Umuda yolculuk.
Yaşamak denince her insan gibi bir süre durup sessizleşiyorum.Kendi içimde,kendi sessizliğimde kıvranıyorum.İnsanları,yaşayan herkesi düşünüyorum.ve özellikle şu yaşadığımız coğrafyayı.Barut kokusu hiç dinmedi burada.Ölümler ve çığlıklar hiç susmadı.Yani namlular hep birilerinin üzerinde duruyordu nedense.
Bu bir kader miydi? Yoksa insanların kendi yaratığı bitmek tükenmez bilmeyen hırs mıydı? Doğrusu bunun kader olduğunu hiçbir zaman düşünmedim tabi düşünen varsa buna sadece saygı duyacağımı şimdiden söyleyeyim bari..
Ben biraz daha ikinci şık üzerinde duruyorum.Yani bunun insanın hırsından kaynaklandığını düşünüyorum.Hırs dediğimiz şey öyle melen bişey ki insanın içinde oluşmasın bir kere ne saygı bırakır ne de sevgi. sadece onu belirlediği kendi hedefine doğru yürütür.Hani öyle hedef deyip geçmek istemiyorum.bu kadar basit değil çünkü.
hedef önüne çıkan her engeli sonu ne olursa olsun yok etmeye çalışır.Kendi amaçlarına ve kendi düşünce dünyasına olan hizmeti gerçekleştirmek için, bu uğurda herkes onun için bir ölüdür.Yok etmeye ve öldürmeye meyillidir.
Ki coğrafyamızda bu hedefleri taşıyan hiziplerin varlığı,sempatizanların çokluğu her insan gibi beni tedirgin etmiyor değil.Örneğin kuzey ıraktaki geniş ovada her gün bu amaca hizmet eden hiziplere olan katılımın sayısını düşünürsek bunun ne kadar korkunç bir hal aldığını görürüz.
ki Bu hedeflere yönelik her gün televizyonda ve medyada okuduğumuz onlarca katılım haberleri var.amaç buradaki hiziplere desteği sağlayarak katliamlarını ve cinayetlerini daha çabuklaştırıp buradaki topraklara sahip olmak.ve buradaki yerli halkı da sürgüne zorlayıp yerlerinden ve anayurtlarından etmektir.
Özellikle son zamanlarda ezidilerin göçlerini düşünürsek, bu hiziplerin ya da bu kanlı terör örgütlerinin hangi noktaya geldiklerini görmüş oluruz.
Tabi böyle haberler her insan gibi benim de duygularımı etkilemekle beraber yüreğimi paramparça ediyor.Diyarbakır’da yaşayan bir vatandaş olarak,geçen gün servisle okula giderken yüzlerce Ezidinin kendi topraklarını terk ederek belediyenin park alanına kurulan çadır kentlere yerleştirildiğine tanık oldum.
Yol boyunca bu insanların çektiklerini, sıkıntılarını,ölümü en çıplak hali ile yaşadıklarını kafamda kurgularken dudaklarımın kıpırdamadığını,arabadaki hiçbir konuşmaya kulak kabartamadığımı,diğer arkadaşlarımın sohbetlerine ortak olmadığımı okulun bahçesine varıp inince anlıyorum.Aşağıya inince bahçede bulunan arkadaşlara selam verdikten sonra yukarıya çıkıyorum.Müdür yardımcımızın odasına girip bir bardak soğuk su içiyorum.Sonra küçük ve birazda yumuşak bir koltuğun üzerine çöreklenip bir iki saatlik zamanın nasıl geçtiğini ben de bilmiyorum.Kafamda hep aynı şey yani aynı senaryo.Bu insanların uğradığı baskı, zulüm aklıma geldikçe çileden çıkar gibi oluyorum.
Neyse vakit dolunca tekrar araca binip aynı yoldan şehre dönüyoruz.hepimiz farklı yerlerde iniyoruz.Bir kahveye gidip biraz dinlenip bir iki çay içmek istiyor canım.Gidip kahvenin birinde oturuyorum.Çayımı içerken karşımda duran televizyona kulak kabartıyorum.Haberin gündeminde bu olaylar var.Kuzeydeki insanlık dışı vahşetten bahsediyor spiker.Capcanlı bedenlerin henüz ölümü tadamadan toplu mezarlara gömüldüklerini söylüyor.
Böyle bir vahşet yok diyorum kendi kendime..İzleyenlerin hepsi şaşkın,pörtlek gözlerle birbirlerine anlamlı anlamlı baktıklarını seziyorum.’’Bu ne ya’’ dediklerini hissediyorum sanki.Canım sıkılıyor bu haberlere bu vahşete,içim eziliyor,bir insana bu yapılır mı diyorum.ve çarçabuk oradan kalkıp şehrin kalabalığına karışıyorum.
