- 843 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BÜYÜK OZAN RUHİ SU
Bir insanın yaşamında kaç kez olur böylesi bilinmez.Öylesine yoğun bir an yaşarsınız ki, sanki o anı yaşamamış olsanız, eksik yarım kalır, kolu kanadı kırık, yoksul kalacağınızı bilirsiniz. İşte ben böyle anları yaşardım hep onun resitallerinde. Koskoca sahnede elinde sazı öylece dururdu. Alkışlar dinmezdi bir türlü çünkü. Halbuki o daha ne sazının bir teline dokunmuş, nede bir ses vermiştir. O öylece durur kah çarpan ellere yüreklere bakar, kah başını önüne eğer alkışların bitmesini beklerdi. Ama alkışlar daha şiddetli sürer, sonunda bakar ki bu çarpan çırpınan yüreklerin durulacağı yok sazına davranır işte o an salonu dolduran alkış tufanı yerini derin bir sessizliğe bırakırdı ve salonu dolduranların artık sesi soluğu olurdu.
Yaşamında ve sanatında her zaman insanların kayıtsız kalamayacağımız yaşantılarını, acılarını sevinçlerini, güçlüklerle boğuşmalarını kısacası yüreği titreten ve bilinci bileyen her şeyi damıtarak dile getirmeyi başarmış bir ustaydı. Yunus’un,Pir Sultan Abdal’ın, Köroğlu’unun, Karacaoğlan’ın, ve daha nice adı bilinen bilinmeyen ozanın sözleri, Anadolu ve Rumeli göçerleriyle, göçmen işçilerin ve her kesimden emeğini yaşamını onurunu bilmiş kimselerin yaşantıları onun sesiyle zamanın yıpratıcılığından kurtulup sanatın ölümsüzlüğüne kavuşurdu. Elli yılın aşan sanat yaşamında kendini işine adamış bir yaratıcının eşsiz özverisiyle, hiç bir zaman bencillik kuyusuna düşmeden, bize birlikte yaşamanın güzelliğini iletmiş, acılı ve yalnızlıkla ilgili türkülerinde acıyı ve yalnızlığı aşmayı: sevinci dile getiren türküleriyle sevinci ve mutluluğu paylaşmayı öğretmişti. Onun söylediği türküleri dinlerken, nerede olursanız olun, yalnız bir yerle, bir zamanla değil, bu değişik yer ve zamanlarda yaşamış türlü türlü insanla da bir bağ bir özdeşlik kurardınız. Özetlemek gerekirse o türküleriyle bize birlikte yaşamanın güzelliğini sunardı.
1912 yılında Van’da doğdu. Anasını babasını hiç tanımadı,bilmedi. Bildiği tek şey onu Mehmet diye çağırdıklarıydı. Kendi değişiyle o Birinci Dünya Savaşının ortada bıraktığı çocuklardandı. Çok küçüktü Van’dan Adana’ya bir ailenin yanına geldiğinde. Aile yoksul bir aileydi. Amca diyor amca biliyordu erkeği. Altı yaşına geldiğinde Adana İngiliz ve Fransız işgali altındaydı. İşğalin getirdiği sorunlara dayanamıyarak Toroslara kaçtılar,Toroslara sığındılar. Oraya oraya göçtüler. Kaç kaç deniyordu bu olaya. Kurtuluş savaşı sonunda Adana’ya döndüler. Zaman içinde "Amca" nın gerçek amcası olmadığını öğrenmişti bile. Ama anasız babasız, Amcasız, teyzesiz öyle çok çocuk vardı ki o sıralar, hiç önemsemedi. Çocuk olmayı hiç önemsemediği gibi.
Başlarken kişiliğinden ve sanatından uzun cümlelerle bahsettiğim ve daha sonra küçüklüğünden kısa bir ölüm anlattığım Mehmet adlı bu çocuk, değerli şairimiz Hasan Hüseyin’in bir şiirinde dediği gibi "Öfkesi sesinden sesi ününden büyük" olan Ozan Mehmet Ruhi Su’dur.
"Hepimiz bir yerdeydik/ Başka bir yere geldik / Değişen dünyanın sürecinde/ Karanlık bir sudan geldik/ Ne gül eski güldür şimdi/ Ne beygir eski beygir/ Bakmayın siz bu bencil/ Bu hayvansal kavgaya/ Değişen dünyanın içinde/ İnsana biz yeni geldik."
