- 1114 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
ÇAKI-BİLEK YA DA SAAT-YOL
O yaz kendimi bir uzay mekiğinde bekleyen yalnız bir astronottan daha berbat bir halde buldum. Nasıl atlattım bilemiyorum durmadan çoğalan boşluk tepemde dururken. Her gece yarısı apartmanın beşinci katındaki dairemden şehrin yavaş yavaş azalan ışıklarını seyrederken buluyordum kendimi. Erkenden uyuyabilen insanlara karşı “Nasıl hemen şimdi ölmüyorlar?” diye bir soru sürekli kafamı kurcaladı durdu. Hep sigaramın yarısını içip kalan kısmı hınçla aşağı fırlattım. Bir nevi şehri yakmaya kasıtlı bir eylemdi. Günümüzün yasalarla çizilmiş alanın içinde kalan diğer eylemler gibi varlıksız bir eylem. Boş bir odaya kıstırılmış çığlığım yankılanarak konuşuyordu sanki. Sadece kendi kendini tanımlayamayan ezeli bir boşluk gibi cevapsız kalmıştım. Acaba bugün daha neler kaybettim merakı ve paylaşılmayacak kelimeleri yansıma da olsa bir varlığa kısmen döküp rahatlamak için aynalara baktım bütün yaz geceleri. Yüzümdeki çoğalan beyaz kılları çekiştirip durdum. İlkin on onbeş tanesini çekmek kolay geliyordu. Ancak daha sonraları bu sayı kendini katlayarak çoğaldığı için vazgeçmek zorunda kaldım. Artık pörsümüş, bezgin bir yüzle konuşarak “Kadınım bende ne buluyor ki?” gibi soruları aklımın ücrasına sordum. Eski fotoğraflarımı inceledim, geçmişte gülebildiğimin kanıtı olduklarına bir türlü inanmak istemedim. Sanki, bir tarafı güneşte kalmış resimlerde hep köşe bana denk geliyormuş gibi hepsinde rengimi kaybedip siliniyordum. Önce renkler solacak, daha sonra ana hatlar da kaybolacaktı.
Saat, gece yarısı birdi sanırım. Elimi cebime attığımda bir çakı buldum. Tam hatırlamıyorum niye cebimde duruyordu bu yaratılıştan beri kasıtlı şey. Birden çakı ile elin değil de çakı ile bileğin daha uygun bir ikili olabileceği geldi aklıma. Bir çeşit fail-meful ilişkisi. Bu düşünceler durmadan kendini hatırlatarak büyük bir baskı oluşturuyordu üstümde. Hiç tadılmamış, yepyeni bir deneyimden önceki savunma içgüdüsünün oluşturduğu tereddütle kendimi ikna için süre tanıdım. “Daha öğrenecek çok şeyim var, b.ktan gerçeği daha net kavrayamadım.” deyip iki hafta boyunca aynı gelgitlerde çakımla göz göze gelerek konuştum, oyaladım. “Bugün daha iyi misin, yaratılış amacın ne, sen de ölümü hisseder misin?” gibi tuhaf ve saçma sorular.
İyi hatırlarım, yarım bir ay vardı gökte, her şeyin yarım olduğu gibi olağan. Adet olduğu üzere balkondan aşağı sigaramı atacakken, aşağıda kaldırım kenarında bekleyen, giyimi ve tavırlarıyla yosma olabileceği kolayca anlaşılabilecek bir kadın gözüme ilişti. Sokak lambasının dibinde tek başınaydı ve gülebiliyordu. Yapmacık bir gülümseme değildi, bunu iyi biliyorum. Düşüncelerden çok duyguları okuma gibi insana daha çok kahır yükleyen bir yeteneğim vardı. Bir foton tanesi gibi insanların, hayvanların hatta kurumuş bitkilerin kalbinden, gövdesinden geçip yeni hüzünler yüklenmiş bir şekilde yoluma daha kasvetli bir yükle devam ediyordum. Mutluluk bir aldanış, oysa hüzün her noktada gerçekliğini koruyorsa bu yetenek insanı yiyip bitiren bir özellikti. Bu feleğin sillesini yemiş kadına bakıp “Niçin vazgeçmedi şimdiye kadar?” diye kendi kendime defalarca kez sordum. Boşluğu tecrübe edecek en birinci muhatap o değil miydi?
