- 551 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (38)
MEDİNE / MEKKE İLİŞKİLERİ (17)
HENDEK SAVAŞI / OLUŞUMU / ARKASINDAKİ GERÇEKLER (5)
Geçen hafta Ahzap suresinin 21. Ayetine kadar incelemiştik. Bugün 22 ayetten itibaren devam edeceğiz.
Ahzap suresi Hendek savaşıyla ilgili olarak devam ediyor. Allah Ahzap suresinin 22, 25. Ayetlerinde; “Müminler ise, düşman birliklerini gördüklerinde: İşte Allah ve Resulü’nün bize vadettiği! Allah ve Resulü doğru söylemiştir, dediler. Bu onların ancak imanlarını ve Allah’a bağlılıklarını arttırdı. Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde inançlarını değiştirmemişlerdir. Çünkü Allah sadakat gösterenleri sadakatleri sebebiyle mükafatlandıracak, münafıklara ise azap edecek yahut da tövbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. Allah, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleri ile geri çevirdi. Allah savaşta müminlerin yanındaydı. Allah güçlüdür, mutlak galiptir”
İnancın analizini yapan ayetler, temel bir özet çıkarıyor. Müminler diğer insanlardan farklı olarak, Allah yolunda ölme noktasına geldiklerinde imanları artar. Onlar; “İşte Allah ve resulünün bize vaat ettiği! Allah ve resulü doğru söylemiştir” derler.
Allah yolunda ölmeyi veya bugün toplumun genel olarak şehit olarak tabir ettiği konuyu farklı açılardan inceleyelim. Öncelikle şehit olmaya delil gösterilen bakara suresinin 154 ayeti “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz” demektedir. Ayetin orijinalinde şehit kelimesi geçmemektedir. Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, siz bunu bilmezsiniz ifadesindeki dirilik, mecazi anlam veya müteşabih olarak karşımıza çıkar. Bu dirilik nasıldır? Bazılarının zannettiği ve anlattığı gibi, şehit olanların cesetleri toprağa verilirken, ruhları yani canları yeryüzünde mi dolaşmaktadır? Onlar aramızda mıdır? Şehit olmayanların ruhları dünyadan çekip gitmekte midir? Şehit olanlar ise, cennet ile dünya arasında gezinmekte midirler? Hıristiyan kültürüne bakarsanız, dünya ile sorunu olanların ruhları (canları) dünyadan kopamıyor. İnsanların arasında dolaşıp duruyorlar. Ruhlarının (canlarının) özgürleşmesi için, dünya ile bağlantılarının kesilmesi gerekir. Onlar vicdan hesaplaşmasının ölümden sonra ruhları (canları) salmadıklarına inanıyorlar. Böylece kendilerine göre senaryolar üretiyorlar. Müslümanlar da benzeri düşüncelerdeler sanki. Sanki Müslümanlara göre de şehit olanlar ilişkilerini dünyadan kesmiyorlar. Onlar savaşlara katılır. Ruhları (Canları) insanlar arasında dolaşır. Onlar ölüp gitmemişlerdir. Dünyada cesetsiz yaşamaktadırlar. Gerçekten şehit olduğuna inanılan insanın ruhu dünya ile cennet arasında gezinmekte midir? Bu sorgulamada bir çok hata var. Birincisi; mizan kurulmadan, hesaplar kurulmadan kim cennete gidiyor? İkincisi; ayetler şehitler için herhangi bir açıklama yapmazken bu kadar uydurma hikaye neye göre üretiliyor? Üçüncüsü; her şeyden önce ruh kavramı ne bugün Müslümanların anladığı gibi, ne de Hıristiyanların anladığı gibidir. Bugün Müslüman Kur’an-da Allah’ın ruh hakkında söylediklerini bir kenara bırakmış, aynı Hıristiyanlar gibi inanmaktadırlar. O nedenle Müslümanların öncelikle ruh kavramı üzerindeki bilgilerini ayetlere göre düzenlemeleri gerekir. Burada ruh konusuna girmeyeceğiz. Zira konumuz bu değil. Ancak Müslümanlara tavsiyem, Arapça orijinaline göre ayetlerdeki ruh kelimesini tarayıp, anlamları üzerine ciddi bir araştırma yapmalarıdır. Değilse putperest Araplar veya Hıristiyanlar gibi ruh inancına sahip olarak Allah’ın hesabına gitmek büyük kayıp olur.
Kur’an-ın orijinalinde şehit kelimesi, eşşehide veya şuheda kelimeleri olarak geçmektedir. Eşşehide kelimesi bakara suresinin 282 ayetinde geçer. Bu ayette de Allah bildiğimiz şehitliklerden söz etmez. Şahit olmaktan söz eder. Yani şehit, şehide, şuheda kelimeleri aslında, şehitliği tarif eden değil, şahitliği tarif eden ayetlerdir. Kelimelerin bu yapılarından giderek bazı Müslüman bilginler, yine bazı hadislere dayanarak, şehit olanların cennete şahit olarak gittiklerini, yani, ölürken cenneti gördüklerini söylerler. Onlara göre; mizan kurulmadan, hesap görülmeden şehitler cennete direkt gideceklerdir. Müslümanların genel kültüründe var olan aşere-i mübeşşere benzeri yorumlardan öte değildir. Rivayetlere göre on kişinin dünyada iken cennetlik oldukları müjdelenmiştir. Allah’ın mizanı kurulup hesaba çekilmeden bu kişiler cennetlik ilan edilmişlerdir. Tabi İslam dininin peygamberinin dahi Allah’a vereceği hesabın korkusunu yaşadığı düşünülürse, bu tür rivayetlerin, yorumların geçerliliği tartışılacaktır.