İşte "Geldik" adı şiirinde "Değişen dünyanın içinde insana biz yeni geldik" diyen ozanın Toroslar’dan Adana’ya dönüşlerini ve bundan sonrasını kendi ağzından dinleyelim:
arkadaşım vardı. Annesi beni çok severdi. Bir gün "Gel oğlum, senide Hüseyin’in okuluna yatırayım,daha rahat edersin,"dedi.Hüseyin’in okul dediği, Öksüzler yurdu- Darül Eytam’dı.
O zamanlar Adana’da , Suphi Paşa derler, soylu aileden, nüfuzlu bir paşa vardı. "Köyden geldi, kimsesizdir "diye bir mektup yazıp "Al bunu Öksüz Yurdu müdürüne ver"dedi.
Cebimde mektupla öksüzler yurduna vardım .Müdür banyo yapsın, çocuğa elbise verin dedi birilerine. Okula alındığımı anlamıştım. O günden sonra hep yatılı okudum. Oyun diye bir şey varmış öğrendim. Öksüzler yurdunda çocukluğumu yaşamaya başladım, ve ve öksüzler yurdunda müzik yaşamım başladı. Yaşım büyüktü, sınıf atlatıp 3. sınıfa aldılar beni. Bir yıl sonra da öksüzler yurdunun müzik öğretmeni Mehmet Tahir yurda bir keman aldırtmıştı ve bende böylece kemana başlamış oldu.
Yıl 1925... Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu kurulmuştur. Türkiye’deki tüm öksüz yurtlarına bir bildiri yollanmıştır. Müziğe hevesli, istidatlı çocukları bize yollayın diye; ve bu amaçla sınavlar açılmıştı o yıllarda . Adana’da öksüz yurdunda dördüncü sınıftan Mehmet ve beşinci sınıftan Şaban sınava girerler.Sınavı Mehmet kazanır Şaban kazanamaz. Okul müdürü Mehmet’i çağırır ."Sen bir yıl daha bu okulda okuyabilirsin, ama Şaban açıkta kalır . Bu yıl onu kazanmış gösterelim , sen seneye nasılsa yine sınava girersin"der."Peki"der Mehmet . Bir yıl sonra beşinci sınıftan Suphi ve Mehmet girerler aynı sınava. Sınavı ikisi de kazanır, kayıt işlemleri için dosyaları Ankara’ya gider.Aynı anda Ankara’dan devrin savunma bakanı Recep Peker’den, Türkiye’deki tüm öksüz yurtlarına bir başka tamim yola çıkmıştır."Okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu askeri okullara girecektir." Bu karar okula gelince müzik sınavı da sayılmaz ve Mehmet Hacıoğlu Askeri Lisesine gider.
Ruhi Su’nun askeri okul anılarını yeniden onun ağzından dinleyelim.
"Adana’dan ayrılmadan önce bizi muayene eden askeri doktorlar,isimlerimizi duydukça gülümsüyordu:Ökkeş,Cumali,Ali Merdan vesaire...Sonunda bize dediler ki:Çocuklar, siz bu isimlerinizin yanına bir de kibar, güzel isimler koyun, sonra İstanbul’da bize gülerler.Bizde öyle yaptık.Cumali,Ali Ulvi oldu. Suphi, Suphi Nejat oldu. Bende Mehmet Ruhi oldum. Ruhi’yi ekledim adıma. Böylece kibar adlarımızla çıktık yola ve İstanbul’a geldik."
"İstanbul bir masal ülkesi" gibiydi.Haliçten denize girilirdi.Yazdı geldiğimizde. İstanbul Öksüz yurtlular bize yol gösterdi. Beni kendi yurtlarında müzik öğretmeni Ahmet Muhtar Bey’le tanıştırdılar. Akşamları kantinde toplaşırdık.Ağabeyler"hadi Ruhi çal"derler, keman çaldırırlardır.
Akşamlardan bir akşam yine kantinde ağabeylere keman çalarken, okul komutanı birden içeri girdi."Ne bu rezalet" diye haykırdı.Kemanı kaptığı gibi kırması bir oldu. Keman benimde değildi.Adana’dan arkadaşım İsmail’indi."
