- 1040 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'dostum, sen adi bir pisliksin'
doymak bilmeyen bencilleriz...
Bazı zamanlar olur, insan elinden, ayaklarından, tüm kıllarından, yüzünden, başından kurtulmak ister. Niye böyle olur diye düşünüyorum. Eğer gerçekten bir ruhsak, bedeni kabul etmeme içgüdümüzle alakalı olmalı bu. Bana bu his çoğunlukla otobüsle yolculuk yaparken gelmiştir. 38 numaralı koltuklar garip bir şekilde hep bana denk gelmiştir. Haftalarca üst üste seyahat edince denk gelmesi acayip karşılanmıyor. Bazı zamanlar bilet olmadan otobüse bindiğimde ve boş koltuğa geçip de, oturayım dediğim zamanlarda bile 38 numaralı koltuğa çokça oturmuşumdur. 38 numaralı yolculuğumun olmadığı günlerden biriydi. Aşti’nin önünde simsarların arasında dolanıyordum. Çantam var mıydı, yok muydu hatırlamıyorum. Geceydi. Saat üç buçuğa yaklaşıyordu. Bir yetmiş boylarında göbekli, ellili yaşlarda adamın arkasında duruyordum. Yaşlı bir çifti görünce adam, hemen yanlarına gidip, nereye gideceklerini sordu. ‘İstanbul’ deyince, ‘Abicim, az bekleyin sizi hemen bindireceğim’ dedi. Bende yaşlı çiftin yanında doğru yaklaştım. Hoş, mutaassıp bir insanlardı. Sigaram bitmek bilmiyordu. Sanırım birini söndürüp, diğerini yakıyordum. Hafiften balgamlı bir öksürüğümde vardı ama yanımda yeteri kadar hap da vardı. Aslına bakılırsa, yanımda hap olduğuna çantam da olması lazım! Evet, evet evrak çantası elimdeydi. Hayır, belli bir süre parmaklarımı sıkıp, bir şeyi tuttuğumda ellerime garip bir ağrı bulaşıyordu. Omzumdan çantayı asmıştım. Zaten mevsim kıştı. Bahar gelecek diyordu bazıları. İnanmak istiyordum. Cebimde aslında yeteri kadar para da vardı ama yine de paraya kıyamamış, Samsun 216 ile idare ediyordum. O zamanlar henüz Camel indirime gitmemiş, Samsun 216 bana yetiyordu. Aslında İstanbul’dan dönerken Aksaray ya da Eminönü civarından İsviçre sigarası Marble ya da Amerikan Capital alıyordum. Bazen karton alıyordum, bazen de altı Marble, dört Capital. Capital ciddi mana da ciğerleri mahvediyordu. Marble de ki aroma biraz daha hoştu. Tabi onunda ciğerleri mahvetme konusunda Capital’dan pek bir farkı yoktu. Gözlerimin altında siyahlıklar çoğalmıştı. Plan yapmıştık. Cumartesi ben işlerimi halledecektim, Pazar günüyse kız Silivri’den otobüse binip, yanıma gelecekti. Yanıma derken aslında Pendik’ten Eminönü’ne ben gelinceye kadar, o da Silivri’den Esenler Otogarına kadar anca gelebiliyordu. Her ne kadar kızla buluşmak istesem de, bir yanımda en ufak iştiyak dahi yoktu. Ruhum bedenimden kurtulmak istiyordu. Yine de olumlu düşünmeye çalışıyordum. ‘Arka koltukları boş bir otobüs gelir de, yaşlı bir çift bir tarafa geçer, bir iki yeni İstanbul yolcusu da başka tarafa, ben de ikili koltukta İstanbul’a gidene kadar sefamı sürerim’ diye düşünüyordum. Bir otobüs yaklaşmış ve durmuştu. Yolcu işinin uzmanı olmuş bir şoförle aşağı inmiş, simsarlarla kaç tane yolcu olduğunu soruyordu. Otobüse bakmıyor, yalnızca pazarlığın kaç lira olacağı üzerinden konuşmalara odaklanmıştım. Sonunda elli liraya anlaşmışlardı ancak bu durumda simsar on lirayı