Müslümanların kültüründe üretilen şehitlik kavramının Allah’ın ayetleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Ancak nedense, Müslüman toplumlar, siyasi liderler, Müslümanları yönetenler, ilim ehli, şehitlik konusu üzerinde fazlaca durmuştur. Kısaca Allah için insanın canından vazgeçmesi olarak nitelenen şehitliğe ulaşabilmek için insanın bilgi ve bilincinde bu tür varsayımların olması gerektiğine inanılmıştır. Bu yönde yapılan bütün yorumlar. Böylece uydurulan hikayeler müslüman toplumların temel inanç noktası haline gelmiştir. Şehitlikle ilgili olarak uydurulan bir çok hadiste, ayetlere aykırı külliyat teşekkül etmiştir. Kimler şehit sorusuna verilen cevaplar ilginçtir. Dini, milleti, ailesi, ülkesi, vatanı için insanın hayatını vermesi şehitlik olarak değerlendirilmiştir. Hatta suda boğulanın şehit sayılması. Hamile kadınların doğum sırasında ölmesi de şehitlik olarak değerlendirilmiştir.
Şurası muhakkak ki, Allah’ın ayetleri, insanların ürettiği şehitlik kavramından uzaktır. Mecazi olarak onlara ölü demeyin, onlar diridirler ifadesi, şehitlikten öte anlamlar taşır. Hatırlayacaksınız Uhut savaşında, Müslümanlar ağır kayıplar vermiştir. Bunun üzerine Mekke’nin önderlerinin savaşta ölen Müslümanlar için, boşu boşuna gereksiz yere ölüp gittiler sözlerine karşılık, Allah onların ölmediğini, diri olduğunu söylemektedir. Buradaki dirilik, cesedin toprağa girip, canın (ruhun) yeryüzünde dolaşması anlamında değildir. Bu ayet; Müslümanların boş yere ölmediklerini, ölümlerinin anlamı olduğunu, o anlamın yeryüzünde kıyamete kadar devam edeceğini, bu nedenle bu uğurda ölenlerin ölü değil, canlı sayılacağını vurgulamaktadır. Allah’ın yolunda ölen kişi, dünya için ölenle aynı değildir. Mekkeliler dünyalıkları için hayatlarını ortaya koymuşlardır. Müslümanlar ise, dünyalıklarını bir kenara bırakarak Allah yolunda mücadele ederek ölmüşlerdir. Dünyalık için ölenlerin ölümü sıradandır. Ancak Allah yolunda ölenlerin ölümü sıradan değildir. Onlar önemli bir dava için ölmüşlerdir. Onların ölümünün anlamı kıyamete kadar sürecektir.
Şehitlik konusunu özünden saptıran toplumlar, Allah yolunda ölme kavramını anlamış değildir. Onlar dünyaya ait arzu ve heveslerine için ölme kavramı ile Allah yolunda ölme kavramını ayıramamışlardır. İkisi arasındaki fark iman çizgisinden ibarettir. Mal, mülk, eş, evlat, can, ülke, ev, bağ, barınak bunların hepsi dünyalıktır. Onun için Allah; Tövbe suresinin 24. Ayetinde şöyle diyor. “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez” Şimdi düşünün. Babalar, oğullar, kardeşler, eşler, hısım akraba, kazanılan mallar, kesata yani kesintiye uğramasından korkulan ticaret, hoşlanılan meskenler… Allah yolundaki mücadeleden daha önemli ise… Bu nedenle Allah yolundaki mücadele bırakılmışsa… Allah ne diyor? Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasık toplulukları hidayette erdirmez. Yani; bunlar için Allah yolundaki mücadeleyi terk edenler, fasıktırlar. Onlar hidayet etmemiştirler. Allah onlara emrini gönderecektir. Nasıl bir emir? Artık siz düşünün. Allah ayetlerinde emrinden örnekler veriyor. Bu örnekleri hiçbir Müslüman duymak istemez.
Şimdi tekrar düşünün. Tövbe suresinin 24. Ayetinden giderek, insan şöyle dese; ben niye, babalarımız, oğullarımız, eşlerimiz, çocuklarımız, hısım akrabamız, işimiz, evimiz, ülkemiz için mücadele etmeyeyim. Elbette bunlar içinde hayatımı veririm. Peki Allah yolunda mücadele için değil de, bunlar için hayatını veren insan şehit olur mu? Müslümanların kültürüne bakarsanız olur. Tövbe suresinin 24. Ayetine bakarsanız, Allah için değil de, bunlar için hayatını ortaya koyan fasıktır. Bu durumda, Müslümanların şehitlik kültürüyle, Allah’ın ayetleri ayrılmış olmaz mı?
Şehit konusundaki kavramlar yozlaştırıldığı için günümüzde herkes şehit kelimesini kullanmaktadır. Ateistler, laikler, solcular, kapitalistler, hümanistler, Allah’tan yana olanlar, olmayanlar hepsi şehitlik kavramını kullanıyorlar. Niçin? Naçizane ben bu niçin sorusuna karşılık şu cevabı bulabildim. Başka türlü insanları çıkarları için ölüme gönderemiyorlar. Bir insanı ölüme gönderebilmenin tek yolu, ona olağanüstü, fantastik bir kavram yüklemektir. Değilse insan niye canını ortaya koysun? Onun için dikkat edin, öncelikle ölümü kutsallaştıran kavramlar kutsallaştırılmıştır. Ölüm kutsaldır. Ne zaman, nasıl? İnsan vatanı için öldüğünde, o zaman vatan kutsaldır. İnsan dini için öldüğünde o zaman din kutsaldır. İnsan ailesi, çocukları için öldüğünde, o zaman aile, çocuklar kutsaldır. İnsan görevi sırasında öldüğünde, (ki görevi önemli mi hayır, mesela ülkemizde genelevi bekleyen bir polis, bar pavyon bekleyen bir polis, kumarhane bekleyen bir polis olabilir), o zaman görev kutsaldır. Meseleyi anladınız mı? İnsanlar kutsal olmayan ölüm için ölmeyeceklerine göre, pisi pisine ölmemek için önce kutsallar yaratılır. Sonra insanlar yaratılan kutsallar için ölmeye davet edilir. Günümüzün şehitliği böyledir. Onun için günümüzün şehitliğine, ateistler, laikler, dinsizler, solcular, kapitalistler sahip çıkar. Amaçları, yarattıkları kutsallara göre insanları ölüme göndermektir. Şimdi sorun bakalım, genelevi bekleyen, bar pavyon bekleyen, kumarhane bekleyen bir polis ölünce şehit olur mu? Olur diyecekler! Peki Allah’ın haram saydıklarının bekçiliğini yapan bir polis nasıl şehit olur diye sorun. Çok karıştırma oraları diyecekler. Sıkışınca susturacaklar.