"Birkaç gün sonra okul komutanı beni yanına çağırıp kemanın parasını ödemek istedi,ama ben kabul etmedim.Çok ağrıma gitmişti, çok üzülmüştüm. Askeri Liseden ayrılma yollarını arıyordum.Aklım fikrim Müzik Öğretmen Okuluna girmekteydi. Bir gün Ahmet Muhtar Bey "Ankara’ya gelebilirsem iyi olur gelebilir misin?"dedi.Hiç düşünmeden "gelirim"dedim.
Aklıma koymuştum, Askeri Liseden kaçacaktım .Kaçmasına kaçacaktım ama kimliğim bile müdüriyetteydi. Arkadaşımın iki kimliği olduğu aklıma geldi birden. Onu bana verdi.Öteki arkadaşlarda yol parası topladılar ve bir akşam elimde bavul, cebimde sahte kimlik okuldan kaçtığım gibi kendimi trende buldum."
O zamanlar trenlerde sıkı kontrol vardı.Tam Polatlı’ya diye yaklaşırken polisler geldi, her zamanki soruları sordular. Nereden geliyosun?...Nereye gidiyosun?...Nerede kalacaksın?...
Cevaplarımı tutmadılar ki, kimliğimi alıp "yarın merkezden alırsın"dediler...Ankara da istasyonda indim.Sırtımda koca bavul, sora sora Ulusa yürüdüm, oradan Cebeci’ye Müzik Okulunun önüne geldim.Müzik öğretmen okulunda Ahmet Muhtar Beyi buldum.Kaçıp geldiğimi söyleyince bir "Eyvah!" çekip beni doğru Askeri Liseler Müdürlüğüne yolladı.Oraya gidip diplomamı ve kimliğimi isteyecektim. Sırtımdan bavulu indirmeden oraya gittim.Karşıma çıkan ilk yetkiliye durumu anlatmaya başladım.Yanılmıyorsam masada bir Albay oturuyordu.Hikayeyi ta Adana’dan başladım anlatmaya. Başlamamla birlikte gözlerimden yaş boşaldı.Bir taraftan anlatıyor,bir taraftan da ağlıyordum."
Yetkilinin yanıtı şöyle oldu."Senin göz yaşlarına kanıp peki desem, herkes Askeri Liseden kaçar...Sen şimdi İstanbul’a okuluna dön.Oradan bize dilekçeyle baş vur."
Cebinde sahte kimlik, yüreğinde sonsuz bir sevinç ve umutla gittiği yolu yanında iki inzibatla geri döndü.Mehmet Ruhi o akşam. Ne raylar, ne vagonlar, nede karanlık, bir gece öncekine benzemiyordu.
Onca yıkılmışlığın içinde yinede yoldan ayva alıp okuldaki arkadaşlarına götürmeyi ihmal etmedi. Okulda arkadaşlarından önce nöbetçiyi gördü. Kaçtığı için derhal hapsedildi. Orada kaldığı iki gün içinde daha da bilendi. Artık biliyordu. Bir gün mutlaka Müzik Öğretmen Okuluna girecekti...Askeri Liselere başvuruların çoğaldığı günlerdir.
Öksüz yurdundan gelen çocukları grup grup Gülhane Hastanesine gönderip sağlık muayenesine gönderiyorlar ve çürüğe çıkanları başka okullara gönderiyorlardı. Mehmet Ruhi okul komutanına çıkıp muayeneye gönderilmesini istiyordu. Amacı çürüğe çıkmaktı. Göz muayenesinde bütün harfleri kasten ters ve yanlış okumasına rağmen doktorlar öksüzdür diye acıyıp ona sağlam raporu verdiler.
Kulak muayenesine giren Mehmet Ruhi oradaki doktora isteğini anlatıp yalvarıp yakarır. Mehmet Ruhi’nin yalvarışlarına dayanamayan doktor ona ’İltiha’ı uzeniyesinden dolayı mektebe devam edemez’ diye rapor verir.