cebine götürecekti. ‘Kırk liraya gideriz’ deyince yaşlı çift, simsar bir şey diyememiş, şoförden birkaç lira koparıp, otobüsten taksicilerin olduğu tarafa doğru uzaklaşmaya başlamıştı. Tabi benimle beraber toplam beş kişi otobüse yeni yolcu olarak biniyorduk. Büyük sürprizle az sonra karşılaşacaktı. İki basamak çıkıncı otobüsün gerçeğiyle karşılaştım. Yalnızca üç koltuğun boş olduğu, içeride yalnızca Suriyelilerin olduğu bir otobüsteydim. Elbette hepsi kamptan İstanbul’a kaçanlardı. İşin trajik tarafı Antep’ten Ankara’ya kadar şoför nasıl polise yakalanmadan gelebilmişti? Yaşlı çift boş ikili koltuğa geçmiş, diğer boş koltukta dolmuştu. Mecburen iki kişi şoförün yanında oturacaktık. Birimiz muavin koltuğunda, diğerimizse iki ve üç numaralı koltukların arasında, uzun boylu vitesin tam karşısındaki tekli basamakta oturacaktı. Önce elli lira söylenen bu zahmetli ve çekilmez yolculuğu kırka indirebilmiştik. Yine de içim rahatsızdı. Mitsubishi marka beyaz bir otobüsün içerisinde ilerliyorduk. İstanbul’a varışımız tahminen onu bulacaktı, belki de daha fazla. Pozitif düşünmeye çalışıyordum. Her şey güzel olacaktı ve bu yolculukta elbet sona erecekti. Önce basamakta otururken, sonra bir level atlamış gibi muavin koltuğuna geçecek ve yolculuğumuzun geride kalan kısmını orada tamamlayacaktım. Tabi tahminen altı saat sürecek yolculuğun saatinde bir şaşma olmadı ama hayatımda gerçekleştirdiğim ikinci hırsızlık vakası otobüste olmuştu. İlki Bursa’ya taşındığımız ilk yılda gerçekleşmişti. Henüz yedi yaşında bir çocuktum. İkinci sınıfa gidiyordum. Bir yandan kardeşim dünyaya gelecek diye heyecanlanıyor, diğer taraftan annemin hamile oluşu ve benim üzerime fazla düşemediği, ilgilenemediği için de rahatça hareket edebiliyordum. Yedi yaşındaydım ama yapmadığım muziplikler yok gibiydi. Tabi hepsi gizli kalıyor, hiçbiri duyulmuyordu. Hepsi bir yana, sınıf arkadaşım Semih’in babasının bakkalından aşırdığım birkaç şekeriyse hiç unutamıyorum. ‘Çocukluk’ deyip, geçilebilecek zamanlar belki ama hiç de öyle olmuyor. İnsan hırsızlık gibi kötü erdemlere, ileride sahip olabileceği iyi erdemlere de çocukken sahip oluyor. Kötülük erdem sınıfı içerisinde değerlendirebilecek bir sıfat mı bilinmez! Zaten konumuz da o değil, benim o birkaç şekeri aşırmam. Zaten oğluyla beraber bakkala giriyorduk. Semih’e söylesem ya da direk babasına söylesem bize o mavi, küçük şekerlerden verebilirdi ama ben söylememiştim. Her şeyi aşırabilecekken, o küçük mavi şekerleri büyük bir arzuyla aşırma isteğine şimdi mana veremiyorum. Küçükler diye miydi acaba? Yoksa pahalı olmadıklarını bildiğim için miydi? Ne kadardı ki fiyatı? İki beş yüz lira, yoksa beş yüz lira? Nihayetinde masum gibi gözükse de ilk hırsızlığımı o gün gerçekleştirmiştim. Bir daha kimsenin malına el sürmedim. Okuduğum kitaplar, büyüklerim doğrunun böyle olduğunu söylüyorlardı. Özellikle Montaigne’inin denemelerinden birinde buzağı ve kadın hikâyesinin, iğne ve altın çalmakla bağdaştırıldığı bölümü hiç unutamadım. Ne zaman bir başkasının malına göz koysam, iyi erdemleri yanıma çağırdım. Ancak bu sefer bu