Ayetlerin çizdiği iman der ki; insan ancak Allah yolunda mücadele ederse anlamlıdır. Ancak Allah yolunda mücadele ederken ölürse, o zaman onların ölümü anlamlıdır. Ancak o zaman onlar ölmüş sayılmaz, diridirler. Değilse, Allah yolunda mücadele ederken ölmeyenler, sıradan ölümlerle karşı karşıyadırlar. Allah yolunda mücadele ederken ölmeyenler diri değildirler. Öylesine ölüp gitmişlerdir. Allah’ın ayetleri böyle demektedir. Diğer taraftan Allah; ayetlerinde şehitlik kavramı üretip, şehit olanlar cennete direkt gidecekler diye de bir şey söylememiştir. Bu sözü söyleyenler Allah’tan kendilerine bir delil bulmadıkça yalancıdan başka değillerdir. Onlar yalancılar olarak, Allah’a iftira etmekten hesaba çekilirler.
Ahzap suresinde şehit kelimesi geçmez. Ancak bazı mealler 23. Ayetin mealine, ya direk olarak, ya da parantez içinde şehit kelimesini ekleyiverirler. Halbuki 23. ayetin öncesi ve sonrası ayetleri birlikte okuduğumuzda Allah ayetlerinde; “Müminler ise, düşman birliklerini gördüklerinde: İşte Allah ve Resulü’nün bize vaat ettiği! Allah ve Resulü doğru söylemiştir, dediler. Bu onların ancak imanlarını ve Allah’a bağlılıklarını arttırdı. Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde inançlarını değiştirmemişlerdir” demektedir.
Müminler; hayatlarını tehlikeye düşürecek olaylar başlarına gelmeden önce özet olarak şöyle diyorlardı. Biz dünya hayatını Allah için yaşıyoruz. Allah bizi yeryüzüne imtihan etmek için gönderdi. Buna inanıyoruz. Buna göre yaşayacağız. Bu inançla öleceğiz. Elbette bu hayatımız bir gün son bulacak. İsteriz ki, Allah yolunda mücadele ederken ölelim. Hiçbir zaman dünyevileşmeyelim. Allah’a güvenip, Allah’a dayanan, Allah yolunda mücadele içinde olan, bu uğurda canını verenlerden olalım. Şimdi bu sözler çok anlamlıydı. Hani bugün bizim de, evlerimizde, yumuşak kanepelere, koltuklara yaslanmış, bir elimizde çay, bir elimizde pastalar, börekler yerken, hatta bilgisayarlarımızın başında, Ayetlerden söz edip, mücahitlikten, Allah yolunda ölmekten söz edişlerimiz vardır. Allah bu sözlerimize istinaden bizi gerçekle karşı karşıya getirince ne yaparız? Ne yapacağız? Sorgusunda, yine klavye başında, oturduğumuz yerlerden cesaret gösterileri yapabiliriz. Ama o gün geldiğinde ne olacak? İşte o zaman ölüm ensemizdedir. Etrafımızda birbirimize hava atacak kimse yoktur. Alnı kabağımız namlunun ucundadır. Veya bedenimiz bir bombanın hedefidir. İşte tam bu nokta da, duygularımız, “Allah’a kavuşmanın zamanı geldi” midir? Yoksa “yahu ne işim var benim burada mıdır?” Bu sorgulama da, hendek savaşında Müslümanlardan bazıları sağlam çıkmışlardır. Gerçekten Allah’a ve resulüne iman edenler. Ölüm gerçeğiyle karşılaştıklarında, “Allah’a kavuşmanın zamanı geldi” demişlerdir. Ant olsun ki, bu Allah’ın ve resulünün söylediğidir. Elbette Rabbimiz bizi kendine çağırmaktadır. Bizi pisliklerden, dünyevi kirlerden arındırıp, katına ulaştıracaktır. Ey iman edenler, yeryüzünün pisliklerinden, dünyevi arzularınızdan uzaklaşıp, Allah’a kavuşmak ister misiniz? Sorgusunda; müminlerin sözü evettir. Onlar bu gerçekle karşı karşıya geldiklerinde imanları artar. Allah’a kavuşma ümidiyle yanıp tutuşurlar. Onlar o anda korkulardan uzaktırlar. Babaları, anaları, oğulları, eşleri, hısımları, akrabaları, evleri, işleri geride kalmıştır. Artık onlarla bağlarını tamamen koparmışlardır. Allah’a biran önce kavuşmanın sabırsızlığı içindedirler. İmanları artmış. Dünyadan göç etme vaktinin geldiğini düşünmektedirler. İşte onlar müminlerdir. Onlar verdikleri sözü yerine getirmişlerdir. Onlar normal zamanlarda, Ant olsun ki, Allah için canımızı veririz. Bu yolda sebat ederiz. Asla geri dönmeyiz demişlerdir. Bugün onların verdikleri sözleri yerine getirmenin günüdür. Bugün onların verdikleri sözlere sebat etme günüdür. Yalandan, riyadan uzak, kalpleri iman dolu olarak beklemektedirler. İçlerine sevinç düşmüştür. Kurdukları hayaller gerçek olmak üzeredir. Üzerlerine Allah tarafından indirilen sekinet yani dinginlik onları imanlarının doruğuna çıkarmıştır. O müminler içinde daha önceden de aynı sınavdan geçenler vardır. Verdikleri sözleri yerine getiren. Allah yolunda mücadele ederek hayatlarını Allah’a adayanlar vardır. Şimdi aynı inanç, aynı hayal için bekleyen müminler vardır. Ant olsun ki, onlar karşılaştıkları gerçekle asla kararlarından dönmemişlerdir. Sebatları, azimleri inanç üzerine devam etmektedir.