Sevincinden havalara sıçrayan Mehmet Ruhi’ye okuldaki ağabeyler bir dilekçe yazarlar Müzik Okuluna girebilmesi için. Ve ona yolda harçlık yapsın diye para toplamaya başlarlar ki ; dilekçeye yanıt gelir. (- Mektebimize ek bina yapıldığından yerimiz yok, alamayız...-)
Gelen cevaba çok üzülse de isyan etmez. Ama çürüğe çıktığından Askeri Liseyle ilişiği kesilir, Adana öksüz yurduna geri yollanır. Adana Lisesi parasız yatılıdır. Oradan sonra Adana öğretmen okuluna girer. On beş dakikalık teneffüslerde bile keman çalar. Çünkü bütün kalbiyle inanmıştır,bir gün mutlaka Ankara’daki o tek müzik okuluna gireceğine.
Batı müziğini ilk o dönemde tanır Ruhi Su. Adana’da sessiz filmler oynatan sinemada bir de küçük orkestra vardır. Bu orkestra filmdeki sahnelere göre müzik yapar. Orkestradaki Avusturyalı kemancı Erwin,Adana öğretmen okulunun keman hocasıdır. İşte sanatçı klasik Batı Müziği parçalarını ilk ondan öğrenecektir.
Aylardan Eylül’dür. Ankara’daki Müzik Öğretmen Okulunda giriş sınavı olduğunu öğrenir. Yine para toplar arkadaşları ve Ruhi Su Ankara’ya gider.Ne çalarsın diye sorar öğretmenler.’Bir takım Fransızca parçalar’ diye yanıt verir sanatçı.’Konçerto falan çalmıyor musun?’ dediklerinde çok şaşırır. İlk kez duyuyordur bu sözü. Öğretmenlerden biri sınava hazırlanması için bir konçerto verir ona. Bu Vivaldi’nin sol majör Keman Konçertosu’dur. Hemen birinden bir keman ödünç alıp bir otel odasında gece gündüz çalışır.
Sınav günü gelir çatar. Girdiği her dersin sınavını başarıyla verir ve Ulvi Cemal Erkin’in ’son sınıfa girerse zorlanır, bir sınıf aşağısına girsin’ önerisine tüm öğretmenlerde katılır ve Ruhi Su Ankara Müzik Okuluna girer.
Oh! En sonunda oldu işte! demeyin sakın. Ve sıkı durun : Sınavı kazanıp okula alındığına ilişkin belgeye bir de not eklenmiştir: ’Şimdilik gündüzlü, başarılı olursa yatılı olmak üzere’ diye.
Hasan Ali Yücel, Orta eğitim Müdürüdür. Ruhi Su’yu çağırıp: ’Gündüzlü nasıl okursun?’ diye sorar.’Arkadaşlar yardım edecek’ diye yanıt verir.’Arkadaşların yardımıyla olurmu?’,’Sen en iyisi Konya’ya git’ der Hasan Ali.
Talim Terbiye Dairesi üyesi olan Kazım Nami Duru, Ruhi Su’yu çağırır ve ’Senin bütün masraflarını ben üzerime alıyorum’ der ve onu teselli edip Çocuk Esirgeme Kurumuna yollar. Çocuk Esirgeme Kurumunda ona ’sen her öğlen kabını al gel, bir yemek verilim sana’ derler. İdare edile edile birinci yılı başarıyla tamamlar ve yatılı olmaya hak kazanır. Okula girdiği yıl, güzel sade, söylenmesi kolay olduğu ve çok sevdiği için Su soyadını alır.
Soyadının söylenişi kolaydır ama hayatı hep zorluklar içinde geçmiştir onun. Ama yinede hiç şikayet etmez, ’İyi ki geldim bu dünyaya’ der hep. İşte 1997 yılında yazdığı ’Ezgili Yürek’ adlı şiirinde olduğu gibi.Hangi taşı kaldırsam / Anamla babam / Hangi dala uzansam / Hısım akrabam / Ne güzel bir dünya bu / İyi ki geldim. / Süt dolu bir torbayla /Şöylece çıka geldim / Kime elimi verdimse / Döndürüp yüzümü baktımsa / Kısmet kapıyı çaldı. / Kör pınara su geldi. / Ben şakıyıp durdukça öyle / Gülün kokusu geldi. / Bebesi olmayana / Bunalıp ta kalmışa / Acılarla yüklü / Dargın yüreklere / Yetiştim geldim / İyi ki geldim...