olayın üzerinde yıllar geçmiş, büyümüş, düşüncelerimdeyse nerede olgunlaşmaya başlamıştım. Bu sefer ki hırsızlığımın temelinde iyi nedenlerim olmalıydı. Şoför topladığı ne kadar para varsa cebine doldurmuştu. Cebi şişmişti. Uykusuzdum. Ruhum bedenim kurtulmak istiyordu. Çünkü muavin koltuğunda sıkışmıştım. Yeni otobüslerin muavin koltuğunda da bir iki kez yolculuk yapmıştım. Onların ara mesafesi daha geniş olduğu için koltukta oturmak sıkıntı oluşturmuyordu ama bu öyle değildi. Bolu’ya doğru ilerliyorduk. Aklımdan geçense, verdiğim kırk liranın tek lirasına layık olunmadığım bir yolculukta bacaklarıma ara ara kramp giriyor, bağırsaklarım da bana uzanmam konusunda alarm gönderiyordu. Duyuyordum ikisini de ancak elden gelen bir şey yoktu. Bir ara gözlerimi açtığımda vites kutusunun sağ tarafında, uzun kaputun altına doğru yirmi liranın yerde uzandığını gördüm. Basamakta Urfalı bir çocuk oturuyordu. Göz ucuyla ona bakıyor, parayı fark edip etmediğini merak ediyordum. Safın, garibanın biriydi. Buna kanaat getirmiş olmamsa, şoförle yarım saat konuştukları mevzudan kaynaklanıyordu. İstanbul’a iş bulmaya gidiyordu. Şoför bu çocuğun saf ve gariban biri olduğunu da görünce, bir nevi bedavadan hizmetini ona yaptırmaya başlamıştı. ‘Su getir’ diyordu, hemen getiriyordu. Bolu’ya varmadan petrol ofisinde durmuş, kendisine soğuk içecek aldırmaya göndermişti. İşte o zaman farkına varmıştı ki, yirmi beş lirası eksik! Elbette yerde gördüğüm o yirmi lirayı almıştım. İçinde beş lira daha olduğunu şoförden öğreniyordum. Urfalı saf ve gariban çocuk karanlığa bakınırken, sol ayağımla paranın üzerine doğru gidip, onu bir anda ayağımın altında yok etmiştim. Elbette sakız çiğniyor olsaydım, çiğnediğim sakızı ayakkabımın altına koyup, parayı daha çabuk alabilirdim. Sakız olmadığından bu işi yapıyordum. Para artık sol ayakkabımın altındaydı ama asıl mevzu bacağımı kendime doğru getirmekti. Yine yeni bir şeytanlık düşünmüş, tam ayağımla parayı kendime doğru ittirdiğimde önüme eğilecek, geriliyormuş gibi hareket edecektim. Elbette bunların hepsi yirmi beş lira için değildi. Daha çok ezilmişlik ve hüsrana uğramışlık fikri beynimi kemiriyordu. Belki biraz daha bekleseydim, daha rahat bir şekilde İstanbul’a yola çıkacaktım. Hem orada da verdiğim ücret kırk lira olacaktı. Sandığım gibi yirmi lira olmayan parayı cebime attıktan sonra, içimde bir yer pişman olurken, diğer taraftan ‘bu sıkıntıyı çekiyorum hem de kırk lira mı vereceğim lan’ gibi bir itiraz sesi yükseliyordu. Elbette haklıydım. Muavin koltuğu mantığı itibariyle sakat bir projenin sonucu olduğu açıktı. Camla karşı karşıyaydım. Şoför amortisörlü koltuğunda rahatça gaza basarken, bense sıkışmanın ve otobüsteki ağır kokunun verdiği sersemlikle daha İstanbul’a varmadan yorulmuştum. Bolu’da zevki olarak dinlenme tesisi seçeceğimiz an başlamıştı. Şoför herhangi bir şirkete bağlı olmadığından istediği dinlenme tesisine girebilirdi. O dar yer de, çaresizlik ve vicdan azabı içinde uyumuştum. Nihayet bir dinlenme tesisine girince, ayaklarımı dinlendirme fırsatı doğduğu için Tanrı’ya şükrediyordum.