Rabbiniz sözünde duran, sebat eden, kendini Allah’a adayanları elbette mükafatlandıracaktır. Allah hiçbir zaman sözünden dönmez. Bel ki bu ifade, Müslümanların ürettikleri şehit kavramına bir teminattır. Ancak; Allah hiçbir zaman mizanı kurulmadan, hesabı görülmeden kimseye cennet vaat etmemiştir. O mizan, o hesap bir adalettir. İster cennetlikler, ister cehennemlikler o mizandan geçecek, o hesabı tadacaklardır. İnananlar hesaplarını yüzlerinin akıyla vermenin gururunu yaşacak. İnkar edenler, riyakarlık içinde olanlar ise, hesaplarını verememenin zilletini taşıyacaklardır. O nedenle; hesap günü gelmeden peşinen cenneti görmek zordur. Ama cennet yollarını görmek mümkündür. Müminler cennetin yollarına düşerler. O yolda yürürler. Yolun sonunda gururla hesap verme, beraatlarını alma vardır. Cennetin yolunda yürüyenlerin önünden hesap kaldırılmamıştır. Mizan kaldırılmamıştır. Kim; hesabı, mizanı kaldırırsa ayetlere ters düşer. Ayetleri okuyun. Ant olsun ki, Allah’ın resullerinin her biri hesaba çekilecektir. Ant olsun ki, inanan inanmayan bütün insanlar hesaba çekilecektir. Dünya hayatı, hesapsız, kitapsız bir hayat değildir. Dünya hayatı hesaba, kitaba dayalı bir hayattır ki, sonunda dayandığı kitaba göre hesaplanacaktır. Bu sünnetullahtır. Yani Allah’ın dünya hayatı için koyduğu temel kanundur. Kimse bunu değiştiremez. Değiştirdiğine, değiştireceğine inananlar kaybetmişlerdir. Hesap günü onlara acı bir müjde vardır. O müjde hesaplarının kötü sonuçlandığından ibarettir. Andolsun ki, kim kavramlarını ayetlere göre değil de, aklına, duygularına, yalan yanlış kültürüne göre edinmişse kaybedenlerdir.
Müslüman’ım diyenlerden bazıları, gerçekle yüz yüze geldiklerinde, sözlerinden vazgeçmiş, sebatları kırılmış, geri dönüş başlamıştır. Onlar imandan çok nifak içindedirler. Rabbiniz onlara bağışlayan, esirgeyen olarak yaklaşır. Eğer; imanlarında sebat etmeyip geri dönenler olursa… Sözlerinden vazgeçip nifak içinde olanlar olursa… Allah onların tavırlarına bakar. Onlar tövbe eder, tekrar iman talep ederlerse… Allah’a samimiyetle yaklaşırlarsa… Allah onların tövbelerini kabul eder. Çünkü Allah zalim değildir. O esirgeyen, bağışlayandır. Kullarından hatalı olanlara şans verir. Onlara artık sen hakkını yitirdin demez. Onlara sen sözünden döndün, sen sözüne ihanet ettin. Rabbine ihanet ettin. Sen inancına ihanet ettin demez. Ona; gerçeği görmesini, hatasını anlamasını, tövbe edip imanı talep etmesini söyler. Ant olsun ki, samimiyetle rabbine dönen her günahkar için, Allah’ın tövbeleri kabul ederim sözü vardır.
Ey inananlar hiç şüphesiz ki; “Allah, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleri ile geri çevirdi. Allah savaşta müminlerin yanındaydı. Allah güçlüdür, mutlak galiptir” O gün hendekte, Allah inananların yanındaydı. İnkar edenler hiçbir şey elde edemediler. İntikamla, öfkeyle geldiler. Gelirken Medine’de taş taş üstünde bırakmayacaklarını söylüyorlardı. Muhammed’e ve arkadaşlarına dünyayı dar edeceklerini söylüyorlardı. Bedir’in, Uhud’un intikamını alacaklarını söylüyorlardı. Müslümanların kökünü kazıyacaklarını söylüyorlardı. Müslümanlara yardım eden, onlarla birlikte olan Yahudilere, putperest Araplara gerekli dersi vereceklerini söylüyorlardı. Bütün güçleriyle, kinleriyle, öfkeleriyle gelmişlerdi. Ama ne oldu? Gerisin geriye döndüler. Öfkelerini yutarak geri döndüler. Hiçbir şey yapamadılar. Müslümanları karıştırmak için ellerinden geleni yaptılar. Yahudileri, putperest Arapları, Müslümanların aleyhine kışkırtmak için ellerinden geleni yaptılar. Belki de, Mekkeliler hayatları boyunca, liderleri Ebu Süfyan’ın kurnazlığı, zekasıyla, Müslümanları yenmek için yapmadıkları hiçbir şey kalmadı. Bütün kozlarını oynadılar. Bütün Arabistan’a verdikleri vaatler. Putperestliğin koruyucusu olarak verdikleri vaatler. Müslümanlardan yana olanlara, destekleyenlere yaptıkları tehditler… Hepsi havada kaldı. Çünkü Allah inananlardan