Kalabalık kaldırımlarda yürürken,dalıp gidiyorum.Bir ara cebimdeki telefonu çıkarıp arayan var mı yok mu diye bakıyorum.Bir arkadaşımın beni aradığını görüyorum.Hemen cevap veriyorum. Sesinde bir endişe ve telaşın olduğunu anlıyorum.Nerede olduğumu soruyor.Yerimi söylüyorum.Orada beni beklememi söylüyor.Bende uygun bir yere gidip onu bekliyorum.Beş dakika sonra araç yanımda duruyor.kapıyı açıp biniyorum.Selam verip umarım ciddi bişey yok diyorum.Hayır diyor,solgun pörsümüş dudaklarıyla.ve devam ediyor.
‘’Az önce abim aradı beni diyor,çok yakın bir ezidi arkadaşının kaynanasının fakültede yattığını,onları mutlaka ziyarete gitmelerini benden istedi diyor.Abisi Almanya da yaşadığı için halilen kardeşini aramış.Bizde zaman kaybetmeden soluğu fakültede alıyoruz.Hemen kadınların acil olarak yattığı bölüme gidiyoruz.Bir iki koridoru geçtikten sonra kaldıkları odaya geliyoruz.
İçeride yaşı geçkin bir nine hastalığının verdiği acı ile uyuyor.Hemen başının üzerinde durmadan aralıksız bir şekilde çalışan bir serum onu yaşadığı acılardan ne kadar sıyırabilir ki.
yanında esmer yüzlü,hafif biraz tıknaz bir genç kız. Dalgın dalgın etrafa bakıyor.Yaşadığı acıları gözlerinin içine bakarken anlıyorum.Hani sandalyede öyle bir oturuşu var ki bakınca sanki içim parçalanıyor.Öyle mahzun ki inanın bu fotoğrafı hiçbir kelime ifade edemez diyorum.Onun da hemen yanında yaşlı kadının oğlu,genç kızın babası ayakta duruyor.Zaten biz içeriye girer girmez hemen yanımıza gelip ‘hoş geldiniz’ diyor.
Türkçe bilmediği için Kürtçe anlaşıyoruz.Dilin hiç önemi yok.Önemli olanın insanlığın nasıl buluştuğudur.Ki bu hangi dine mensup olursa olsun bizim vereceğimiz sevgi ve saygının dilidir.
Biraz iri yarı bir adam,yüzündeki buruşuklar sanki şengal vadisinin ezilmişliğini anlatıyor.Gözleri, onlarca insan ölse bile henüz yaşama umudunu yitirmeyen ve içinde tap teze ve diri tutan bir adam.Konuşurken yaşadıkları acı beni öylesine derinden etkiliyor ki canlı bir tanık gibi orada yaşıyorum her şeyi sanki.
daha sonra, annesinin hastalığı hakkında bize bilgi veriyor. doktorun ona aktardığına göre cerrahi müdahale gerekiyormuş.Çünkü safra kesesi tahribata uğramış.
Arkadaşım hastanın hemen ayakucunda duran doktorun raporuna göz atıyor.böbreklerinde taş olduğunu belirtiyor.
Hastalık böbrek ile başladığına göre aç susuz yolculukları aklıma geliyor.Buraya nasıl geldiklerini söylüyorum adama.
Alnını kırıştırarak davudi bir ses tonu ile anlatmaya başlıyor.’’Abi diyor biz şengalden çıktıktan sonra Erbil’e,Erbil’den, Zaho kasabasına oradan Silopi sınırına geldik diyor.Daha sonra Türk yetkililer bizleri alıp Diyarbakır’daki kurulmuş kamplara getirdiler.Annem bu yolculukta hastalandı diyor meyus gözlerle.Sonra bakışlarını önüne eğerek yutkunduğunu hissediyorum.Kendini kısa sürede tekrar toparlayıp konuşmasına devam ediyor..Anam diyor,şu anam diyor iyileşseydi, ve kendi diliyle Allaha durmadan yakarıyor konuşurken.Bizden herkesten dua istiyor.hepimiz’’Ğedı şifa bıda’ diyoruz.Yani Allah şifa versin diyoruz.Bir şeye ihtiyacının olup olmadığını soruyoruz hiç bişey istemiyor bizden.Ardından geçmiş olsun deyip dışarı çıkıyoruz.
Araca binip eve yakın bir yerde iniyorum.Eve gitmeden önce dalıp gidiyorum bu manzaraya .Binlerce on binlerce sürgünü ve tarihin bütün katliamlarını düşünüyorum..Neden diyorum? Neden huzur yok ?Bu ölümler neden?Bu hırs ile donatılan hedefler ne zaman gömülecek mezara.ve daha birçok soru.
Karşılığı yok hiçbir sorumun.Gidip uyuyorum,unutmaya çalışıyorum. Uyurken sabah yine aynı manzaranın devam edeceğini biliyorum. Böyle olsa bile saygı sevginin egemen olduğu bir dünya dilimde hep dönecek,ben ölünceye kadar.insanın yaşadığı dil, din, renk, mezhep ne olursa olsun onun yaşama hakkı vardır.bu hakkı ve umudu hiç kimse,hiçbir güç elinden alamaz diyorum.
Yaşasın insanlık ve insanlığın değerleri..
Diyarbakır/eylül 2014