Sabah namazı Ankara Bolu arasında güme gitmişti. Elbette sonradan kazası yapılacaktı ama yine de kılamamak içimdeki sıkıntıyı artırmıştı. Öncesinde hırsızlık yapmış, haksız olduğunu düşünsem dahi haberi olmadan şoförün parasını cebime koymuştum. Tuvalete gidince, paranın şoförün dediği gibi yirmi beş lira olduğunu fark ettim. Aslında yirmi beş lirayı gidip yere tekrardan koyabilirdim ya da asil bir davranış eseri ‘paranızı ben aldım ancak içim hiç rahat etmediğinden size geri veriyorum’ da diyebilirdim. Hiçbirini yapmadım. Çünkü hâlâ haklı olduğumu düşünüyordum. Normal koltukta oturan yolculardan farklıydım. Rahatsızdım. Basık ve de sıkışık bir ortamda, elim, kolumu yaslayacak bir yer olmadan altı-altı buçuk saatlik yolu gitmek zorundaydım. Bir ara düşündüm. Dinlenme tesisinde başka otobüse binebilirdim. Ama sabahın erken saatleriydi ve uyku sersemliğiyle başka işler de almak istemiyordum. Bavulların arasında uzanıp gitmeye razıydım ama böyle muavin koltuğunda meşakkatli yolu çekmek içime sinmiyordu. İçime sinmediğinden de parayı adama geri vermedim. Elbette işin en hoş tarafı, Diyarbakırlı biriyle dinlenme tesisinde tanışmamızdı. O da benimle beraber Ankara’da otobüse binenlerden biriydi. Yaşlı çiftin yan tarafındaki boş koltukta oturuyordu. Suriyelileri şikâyet ediyordu: ‘İnan abi bunlar hırsızlar, katiller… Bunlara var ya, hiç ama hiç güvenilmez. Adam bıçağı çeker, acımadan öldürür seni. Valla anam reçel yapmış, acı biber yapmış, çantam ayaklarımın dibinde. Korkuyorum ki çalsın mınakoyduklarım.’ Âdem’le birkaç dakika geçmeden muhabbeti kurmuştuk. O tekrar yerine oturmuş, ben muavin koltuğuna oturmadan önce de dostça göz kırpmıştı. Otobüs artık benim için daha çekilebilir bir alan olmuştu. Yaşlı çifte güveniyor, onları tanımadan onlara karşı manevi bir yakınlık hissediyordum. Âdem vardı. Sonra Urfalı o çocuk saf ve garibandı. Temizdi de. Bir iş varsa, tertemiz halledebilirdi. Şoför de iyi birine benziyordu fakat ona pek güvenmiyordum. Özellikle moladan sonra söyledikleriyle iyi birisi olma hakkını da kaybetmişti. Bela okuyordu. ‘O paradan kıymet bulmasın, kim aldıysa ona haram olsun’ diyordu. Ben almıştım. Elbette diyebilirdim ki bu kadar Suriyeliyi İstanbul’a götürürken de, polise yakalanmamak için de elinden gelen gayreti gösteriyordu. Çünkü bir yandan ‘polis durdurmasa iyidir’ tarzı yakınıyor, diğer taraftan düşürdüğü yirmi beş lirayı alana insana bela okuyordu. Aslında sıralamada bir yanlışlık olduğunu şimdi fark ettim. Urfalı saf ve gariban çocuğa soğuk bir şeyler aldırdığı zaman, Bolu’da dinlenme tesisine uğradıktan sonraydı. Parayı tesiste düşürdüğünü zannediyordu. Bu yüzden hapisten birkaç yıl önce çıkmış, tesiste araba, otobüs yıkayan adama sormuş, adam da çevreyi kolaçan yapıp gelmiş, ‘kimse almadı, senin para arazi’ demişti. Ben o vakit onları izliyor, sigaramı içiyordum. Aç karnına sabah vakti sigara pek iyi gelmese de vücuda, sırf gerginliğimi alsın diye üst üste içiyordum.