yanaydı. Allah’ın Müslümanlardan yana olmasını inkar edenler, münafıklar anlayamazdı. Onların gördüğü şey, insan sayısı, insanların ellerinde bulundurdukları silahlardı. Onlar kendilerini Allah’a adayan, Allah yolunda ölüme hazır olan bir topluluğu anlayamazlardı. Hendek günü; bir çok münafığın, Yahudilerin bu iş burada bitti dediği anda, müminlerin imanı arttı. Onlar Allah yolunda ölmeye hazır bekliyorlardı. Artık hangi güç onları öldürebilirdi. Onlar asla öldürülemezdi. Çünkü onlar ölmeyi değil, kıyamete kadar diri olmayı arzuluyorlardı. Cesetleri toprakla birleşse de, kıyamete kadar yaşamak istiyorlardı. Bunu münafıkların, kafirlerin anlaması mümkün değildi. Bu bilgi, bu bilinç, onları imanın doruğuna taşıdı. Ve Allah onları kucakladı. Onlara yardım etti. İşin en garip yanı ne biliyor musunuz? Medine’nin etrafı kuşatılmış… Müminler Allah’a kavuşmak için ölmeyi beklerken, hendek savaşında en az ölüm oldu. Kafirlerden ve Müslümanlardan ölenlerin sayısı bütün savaşlardan daha azdı. İşte Hendek savaşının sırrı burada yatıyordu. İnsanlar bazen çok yanılıyorlar. Ölmemek için gittikleri yerde, ölmemek için türlü hesaplar yaptıkları zamanda, büyük ölümler yaşarken, ölüme hazır olduklarında, ölmemek için hiçbir hesap yapmadıklarında, her şeyleri ile Allah’a teslim olduklarında, Allah onları mükafatlandırıyordu. Allah’ın mükafatı bu sefer farklı şekilde teşekkül ediyordu. O müminlere, bu inancınızla, bu örnekliğinizle gidin yeryüzünde yaşayın. İnsanlara örnek olun diyordu. Bunu anlamak imandı. Bu inancı yaşamak İslam’dı. Kafirler bunu anlayamazlardı. Münafıklar bunu anlayamazlardı. Allah gücünü, galibiyetini farklı şekillerde gösteriyordu. İnsanlar farklı galibiyetler beklerken, Allah galibiyetin, gücün başka açılarını gösteriyordu. Nitekim hendek savaşından sonra Mekkeliler bir daha saldıramadılar. Mekke ile Medine arasında uzun süreli bir anlaşma oldu. İleride yapılan anlaşmayı göreceğiz. Müslümanlar bilgileriyle, bilinçleriyle, yaşamlarıyla bütün Arabistan’ı etkileri altına aldılar. Allah’ın bu nimetini kimse hesaplayamazdı.
Hendek savaşı tarih kitaplarında kuru bir savaştır. Şu kadar Mekkeli Medine’yi kuşattı. Savaşta şu kadar kişi öldü. Şunlar ihanet etti. Şunlar münafıklık yaptı. Bunların ne önemi var? Allah’ın ayetlerine bakın. Allah insanların aklına, muhakemesine, duygularına, kalbine, iradesine sesleniyor. Farklı açılardan olayları değerlendiriyor. Değilse, ölüm, yaşam nedir ki? Nasıl olsa bütün insanlar şu veya bu şekilde ölecekler. Kimi kazaya kurban gidecek. Kimi hastalıklar nedeniyle ölecek… Ölümlerin sebepleri hiç önemli değil. Önemli olan ölüme katılan anlam. İşte bu anlam dirilik. Bu anlam kıyamete kadar yaşamak. Bizler Müslümanlar olarak, hendek savaşında Müslümanlardan şu kişiler şehit oldu. Kafirlerden şu kadar kişi öldürüldü diyebiliriz. Sayı önemli mi? İsimler önemli mi? Allah’ın ayetlerine baktığınızda ne sayıların, ne de kişilerin önemi var. Önemli olan, ölüme anlam yüklemektir. Ey Müslüman ölümüne hangi anlamı yükleyeceksin? Önemli olan bu sorguya ne cevap vereceğin? Ne şekilde gerçekleştireceğindir? Ki; gerçekleştirmek senin elinde değildir. Ancak gerçekleşme yollarında dolaşırsın. Bu yol da Allah yolunda resule uygun şekilde aktif olarak mücadele etmektir. Kısır tartışmalardan uzak. Anlamsız yorumlardan uzak. İyi bilin ki, insanların arzularında dolaşan anlamsız ölümler vardır. Anlamlı ölümler vardır insanların hayallerini süsleyen. Ahzap suresinin bu ayetleri anlamlı ölümden söz ediyor. Ölümü görünce imanlarını artıran müminlerden söz ediyor. Bunu anlamak hidayettir. Bunu anlayan hidayettedir. Bunu anlayıp yaşayan hidayettedir.
Allah hendek savaşından sonra gelişen olaylara işaret ediyor. Ahzap suresinin 26-27. Ayetlerinde; “Allah, ehl-i kitaptan, onlara yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz. Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah’ın her şeye gücü yeter” diyor.
