yaprakları öbek öbek toplayıp yakardı. Biz Çocuklar bundan büyük zevk alırdık. Kafalarımıza birer tüy dikip, omzumuza bir ok takıp, elimizdeki tahtadan tüfekle “Kızılderili” cilik oynardık. Yakılan yapraklardan çıkan dumanlardan ise gömleklerimizle, güya haberleşirdik. Hem gömlekleri dumanların üzerinde sallar, hem de “Oğlum Düşman Arkanda” diye, diğerlerine seslenirdik. Bir yandan da bağrışırdık, “Elli Elli Yüz, Biz Çengelköylüyüz, Tahtadan Tüfek, Keçi Bokundan Saçma, Erkeksen Kaçma” diye.
O zamanlar Havuzbaşı parkının havuzu boş bir viraneydi. Bizler bu küçücük havuzda ne maçlar çıkarırdık. Büyük ağabeyler ise, havuzun yanında kendilerine bir “Voleybol Sahası” yapmışlardı. Orada harika maçlar yaparlardı. Beylerbeyi ve Yalıboyundan gelen gençlerle.
Havuzbaşı parkına pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri saat 13.00’de kendisine özgü havalı kornası ile “Migros Mobil Marketing Kamyonu” gelirdi. Şoför park ettikten sonra, yavaşça inip, kamyonun kapaklarını açardı. Alttaki kapak tezgâh, üsteki kapak ise tente olurdu. Havuzbaşılı hanımlar, Havuzbaşında ki tek bakkal olan “Yaşar Bakkal”dan daha ucuz sattığı için, bir anda kamyonun önünde uzunca bir kuyruk oluştururlardı. Ancak “Migros Mobil Marketing” kamyonu, bakkal Yaşar amca gibi veresiye vermez, peşin satardı. Büyüklerimizin dediğine göre bunlar Amerikalıydı ve asla veresiye mal satmazlardı.
Sevgili okur, o zamanlar çöp kamyonu filan olmadığından, çöplerimizi tahtadan tek atlı “Çöp Arabası” ile biraz geçkince ama yakışıklı ve şık bir çöpçü amca toplardı. Sakın ha… Çöpçü deyip geçmeyiniz, havasında yanına sokulunmazdı. Jilet gibi ütülenmiş üniforması ve subaylarınkine benzer şapkasıyla, daha çok bir “Atlı Şövalye” gibi, atının üzerinde dimdik otururdu. Ancak çöpçü amcanın bir özrü, sağır olmasıydı. Ama o yine herkesle anlaşabiliyordu.
Sevgili Çengelköy, bu çöpçü amca, her akşamüstü saat 17.30 gibi, çöp arabasını Kayhan Çındemirlerin evlerinin arkasına park ederdi. Sonra da o gün kirlenen arabasını “su ve çalı süpürgesi” ile yıkayıp, temizlerdi. İşi bittiğinde, beyaz atının üzerine biner ve evinin yolunu tutardı.
Bir gün çöpçü amca arabasını temizleyip, beyaz atı ile evinin yolunu tuttuktan sonra, rahmetli “Deve Erdoğan” ve “Kukuli Osman” arabayı alarak, Çengelköy çarşısına doğru yol almaya başladılar. Bizlerde onları takip etmeye başladık. Güçlü kuvvetli, Deve Erdoğan at, Kukuli Osman ise arabacı olmuştu. Kukuli Osman bir eline uzunca bir kızılcık sopası, diğer eline bir kement almış, hafifçe Deve’ye vurup, deh, deh… Deh ulan deh be… Diyerek arabayı sürerken, diğer elinde tuttuğu kementi, yoldan geçenlere doğru sallayıp, yuuuppiiyyy… Deh diyerek ıslık çalıyordu. Öylece Çengelköy’e girdiler, herkes gülmekten yerlere yatıyordu. İkinci benzinciden geri döndüklerinde, onları Çengelköy’ün o küçücük ahşap karakolundan, Baş Komiser Cezmi Bey amca durdurdu. “Eğlendiiğizmiii Ulan Eğlediiğizmmiii, hele gelin bakalım biraz da içeride eğleşelim” diyerek, onları karakola alıp, biraz gıdıklamışlar.
Sevgili Çengelköy, o zamanları hatırladıkça, düşünüyorum da, “ Ya bizlere öyle geliyordu veya gerçekten Çengelköy’ün insanları, bir film yapımcısına, yüzlerce “Proje” üretebilecek kadar renkli, birer figüran ve oyuncuydular.