Yıl 1935-36 dır. Ankara’da Riyaseti Öğretmen Okulundan orkestraya seçilen öğrenciler arasında Ruhi Su’da vardır. 1936-42 yılları Ruhi Su konservatuarın opera bölümündedir. Konservatuarı bitirince devlet operasına girer. 1945’te opera kanunu çıkınca öğretmenliği bırakır. Müzik öğretmen okuluna girmeden önce 22 yaşında evlenir ve bir oğlu olur. sevdiği hanım ebe hemşiredir. Müzik öğretmen okuluna girdikten 3 yıl sonra eşi de Ankara’ya gelecek, Ankara Numune hastanesine girecektir. Ancak bu evlilik çok uzun sürmeyecektir.
Operadan büyük tat alan sanatçı bir yandan da türkü söylemekten geri kalmaz. Onun türkülerini dinleyen Avusturyalı çalıştırıcı Markoviç bile ’İlk defa Türk Müziğini bu kadar güzel olduğunu görüyorum’ diyecektir. Ve o zamanlar radyo müdürü olan Vedat Nedim Tör’e ondan söz edecektir. Böylece her gün bir saat radyoda program teklif edilir sanatçıya. O da ’ on beş günde bir olsun’ der ve 1943-45 yılları arasında iki haftada bir Pazar günü ’ Basbariton Ruhi Su’ radyoda türkü söylemeye başlar.
O günleri şöyle anlatacaktır sanatçı:
Müzik eğitimim, müzikte gelişmem, dünyaya bakış açımdaki gelişmenin türkülere eğilmeme çok yararı oldu. Batının Lied’leri gibi, bizim türkülerimizde çeşitli konulardaydı. Her konunun kendine özgü yorumu olduğunu, olması gerektiğini anlıyordum. Klasik Türk Musikisinde konu tekti, hep aşktı. Oysa halk türkülere korkusunu,yangınını, sevincini, kısaca dışarı duyurmak istediği ne varsa, hepsini koymuştu... Türküye eğilişim, gördüğüm eğitim sonucu farklıydı. Hem sesimi kullanıyordum, hem yorumumu. O güne dek türkücünün eğitimi ’Şarkı gerçek’ ti. Ses formları, bilgi, müzik kültürü yoktu...’
Radyodaki programları sonsuz tutuluyordu. Söylediği türkülerden sonra, h,ç görmediği, bilmediği tanımadığı insanlar telefon ediyor: ’ Bir çorbamızı içmeye bize gelmez misiniz?’ diyorlardı... Kimi çevrelerde bunların halk türküleri olduğuna bir türlü inanmak istemiyordu. ’ Halkın böyle güzel şeyler düşünebileceğini’ düşünmek istemiyorlardı. Örneğin Aşık Ali İzzet’in ’Bir Allah’ı tanıyalım / Ayrı gayrı bu din nedir./Senlik benliği nidelim./Bu kavga dövüş kin nedir’i bunlardan biriydi... Sonra söylentiler aldı yürüdü.
Ve bir gün, 1945’teydi. Mesut Cemil söylentilerden söz edip ’Ruhi’ciğim seni harcamayalım biraz ara verelim’ dedi. Ruhi Su ’ Ben bu yolda harcanmaya hazırım’ dediyse de, Mesut Cemil ’Senin için şöyle böyle diyorlar’ diye diretti, ve radyodaki görevi bitti Ruhi Su’nun.
Ruhi Su’nun biyografisinde ’1952’de elinde olmayan nedenlerle operadan ayrılmak zorunda kaldı’ yazılı. Doğrusu bu ya, hem mapusta olup hem operada aryalar söylemesi elinde değildi.
1952-57 yılları arasında 5 yıl tutuklu kaldı. Mapusta nişanlandı, mapusta evlendi, kendi gibi tutuklu olan Sıdıka hanımla.O gün bugün eşi olan evliliğin ilk yıllarında haftada on dakika gördü.Tahliye olduklarında eşi Ankara’ya, kendi Konya’nın Çumra kasabasına yollandı, yirmi aylık emniyet gözetimi için. Sonra ... Sonra işsizlik, iş arama , işsizlik, ayrılıklar, göçmeler, yine söylentiler, yine işsizlik ve hep türküler... Hiç unutmaz Çumra’nın o güzel insanlarını. Fırında çalışan arkadaşları bir gün gelip (- Biz arkadaşlarla düşündük, sizi bir fırına alacağız. Fırından çıkan ekmekleri sayın, ayda bir kaç yüz verebiliriz demişlerdi.) Sonra Karacaoğlan, Barbaros, Lale devri filmlerinde türkü söyledi. Sonra işsizlik, emniyet gözetimi bittikten sonra Ankara’da yine işsizlik, sonunda eşini çocuğunu alıp İstanbul’a gelir.