Ne olmuştu? Medine Mekkelilerin topladığı ordu ile kuşatılmıştı. Mekkeliler Müslümanlara yardım eden, onlarla birlikte olanlara tehditler savuruyorlardı. Elh-i kitaptan, beni kureyza kabilesi, varlıklarını korumak için bir Müslümanlardan, bir putperestlerden yana oluyordu. Ortada fırıldak gibi dönüyor. Ne yaptığı belli olmuyordu. Her iki tarafa da güven vermemişti. İnançlarının, hayallerinin, yaşamlarının odağında, canlarını, mallarını, çocuklarını, evlerini, bağları, bahçelerini, hurmalıklarını korumak vardı. Bütün gayeleri korumak için uğraştıkları şeyleri kurtarmaktı. O nedenle gidişata göre hareket ediyorlardı. Mekkelilerden gizli, resul ile anlaşıyorlar. Resulden gizli Mekkelilerle anlaşıyorlardı. Yani öyle ki, kim galip gelirse onlardan yana olacaklardı. Onlar çıkarları doğrultusunda tuzak kurup duruyorlardı. Tabi onların tuzağı varsa, Allah’ın da tuzağı vardı. Allah onların gözlerini karartı ve onlar düşünmeden, Müslümanların kadınlarının, çocuklarının yaşadıkları yerlere saldırdılar. Bu durum onların gerçek niyetlerini ele verdi. Mekkeliler kuşatmadan vazgeçip bırakıp gittiklerinde ne yapacaklarını şaşırdılar. Hemen kendilerine Ben-i Nadr kabilesine uygulanan kuralların uygulanmasını istediler. Ancak istekleri olmadı. Resul Ben-i Nadr kabilesine uygulanan kuralları Ben-i Kureyza’ya uygulamadı. Onların dileği ile Saad bin Muaz hakem oldu. Kararı o verdi. Verilen karar neydi? Mallarına, çocuklarına, kadınlarına el konulacak. Kabilenin reşit olmuş bütün erkekleri öldürülecek. Bu hüküm Yahudilerin kendi şeriatları, yani kendi yasalarıydı. Bu konuyu önceki haftalarda genişçe açıklamıştık. Sonuçta, Yahudilerin korumak için gayret ettikleri ne varsa ellerinden çıkmış. Üstüne canlarından olmuşlardı. Halbuki Ben-i Nadr kabilesi; açıkça Uhut’ta Mekke’den yana olmuş. Cezaları da, Medine’den sürülüp çıkarılmak olmuştu. Ben-i Kureyza kabilesinin, çıkarları doğrultusunda fırıldak gibi dönüp durmaları, onların hayatına mal oldu. Kararı resule bırakmayan Ben-i Kureyza kabilesinin önde gelenleri, son anda da kendilerine en büyük kazığı atmışlardı. Zannediyorlardı ki, resul değil de, dostları Saad bin Muaz haklarında karar verirse, büyük bir cezadan kurtulacaklardı. Ben-i Kureyza kabilesinin önderleri ve erkekleri sonuna kadar, hile peşinde olmanın cezasını canlarıyla ödediler. Allah bu ayetlerinde “Allah, ehl-i kitaptan, onlara yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz. Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah’ın her şeye gücü yeter” diyerek nimetini hatırlatıyor.
Olayın özünde yatan şey, insanların çıkarları doğrultusunda diğer insanları kullanmak isteğinin Allah tarafından asla kabul edilmediğidir. İnsan dürüstçe düşmanlık yapabilir. Hatta inkârını ortaya koyabilir. Ama; çıkarı için ihanet ederek insanları kullanmaya kalkamaz. İnsanları kullanmak. Onları çıkarların kölesi haline getirmek Allah katında en büyük suçlardan biri olarak ortaya çıkıyor. Ben-i Kureyza kabilesinin önde gelenleri, Mekkelileri, Müslümanları çıkarlarına köle etmek istediler. Birbirinden gizli olarak iki toplulukla anlaştılar. Müslümanlara sizin yanınızdayız derken, Mekkelilere de sizin yanınızdayız diyorlardı. Böyle bir psikolojinin, karakterin insanlıkla hiçbir ilgisi yoktu. Bu insan karakteri, yeryüzünü bozan, insanlar arasında nifakı dolaştıran, insanların duygularıyla oynayan bir karakterdi. Allah onlara öyle bir ceza verdi ki, kendi yaptıklarının cezasını kendi elleriyle verdiler. Resul hükmü onlara bıraktı. Onlar Saad Bin Muaz’a bıraktı. Saad bin Muaz ise, inandıkları kitaba bıraktı. İnandıkları Tevrat onların ölümüne hükmetti. Hükmü Allah’a ve resulüne bıraksalardı, belki kendilerine bir çıkış yolu bulabilirlerdi. Ancak Allah onların kalplerini biliyordu. İçlerindeki nifakı biliyordu. Düşünebiliyor musunuz? Hangi insan? Hangi toplum? Kedi ölüm fermanını kendisi verebilir? Allah Ben-i Kureyza kabilesinin kurduğu tuzaklara karşı, onların tuzağını boşa çıkardı. Kendi ölümlerine hükmettiler. Böylece sadece Müslümanlar değil, aynı zamanda Mekkelilerde, böyle hain, çıkarlarına göre hareket eden bir topluluktan kurtuldular.
Ey Müslümanlar; siz Allah’a güvenir. Yolundan giderseniz. Bilin ki; Allah sizi bilmediğiniz nimetlerle donatır. Siz yeryüzünden nasiplenme işini Allah’a bırakın. Yahudiler gibi, yani Ben-i Kureyza kabilesi gibi, bağınız, bahçeniz, kaleniz, evleriniz, mallarınız, hayvanlarınız, eşleriniz, çocuklarınız için ortada fırıldak gibi dönmeyin. Eğer siz dosdoğru olursanız. Rabbiniz size dilediği kadar verir. Hiç ummadığınız mirasa konarsınız. Ama illa ki; dünyalıklar için varız diyorsanız. Amacınız dünyanın efendiliği, yeryüzünün hâkimiyeti, dünya mallarının sahipliği, evlerinizin, eşlerinizin çocuklarınızın hesabı kitabıysa, bilin ki, Allah bütün bunları elinizden alabilir. Sizi yeryüzünde yalnız bırakabilir.
Hendek savaşının ardından, Müslümanlar, münafıklar ve Yahudi kabilesi Ben-i Kureyza üzerinden Allah Müslümanları birçok açıdan eğitmiştir. Yaşamın tarihini kronolojiden çıkarıp, inancın gerçekleriyle, ayetlerin yol gösterdiği şekilde okumak gerekmektedir. Aksi halde geçmişi okumak… Hatta ayetleri geçmişsiz okumak hiçbir şey ifade etmeyecektir. İşte bugün, Müslümanlar aralarında Kur’an-ı sürekli okuyorlar. Okurken kendi yaşamlarına indirgemiyorlarsa, okumanın anlamı kalmamıştır.
İçinde yaşadığımız hayata bakın. Mekkeliler gibi Müslümanları kuşatanları görebiliriz. Hendekte Allah yolunda ölümü bekleyen müminleri görebiliriz. Ben-i Kureyza kabilesi gibi, çıkarı doğrultusunda herkesle iyi geçinmeyi, herkesi kullanmayı arzu edenleri, hayatlarında uygulayanları görebiliriz.
Bugün; Müslümanların kafasındaki Müslüman, Müslümanlık nedir?