Şükür Türk Telekom Arena önünden geçebilme şerefine erişmiş ve varmamız gereken yere yaklaşmıştık. Aslında mesafe yine de vardı. Esenler Otogarına gidinceye kadar yaşadığımız diğer ilginç olaysa, şoförün çevreyolunda inip, duvara işemeseydi. O işerken, ben ondan aşırdığım parayla ne yapacağımı düşünüyordum. Zaten Pendik’e varıncaya kadar bir sürü para harcayacaktım. Her nasıl da sigaraya veririm, duman olur gider mantığıyla yirmi beş lira sağ cebimde, şoförün gelmesini bekliyordum. Fermuarını açıp, pipisini tuttuğu ve sonra da onu bir güzel sallayıp, akıntı yapmamasını istediği anları düşünürken, elleriyle direksiyon tutuşuna kafayı takmıştım. İnsanın hayatta bir şeylere takma güdüsünün aslında bir şeyi yok sayarken, diğer taraftan var olmayan ya da olabilecek bir şeyi göz önüne getirip, bir nevi takıntı haliyle kendini rahatlatma yatmaktadır. Aynen ben de böyle yaptım ve rahatladım. Onun üre kokan ellerini düşünmeyi bir kenara bırakıp, Esenler Otogarının görüş menzilimize girişi karşısında sevindiğimi itiraf etmeliyim. Elbette insanlar eskiden daha kötü hallerde yolculuk yapıyorlardı ama ben yine de paramla rezil olmak istemiyordum. Ankara-İstanbul arasını on beş liraya gelmiştim. Mutlu değildim. İçim rahat hiç değildi. Yine de intikam aldığımı düşünüyor, vücudumdaki ağrıların bütünüyle edeceği küfürlerden ruhumu uzak tutacaktım. Pek uzun kalmasam da, bu efsun ve lanetli şehirde yaşadığım maceralar az değildi. Daha birkaç saat önce tanıştığım kızla yaşadığım ufak kaçamağın ardını getirememe arzumun altında yatan sebep, korkunç bir yabancılık duygusuydu. Bir sonra ki gün neler yaşayacağımı bilmiyordum.
Akşam oluncaya kadar İstanbul’un belli başlı yerlerini yine dolanıp durmuştum. Geldiğim işi de bir yandan telefonla halletmeye çalışırken, diğer yandan İstiklale çıkmıştım. Belki bir ünlü görürüm de umudunun her ne kadar avanakça olduğunu bilmeme rağmen gezindim. Halledeceğim işler yine hallolmamıştı. Benden ötürü olmayan sorunlar karşısında elimi kolumu bağlayan aptallığımın beni Pendik’e kadar götürdüğünü fark ettiğimde saat sekiz buçuktu. Kadıköy’den Pendik’e kadar otobüsle karanlığı yarıp, hızlıca varmamızdan dolayı şükrediyordum. Tabi kötü olan bir şey varsa, o da durağı kaçırmış olmamdı. Aslında kaçırmamış, basitçe ‘düğmeye basar mısınız’ cümlesini düğmeye yakın kıza kuramadığımdan durağı kaçırmayı göze almıştım. Sonra kendim ilerlemiş, insanları yararak düğmeye ulaşıp basmıştım. Lakin iki durak arasının yürüyerek on beş dakikaya yakın yol tutacağını kestiremezdim. Kalacağım eve vardığımda rahatlamıştım. Sanki yaşadığım tüm aksilikler sona ermişti. Çevremdeki insanların yüzünde başka ufuklar, sinelerinde başka idealler vardı. Onlar da insandı elbette ama utanma duyguları yok olmamıştı. Hüsnü zannım bir yana, içtiğimiz çayın tadı bile farklı geliyor, girdiğimiz koyu sohbetleri bir türlü bitiremiyorduk. Garip bir şekilde hem eve, hem evde kalan insanlara, içtiğim çaya, uzandığım kanepeye ve şarj aletini taktığım anahtarlı beşliye kadar her şeyi çok sevmiş ve onlarla aramda duygusal bağ kurmuştum. Denizi görebilme imkânını bize sunan tepenin üzerinde evin yapılmış olmasaydı. Yer yer basit bir ressamın eseri gibi gözüken manzara, güneşin cezbeden ışıklarıyla şenleniyor, müthiş bir gösteriye dönüşüyordu. İşte o gece henüz birkaç hafta önce vefat etmiş anneannemi rüyamda görüyor ve sarsılıyordum. İnsan ölmüş yakınını görünce ona rüyada ne sorabilir