Hayretler içinde, aşağı inip bir şekilde öğrenmeye karar verdim. Asansör çalışmadı, merdivenleri bir çırpıda kat ederek caddeye vardım. Nefes nefese kalmış bir şekilde etrafıma bakınıp durdum. Yarım saat boyunca onu bütün cadde boyunda ve ara sokaklarda aradım durdum. Sorulacak en önemli soruların cevapları ondayken nasıl kaybolabilirdi? Büyük bir hayal kırıklığı ile daireme tekrar çıktım. Ama zihnimde yeni doğan bu merakımın iyi bir şey olduğunu kavrayabiliyordum. Merak bir yönüyle ümit, yola devam isteği demekti. Sanki yenik durumda olup sonradan puan alan bir güreşçi gibi yeniden şevkli ve birini ikna etmeye çalışıyormuşçasına “Nedir benim eksiğim bir yosmadan, daha kaç acıyı tecrübe ettim ki, onun benden fazlası ne, denizin dibinde boğulurken nasıl gülebilir insan? Vazgeçen neyi kazanır, neyi kaybeder? ”diyordum. Cevap veremiyordu keskin metal ve ben yolumu uzatıyordum.
Beş gün sonra balkondan bakarken tekrar onu gördüm. Apartmanların arasında kalan daracık gökyüzüne, şehir ışıklarının soluklaştırdığı yıldızları sanki inceliyormuş gibi baktı, yüzündeki tebessüm yukarıdan apaçık seçilebiliyordu. Sonra, saatine otobüs bekleyenlerin bakması gibi bakıp başını dikti, tekrar gülümsedi. “Beklenti mi?” dedim şaşırarak. “Geleceğin neler vaat ettiğini kim bilebilirdi? Gülebilen insanlar varsa güzel şeyler olacak, güzel şeyler olmalı. Kader bu kadar insanı yanıltmamalı. Kirletilmesine rağmen Dünya’nın dönmekten vazgeçmemesi gibi herkesin ufkunda güzel beklentileri olmalı. Güzel şeyler ancak böyle yaratılır.” dedim. O kadın için güzel dileklerimi kalbimden uçurdum. Sigaramı kül tablasına bastırıp içeri girdim; yatağıma uzanıp tatlı rüyalar, güzel yarınlar diledim.
Yahya OĞUZ
YORUMLAR
Cakı- bilek ya da saat yol.baslik muntazam yazı fevkalade.okurken kari olduğumu unuttum diyebilirim.elinize düşüncelerinize sağlık.
Yahya Oğuz
Şehrin azalan ışıkları, insanların çoğalan günahlarını her gece karanlığa gömüyor.
Oysa erken uyuyanların, erken bir ölum içinde ,gerçek görüntüler karşısında umursamaz tavırların sahte göz yummaları. Her gece yakılan sigara, her günün sonu gibi tukenen saatlerin bir toz parçasına saplanan derin bir his... Yanan şehrin alevleri, temiz bir gülüşün sancısı gibi. O sancının ışık altında bekkeyen yürek sancısı simdi bendeki... Her gece yine yarımlara bolünen gece, bölen güneşin yarısina düşen gün ! Hoş gel din !
Mükemmel bir yazı...Dopdolu duyguların imdeki çekilmesi gibi. Tebrikler
Saygılar, Sevgiler
Yahya Oğuz
Güzel yarınlar.
Hepimiz için.
Tüm insanlık için.
Gülen ve güzel yarınlar için.