Yıl 1960’dır. Ruhi Su Taksim belediye gazinosunda gecesi yüz liradan ( İyi paradır o zamanlar ) Türkü söylemeye başlar. Bu tarihten sonra sürdürücektir türkü söylemeyi.’27 Mayıs Devrimi’ O güne dek kulüplere egemen olan yabancı toplulukları engellemiş, gece kulüpleri yerli sanatçılara yerli orkestralara açılmıştır.
Bu arada Yapı ve Kredi Bankasından bir teklif alır Ruhi Su. Bu banka her yıl halk oyunları şenlikleri düzenliyordur. Ruhi Su bu şenliğe katılan tüm ekiplerin müziklerini banda, notaya alacak ve arşiv oluşturacaktır. Ayda bin lira ücretle çalışmalar başlar, çalışmalar dolu dizgin ilerlerken ’ Bitmeyen Yol’ adlı filmde bir türkü söyler. Hani ’ Serdar’ı halimiz böyle n’olacak/kısa çöp uzundan hakkın alacak’ türküsü.’ Dünya’ gazetesinin fıkra yazarı, öyle öfkelenecektir ki türküye, ertesi gün Ruhi Su aleyhine bir dizi kampanya başlatacaktır.
’Bir süre sonra bankadan ona çok nazik bir şekilde’ Sen artık bütün aletleri, notaları bantları alıp evinde çalışsan buraya uğramasan da olur derler.’
’Peki anladım’ deyip oradan ayrılır Ruhi Su. Yılmak onun kitabında yoktur.Yaşamı boyunca sesiyle, sazıyla, türküleriyle kazanır yaşamını ve bu konuda da çok sevdiği halkından derin destek görür.Sanatçı bu konuda şunları söylecektir;
’Müziğimiz içinde ileriye açık bir ses getirdiğime inanıyorum. Hiç olmazsa çok sesli batı müziğinin içinde, bize özgü bir üslubun gerektirdiğine inandırdım insanları. Yalnız besteciler açısından değil, tüm yorumcular açısında da türkülerimizin şarkılarımızın Türk topluma özgü bir rengi olmalı. Ben sesimle böyle bir kişilik, böyle bir renk getirdiğime inanıyorum’... Sözü ve ezgisiyle halkı en iyi anlatabilen türküleri aldım. Zaten ilk şimşekleri radyoda bu yüzden çektim ya!... Bunları seslendirirken halkın söyleyişinden çok yararlandım. Ama halkın ağzına öykünmekten, taklitten özenmek kaçındım...’
’Sanatının can suyunu toprağından ve halkından alan ozan, yapıtlarıyla ses getirecek. Ve ünlü şairler de ona yazdıkları şiirlerde ondan övgüyle bahsedeceklerdir.İlk şiir Arif Damar tarafından yazılır ve 1966 yılının 10 Haziran’ında ’Aydınlanmış bir sesin söylediği türkülere övgü’ adıyla Yön dergisinde yayımlanır. Şiir şöyledir:
Türküler dinlerdik / Sesinden / Dağ olurduk yücesinden / Ova olurduk çöl olurduk / Denizlere akardık birlikte / Sular olur / Türküler dinlerdik / Sesinden. / Duvarlar yıkılırdı kendinden / Kimimiz Köroğluna katılırdık / Kimimiz Dadaoğlu’na / Yemen’de kalanımız olurdu / Türküler dinlerdik / Sesinden / Üçümüz oy / Karacaoğlan / Beşimiz Pir Sultan Abdal / Hey...
Ölene dek binlerce türkü derlerdi Ruhi Su. Bunlardan ancak bir kaç yüzünü söyleyebildi. Çünkü onun ki bir sanat işiydi. Eğitimle, bilgiyle,kültürle, bilinçle bütünleşmiş bir söyleyişti. Aşk duygusu içinde söyledi tüm türkülerini, aşk duygusu içinde yaşadı her yaşadığını. Talebelerinden oluşan ’Doslar Korosu’ nu kurdu. 1984’e gelene dek 16 tane kırk beşlik plak, on bir tanede uzun çalar yaptı. Pek çok konser verdi. Her konserinde ayakta alkışlandı. Pir Sultan Abdal’ın, Karacaoğlan’ın, Köroğlu’nun, Dadaoğlu’nun, Nazım Hikmet ve Federico Garcia Lorca’nın şiirlerini besteledi.