Bugün; Müslümanların kafasındaki Müslüman toplum nedir?
Bugün; Müslümanların Müslümanlık yaşamı diye algıladığı, hayatına soktuğu nedir?
Allah için, bugün Müslümanlar her şeyinden vazgeçebilecek Müslüman mıdır?
Allah için, bugün Müslümanlar birbiriyle kenetlenmiş, birbirine güvenen, birlikte Allah yolunda ölüme hazır olan Müslüman toplum mudur?
Yoksa; Müslümanların etrafını kuşatan güçlerle nasıl iyi geçinebilirim? Nasıl onları rahatsız etmeden yaşayabilirim? Diyen, düşünen Müslümanlardan oluşan toplum mudur?
Dikkat edin…. Allah yolunda ölmenin birinci kuralı, Allah yolunda ölmeye hazır bilgiye, bilince, inanca sahip olmaktır. İkinci kuralı Allah yolunda ölümü gerçekleştirecek yollarda yaşamaktır. Üçüncü kuralı, İslam düşmanlarının Müslüman’ların hayatına sor verecek şekilde gözlerini karartmalarıdır.
Yani bir Müslüman’ın veya bir Müslüman toplumun varlığı; Allah, resul, İslam düşmanlarını o kadar rahatsız etmelidir ki, ben bu Müslüman’ı, biz bu Müslümanları yok etmezsek, öldürmezsek, bize yaşam haramdır diye inanmaları gerekir.
Değilse hangi nedenle bir insan, diğer insanı öldürmek için yola çıksın? Enayi mi? İnsan kafir de olsa, Müslüman da olsa, hatta günün deyimiyle barışçı, insanlıkçı, asla insan öldürmek istemeyen de olsa, bir gün insan öldürmeye niçin karar verir? Hiç kendi varlığını tehlikede görmeyen insan, diğer insanı yok etmek ister mi?
Müslüman; yalansızlığı, riyasızlığı, dürüstlüğü ile öne çıkıp, yeryüzünde, bütün insanlar arasında, barışı, esenliği, huzuru korumak isteyendir. Zulme karşıdır. Haksızlığa karşıdır. İnsanların üzerinden çıkar sağlamaya karşıdır. Böyle bir Müslüman’ın varlığından yalancılar, riyakârlar, insanların sırtından geçinen asalaklar, soyguncular, talancılar, insanlara efendilik taslayanlar rahatsız olur. Bir de bu tür Müslümanlar çoğalıp, onları engellemeye kalkarsa, o zaman diğer toplum Müslümanları yok etmek ister.
Ama; günümüzde olduğu gibi olursa, işler sarpa sarar. Günümüzde ne diyor Müslümanlar? Sakın; yalancıları, sahtekarları, riyakarları, hırsızları, dolandırıcıları, zinakarları, ikiyüzlüleri, zalimleri, insanların üzerinden çıkar sağlayanları rahatsız etmeyelim. Herkesin yaşama hakkı var. Herkes istediği gibi yaşasın. Hatta onlarla, kapı komşusu, akraba, eş, dost, yaren, iş arkadaşı olabiliriz. Nasıl o benim yaşamıma karışmıyorsa, ben de onun yaşamına karışmamalıyım. Milleti kandırıyormuş bana ne? Kanmasınlar. Allah onlara da akıl vermiş. Milleti dolandırıyorlarmış bana ne? Dolandırılmasınlar. Allah onlara da akıl vermiş. Milletin ırzına namusuna göz dikiyorlarmış. Bana ne? Bak ben Müslüman olarak hem öyle bir yasa çıkarırım ki, insanların nikahsız yaşamalarını helal kılarım. Suç saymaktan çıkarırım. Bana ne? İstedikleri gibi, insanlar yatsın kalksın bize ne? Herkes nasıl isterse öyle yaşasın. Herkes kendi malını, canını, ırzını, namusunu, korusun. Biz kimsenin malının, canını, namusunun, ırzının bekçisi değiliz. Diyerek, ülkede özgürlükler var. Gerçek Müslümanlık, insana dair özgürlükleri daim kılmaktır. Desem iyi mi olur? Allah iyiliği hakim kılın, eğrilikten sakının diyor. Allah iyiliği hakim kılın, doğruları hakim kılın, kötülükleri engelleyin diyor.
İnsanlar arasında fitneyi, fesadı yayanları… İnsanların aklına, duygularına, hayatlarına hakim olmak için türlü tuzak kuranları… Engellemeyecek, bütün bu pisliklerden insanlığı temizlemeyecek bir Müslüman, toplumu rahatsız etmiş olur mu? Toplumu rahatsız etmeyen Müslüman Allah yolunda yürümüş olur mu?
Allah resulleri; yalanları, yanlışları yaşayan, böylece zulüm içinde olan toplumları rahatsız edip, onları doğrulara iletilmek için gönderilmiştir. Şurası muhakkak ki, Allah’ın dininde baskı yoktur. Yani nerede baskı yoktur? Zorla Allah’ın dinini kabul ettirme de baskı yoktur. Ancak; insanlar insanlara zulmediyorsa, zulmü engelleme şarttır. Bu yolda mücadele şarttır. Hırsıza, uğursuza, dolandırıcıya, milletin sırtından geçinen asalaklara engel olmak şarttır.
Eğer Müslüman Allah’ın doğrularını hakim kılmak, yeryüzünden pislikleri temizlemek için yola çıkmışsa, mutlaka birilerini rahatsız edecektir. Rahatsızlığın boyutu, önce alaydır. Sonra tehdittir. Daha sonra da ölümle, öldürmekle tehdittir. Allah yolunda ölümüne mücadele eden müminler, ölümle, öldürülmekle tehdit edilecek kadar, yeryüzündeki pislikleri rahatsız ederler. Aksi halde inkar edenler Müslümanları niye öldürsünler? Her türlü küfrüne, yalanına, haksızlığına, zulmüne rıza gösteren Müminleri inkar edenler niye öldürsün?