ki? Benim gibi fütursuz insanlar ancak ‘bir kızla ilişkisinin nasıl olacağını’ sorabilir. Ben de öyle yapmıştım. Kanepeyi açmış, yatağı serip uzanmıştım. Işık açıktı. Kendime gelebilirsem ışığı da kapatacaktım. İşte o an hayatımda gördüğüm en garip rüyayla karşı karşıyaydım. Daha üç saniye önce gözlerim açıkken, bacaklarımdan olmak üzere bedenim kaskatı kesilmişti. Hareket edemiyordum. Hareket edemediğimi fark etmemle beraber gözlerim kapanmış ve sanki yeni bir pencere açılırcasına anneannemi karşımda görmüştüm. ‘Anneanne’ diyebildim, ‘sen, sen ölmemiş miydin?’ Bana bakıyordu. ‘Hiç şehitler ölür mü canım? Baksana, yaşıyorum ben. Ölmedim yok, ölmedim…’ diyordu. Ve işte sorabileceğim en saçma soruyla onu rahatsız ediyordum. ‘Anneanne, yarın bir kızla buluşacağım. Biliyorum, sen de biliyorsun durumumu. Sence o kızla evlenebilir miyim?’ Bu sefer anneannem hayattayken ciddi bir şey söylemeden önceki hale bürünmüş ve bana dikkatle bakıyordu. ‘Mantıklı ol ve aklını kullan oğlum’ dedi. Tekrar sordum:’ Ne yapayım? Daha açık olur musun anneanne?’ ‘Mantıklı ol ve aklını kullan…’ O an biri farenin sağ tuşuna ya da alt f4 tuşlarına basmışçasına görüntü kapandı gitti ve kaskatı kesilen vücudum bir an da serbestlik kazandı. Farkına vardım ki ellerimi kollarımı ayaklarımı oynatabiliyorum. Açıkça söylemek gerekirse ürpermiştim. Düğmeye uzanıp, ışığı söndürdüm. Yorganın altına girip hiçbir şey düşünmemek için hemen uyudum.
Sabah her şey daha güzeldi. Rüyayı çok canlı yaşamış olmanın verdiği duyguyla beraber, evden çıkmıştım. O güzel insanlarla kahvaltı yapmış ve tekrar yola koyulmuştum. Kendimi kötülüğü üzerinde taşıyan, pis, kirli bir taşıyıcı olarak hayal ediyordum. Sanki kaldığım bu evi kirletiyor, insanların hüsnü zanlarını yok ediyor ve tam anlamıyla fiyasko bir hayat sürüyordum. Evet, bence öyleydi. Kız yola yarım saat sonra çıkacağını söylüyordu. Minibüse binip Harem’e gidecektim. Oradan Sirkeci’ye geçip, Esenlere kadar da tekrar otobüs-metro hattını kullanacaktım. Pazar sabahıydı. Trafik akışı inanılmaz rahat ilerliyordu. Erkenden Esenlere varıp, onu bekleyeceğimi biliyordum. Sirkeci’den Eminönü otobüs duraklarına yürüyünceye kadar onunla neredeyse aynı zamanda Esenlerde olacağımı bilmek içimi rahatlamıştı. Beklemek istemiyordum. O beklese de olurdu aslında. Acımasız bir insan değilim ama beklemek öyle yoruyor ki insanı!
Bu basit hikâyenin bir devamı elbette vardı. Ancak anneannemin verdiği akılla rahatlamıştım. Bana akıllı ve mantıklı olmamı, böylece sonuca varabileceğimi söylemişti. İlk buluşmamız akşama kadar normal ilerlemişti. İkinci buluşma için plan dahi yapmıştık. Bir ay sonra ikinci buluşma gerçekleşecek ve saatlerce elim terleyene kadar el ele yürüyecektik. Ama bunu yaparken adi olduğumu hissedecek, o gün el ele dolaştığımız sokakları, caddeleri bir daha hiç beraber yürümeyeceğimizi ona birkaç gün sonra söyleyecektim. Her ne kadar sevgi güçlü olsa da, babasının kumarbaz, kardeşinin psikolojik sorunlar yaşadığını bana anlattığı günden beri var olan duygu çözümlemesinin, mantık ve akılla buluştuğu yer de yazılı metinde sadece ‘ayrılık’ kelimesi geçiyordu. Aslında daha adice olduğum bir mevzu vardı ki, aramızdaki boy farkı neredeyse yirmi beş santimi geçiyordu. Her ne kadar erkek uzun olduğu sürece boy farkının anlamsız olduğu söylense de, içime bir şüphe çoktan girmişti. Çevre baskısı bir yana gözlerim bana en büyük baskıyı yapmış ve ruhuma