Yıl 1971’dir. Şair Zeki Ömer Defne türkülerinden çok etkilendiği sanatçıya, üstüne ’Büyük Sanatçı Ruhi Su’ya’ diye not düştüğü ’Su’ adlı şiiri yazacaktır:
Bir destan mı söyleniyor bir zafer akşamından? / Kim çalıyor, hangi Oğuz bu kopuzu?./ Dinleyin bir seste bin Alp -eren, bin Alp-ozan / Susun fırtınalar, susun Ruhi Su!. / Bir yakarış, bir dua gibi uzak çağlardan: / Sanki toplamış kutsal bir ayine ulusu, / Dinleyin, neler diyor bir seste kaç bin şaman! / Susun ulu sular, Ruhi Su!. / Tuna mıdır, tarih mi,şan hicran mı bu ne ? /Bir toprağın gelişimi, gidişimi nedir bu ? / Dinleyin, ne söylüyor yüz yıllar bu ezgi de / Susalım kitaplar, susun Ruhi Su / Şadlık mısın , ağıt mı, nara mısın, kahır mı... ? / Bu ses hangi ateşinin parıltısı Anadolu ? / Dinleyin, bir seste bu kaç milyon ruh, kaç yankı! / Susun efendiler,susun! Ruhi Su. / Yoğun yoğun ormanlardan bir yeller eser gibi,/Yada sokmuşlar gibi bağrımıza bir okyanusu./Dinleyin nasıl toplanmış bir ses renk renk hepimizi! / Susalım uluslar,Susun Ruhi Su!
Seksenli yıllara gelindiğinde artık yaşlanmıştı Ruhi Su. Yaşlanmıştır yaşlanmasına ama kafa yine o kafa, yürek yine o yürektir. Sürdürür sanat çalışmalarını,inandıklarından hiçbir taviz vermeden.
Artık bir sanatçı olarak Ruhi Su yanlzı Türk halkının ’malı’ değildir. Ama yanlız Türk halkının malı değildir. Yurt dışına çıkması devrin hükümetlerince uygun görünmemesine karşın, Avustralya’dan, Amerika Birleşik Devletlerine’ne, Arjantin’den Fransa’ya kadar pek çok ülkenin insanları onun sesini radyoda, bantlarda, plaklarda dinlemiş müziğini özümsemişlerdir. Örneğin; ’Nokta’ dergisinin Yunanistan muhabiri Mihail Vasiliadis Yunan radyosunun Ruhi Su’nun plaklarını çaldığını bildirdiği günlerde, Türkiye radyolarında Ruhi Su’nun sesini işitmek olası değildir...
Yaşı ilerlemiştir ama hiçbir zaman yaşlılığı duymamıştır ozan. Ancak bazı organlarının işlevi güçleşmiştir. Günlük yaşamında değil, örneğin saz çalarken parmaklarına istediği ritmi, hareketi veremez. Bir süre parmaklarında bir ağırlaşma duyar. Doktorların teşhisi Parkinson hastalığıdır. Gerekli ilaçları aldıktan sonra sağlığında bir düzelme olur. Ve ’Zeybekler’ adlı uzun çalarını böylece bitirir. Ne yazık ki bundan kısa bir süre sonra tekrar hastalanır. Bu kez amansız bir hastalığa yakalanmıştır. Yurt dışında tedavi olursa, bir müddet daha yaşama şansı olacaktır. Fakat yurt dışına çıkması için pasaport verilmez sanatçıya. Can yoldaşı, karısı, arkadaşı Sıdıka Hanım’ın kollarında verir son nefesini. Ezgili yürek susmuştur...
Son söz olarak; Onu baskılarla, sürgünlerle, hapislerle yok etmeye çalışanlar, kendi kör karanlıklarında çoktan yok olup gittiler. Ama sanatının can suyunu halkından alan bu yiğit ozan, şiirleri ve türküleriyle onu sevenlerin kalbinde yaşamaya devam ediyor...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.