İnsanlığın yüzkarası pislikler içimizde yaşarken. Biz onlardan memnun, onlar bizden memnun olurken. Allah yolunda yürümüş olmanın anlamı var mıdır?
Ey Müslümanlar; varlığınızdan dolayı kafirler rahatsız değilse inancınızı sorgulayın.
Ey Müslümanlar; varlığınızdan münafıklar, riyakarlar, çıkarcılar rahatsız değilse imanınızı sorgulayın.
Küfre rızayı küfür, zulme rızayı zulüm sayan bir inanca sahibiz.
Ant olsun ki; dünyaya düşkünlüğümüz küfre, zulme rıza olmayı emrediyorsa orada imandan çok nifak vardır. Orada imandan çok küfür vardır.
İşte onlar, yani müminler; Allah’ın doğrularını hakim kılmak, yeryüzündeki haksızlığı, zulmü önlemek için ölümüne mücadeleye söz vermişlerdir. Onlar ölümü karşılarında görünce, sözlerinden dönmemiş, sözlerinde sebat ederek, imanlarını artırmışlardır.
Allah; ölümü gördüklerinde imanlarını artıran müminlerin yanındadır. Allah müminlere kurulan bütün tuzakları bozan, inkar edenlere türlü tuzaklar kurandır. Allah kendine inanan müminleri, koruyan, galibiyete ulaştırandır.
Sanmayın ki, galibiyet sadece dünyadaki zaferlerden ibarettir. Allah katındaki galibiyetin anlamları çok geniştir. Müminler olarak, Allah yolunda yürürken öldürülmüşsüzdür. Görünüşte savaşı kaybetmişizdir. Ama yeryüzündeki imtihanı bitirmiş, hesaba alnımızın akıyla gitmişizdir. Bundan daha büyük galibiyet mi vardır? Müminler olarak, savaşı kaybetmişizdir. Elimizdeki, avucumuzdaki dünyalıklar gitmiştir. Buna rağmen, hala Allah’a inanıyor. Allah’a güveniyorsak. Bundan daha büyük galibiyet mi vardır?
Unutmayın ki, Allah’a, analarınızı, babalarınızı, eşlerinizi, çocuklarınızı, hısımlarınızı, meskenlerinizi, işlerinizi kurban verebildiyseniz. Yani Allah için onları terk edebildiyseniz. O zaman kesin bir zafere ulaşmış. Galibiyetin gerçeğini yaşamışsınızdır.
Unutmayın ki, yeryüzü Allah’ındır. Allah için sizin yeryüzünde varlığınız veya yokluğunuz hiç önemli değildir. Müminler olarak, bizler gideriz, başkaları gelir. Hatta yeryüzünün tamamı zalimlerin elinde, hükümranlığında olabilir. Bunlar bizi hiç ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren şey, yeryüzünde yaşarken, Allah için ne yaptığımızdır.
Günümüzdeki Müslümanlara bir bakın. Neleri nasıl yorumluyorlar. Efendim Müslümanlar perişan durumda. Yeryüzüne zalimler hâkim. Bu nasıl adalet?
Allah her insanı, her toplumu imtihan ettiğini söylerken... Yeryüzünde yaşayan herkese gerçeği açıklamışken… Herkes kendi gerçeğiyle imtihan edilmiyor mu? Yeryüzünün zalimler tarafından yönetiliyor olması… Yeryüzündeki mazlumların, zalimlerin hükümranlığında eziliyor olması… Hepsi bir imtihan olarak, kaderciliklerini aşarak hidayet yollarını aramakla sorumlu değiller mi? Hepsi Allah’ın yolunda buluşarak dünya hayatını tamamlamakla görevli değiller mi?
Allah; zalime de, mazluma da, nefsine uyma, zulme boyun eğme, aklını kullan, muhakemeni kullan, iradeni kullan demiyor mu?
Andolsun ki; Allah’a ve kitabına inanan hiçbir insan, hiçbir toplum köle değildir. Onların aklı, muhakemesi, iradesi, kalbi hürriyet içindedir. Bedenleri esir edilmiş. Üzerlerine baskı kurulmuş. Yaşamları altüst edilmiş olabilir. Ancak onlar özgürdürler. Allah’ın yolundan giderek kurtuluşa erişebilirler. Allah’a güvenerek Allah’a sığınabilirler.
Ancak; köleliğe razı bir toplum… Zalimliğe razı bir toplum… Birbirinden farksızdır. Her ikisi de, nefsinin kölesi olarak yaşamaktadır. Kimi arzularının kölesi olarak efendilik… Kimi arzularının kölesi olarak efendilere kulluk yapmaktadır.
Bu yalan üzerine kurulu düzeni tek gerçek bozuyor. Allah’a ve dinine iman… Aklın, muhakemenin, iradenin, kalbin özgürleştirilmesi… Ve arkasından gelecek Allah’ın nimetleri….
İşte hendek, Allah’ın nimetleriyle doludur. O sözlerinde duran müminler, Allah’ın türlü nimetleriyle donatılmışlardır. Hâlbuki onların tek emeli vardı. Allah yolunda ölmek… Allah yolunda sonuna kadar mücadele etmek… Onlar; ölümü gördüklerinde bir adım geri çekilmediler. Onlar; ölümü görünce sadece imanlarını artırdılar. Allah da onlara türlü nimetlerini, mükafat olarak verdi.
Günümüz; hidayetsizliğin köleliğini yaşamaktadır. Özellikle Müslüman’ım diyenler. Henüz ölümün imanlarını artırdığına, artıracağına inanmış değillerdir. Hendek savaşının, arkasından gelen ayetlerin özündeki sır henüz Müslümanlar tarafından keşfedilmemiştir. Ne zaman, ölümü görmenin imanı artırdığına inandıkları, hayatlarına bu imanı geçirdikleri gün, mutlak bir zafere, mutlak bir galibiyete ulaşacaklardır. İşte o zaman, ister ölsünler, ister yaşasınlar, kıyamete kadar diridirler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.