aklıyla ortak bir antlaşma imzalatmıştı. Birisi bir gün bir şey söylemişti:’ Dostum, ne olursa olsun biz kadınlara olan oluyor. Hep kırılan, üzülen biziz…’ Bir yandan hak versem de, diğer yandan bu ajitasyonun sonu bir türlü olmuyordu. Ayrılırken o da bana şoför gibi bela okuyordu. Bir ay arayla ikinci bela okumayla karşı karşıyaydım. İlkinde haksızdım ama kendimi haklı kılacak sebepler arayıp durmuştum. İkinci kısmındaysa mantıklı bir seçim yapmıştım. Her ne kadar boy farkını nüans ve bahane olarak ortaya sürsem de, asıl beni düşündüren evlenmeyi düşündüğüm ailenin yakınlarıydı. Zaten kendim sorunluydum. Sorunlu bir kişiliğin düzeltilmesi adına müreffeh bir ortam teşkil etmeliydi. Kumarbaz ve kimi zaman aşırı ters tepkiler veren iki yeni yakın edinmek bu karanlık ve karamsar ruhuma yapacağım büyük bir iyilik gibi gözükse de, aklım ve mantığım beni kötü yoldan kurtaran derneğin şefkatine benziyordu. Merhamet, dibine ve sonuna kadar uzanan o meçhul merhamet aslında insanın kendi bilincini törpüleyen keskin bıçaklara benziyordu. Bazen merhamet ederken, kendine haksızlık ettiğini fark edemezsin ve ıstırap yüklü günler hep seni bekler. İnsan elbette hata yapar. Hatanın büyüğü küçüğü de genellikle menfaatin dişine göre belirlenir. Hatalar ve kusurlarla beraber insan, insan olur. ‘Çok sevdiğini söylemek’, ‘çok iyi birisin’ demekten elbette farklıdır ve bunu kavramayan insanlar çok iyi biri olduğunu biri dile getirdiğinde, sevildiğini anladığında mantık düğümünün pek de sağlam olmadığını bize gösterir. Bir diğer taraftan akılda, mantıkta yatağa kadar sözü de geçerli olsa da, ne diyordum ben, evet, nihayetinde isteyerek kızı bırakmıştım. Çünkü ona zarar vereceğimi bildiğim günler başlamak üzereydi. Elbette insan iyi biri olabilir. Bu lafı ben de çok duydum. İş yerinde bile tanımadığım insanlar bana ‘sen iyi birisin’ diyebiliyorlar. İyi biri olmakla, başkasına zarar hiç vermemek bağlantısıysa çok yanlış. İyi biri olmak bile başlı başına yanlış bir söylem. İyi biri varsa eğer, onlar azizler, azizeler gibi yaşayanlardır. Diğer insanlarsa, menfaati gereğince iyilik yapanlardır. Sınırlarına girdiğinde, onları azıcık rahatsız ettiğinde üzerine ateşler püskürtür insanlar. Belki de daha kötüsü, kendini naza çeken bir insanın düğümünü çözerken duymak isteyeceği şekilde yalanlar dizmek ve sonra da bu yalanların kahrını çekerken, artık sevgisiz kalmak! Belki de bana ait en büyük zararda bu şekildeydi.
Bir şarkı dolanıyor kimi zaman artık İstanbul’a doğru bakınsam. Adaları geçince İstanbul diyorum, işte karşıda o şehir! Bir şarkı dönüyor dilimde. Şarkı sözleri içimde eriyor. Deniz ayrı güzel. Önce diyorum ki kuşlardan bahsedelim. Kuşların adlarını sayalım. Sonra kırarız tüm sapanları tek tek. Önce gül yüzlü çocuklardan bahsedelim ve sonra dünyada ne kadar asit varsa eritelim silahları.
Yalnızlığımı paylaşırken, palyaço komikliği sarıyor yüzümü. Saçlarım uzuyor. Kıvrılıyor saçlarım vücudum gibi. Yerçekimine isyan ediyorlar uyandığımda. Aramıyorum artık. Ne akıl, ne mantık! Canım sıkıldığında atlıyorum bisiklete, saatlerce dolanıyorum. Saatlerce okey oynarken, marjinal filmlerdeki başrol orospularına aşık oluyorum. Ve sanırım hiç ama hiç özlemiyorum İstanbul’u.
Belki çingenelerden sıkılınca, kartonla sigara almak için biner, gelirim bir gün İstanbul sana! Ne dersin? İlla bir insan mı lazım seni görmeye? Ve ben kendimi aldatmaktan sıkıldığımı bağıracağım sana. Sessizce…