Eski Çengelköylüler tanırlar, Kürt İbo ve abisi Sadettin “Dınk Erkan”ın kardeşiydiler. Bir gün Dınk Erkan’ı alıp, hamallar iskelesine yıkamaya getirmişlerdi. Dınk bağırıyor, küfür ediyor, taş atıyor ama onların ellerinden bir türlü kurtulamıyordu. Kuantenamera da akrabaları olduğu için, onlara yardım ediyordu. Artık “Dınk Erkan” teslim olmuş ve son silahı olarak, ağlamaya başlamıştı.
—Lan gidin, işinize gidin…
—Oğlum gel, bak kapkara olmuşsun, sabunda var, hadi koçum, dizine kadar suya gir…
—Girmem ulan, siz işinize gidin, Sabahattin abi (sinemacı) sizi çağırıyor…
—Gel ulan buraya avratını…
—Si… tir git ulan işine…
—Bak aslanım dövicam şimdi…
—Anneee… Eeee, şunlara bak beeee…(Dınk Erkan Ağlıyor)
Bu arada orada midye çıkarmakta olan “Deve Erdoğan” ve “Kepaze Mustafa” devreye girerler ve…
—Erkan niye yıkanmıyorsun oğlum, bak cici olacaksın, kızlar seni beğenecek…
—Bana ne… Yarın yıkanıcam…
—Yarın kar yağacak oğlum, bak hava sıcak, haydi denize, marş…
—Bana ne… Donum ıslanır…
O sırada kayığını denize indirmekte olan Çengelköy’ün efsanevi balıkçısı Beeyyyciiimmm lafa karışır.
—Donunu da çıkar ulan, sen erkek adamsın…
—Bana ne… Erkek sensin, lan…
—Ne bok yersen ye ulan… Ayı gibi dolaş böyle…
—Bana ne… Annem kızar… Demesiyle…
—Kürt İbo ve Sadettin Dınk Erkan’ı denize atarlar…
Erkan bir anda soğuk suya girince, çıldırdı… Isırıyor, su atıyor, su yutuyor, avaz avaz bağırıyor ama denizin içinde parçalan elbiseleri ve donuyla, anadan üryan kalmıştı.
—Kürt İbo, uzat ulan kafanı sabun sürücam, keçe gibi valla…
—Si…tir git… Lan işine…
—Oğlum bak batırırım, denizdeki Çingeneler kaçırırlar Allahıma seni…(Erkan Çingenelerden çok korkar)
—Erkan Çingene lafını duyunca sordu? Onlar balık Çingene mi?
—Balık Çingene tabii, hem de nah şu kütük kadar…
—İyi o zaman donumu da yıka… Dedikten sonra, onu bir güzel yıkadılar kardeşleri. Kulakları çınlasın, yorgancı Şener’de parçalanan, elbiselerini ve donunu dikti. Dınk Erkan giyindi, beyazlaşmıştı belli ki.
Bu arada “şimdilerde bile kökleri kazınamayan, bir fırlama çıktı ve DIIINNNKKK… Diye bağırdı. Garibim Erkan bu sefer tam çıldırmıştı, eline koca bir taş aldı ve o fırlamaya attı. Taş çocuğu ıskaladı ama zavallı yorgancı Şener’in dükkânının koskoca camekânını yerle bir etti. Bunun üzerine Şener; soyun ulan, bir de ben yıkıcam seni (aslında Şener Erkan’ı sık sık dükkânın önün de yıkardı) dedi. Erkan, paltolda vercenmi… Vericem ulan, hele sen bir soyun. Erkan alışık olduğundan, hiç itiraz etmedi. Soyundu ve hortumun önüne geçti. Şener’de onu bir daha, tuzsuz suyla duruladı. Erkan’ın keyfi yerine gelmişti. Sokaktaki naylon torbaları toplayarak, evinin yolunu tuttu.
Sevgili Çengelköy, inanın yazdıkça aklıma geliyor. Ama aldığım notlar sayesinde, yeri geldiğinde zaman ve mekân belirterek, Çengelköy’ün 45–50 yıl önceki sosyo-kültürel ve otantik özeliklerini, sizlere aktarmaya çalışacağım. Çünkü “Çengelköy’ün Bir Hoş Çocuklar”ı o kadar bol ki, anlatıla anlatıla kolayca bitmez. Saygılarımla…
T u n a c a n