- 958 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
Ah Güzel İrlanda
Karanlıkta yağmur daha bir ıslak mı oluyor, ne? Elmacık kemiklerime kadar kaldırdığım yakalarım para etmiyor, damlalar boynumdan aşağı kayıyor. Sokaklara rasgele sepiştirilmiş kör ışıklar karanlığı yarmada para etmiyor, ara ara çakan şimşeklerle yolumu buluyorum. Hana vardığımda halsizlikten kapıya önce çarpıyor, sonra önünde yığılıyorum. Neden sonra gücümü toparlayıp içeriyi giriyorum.
Üzerime dikilen bakışları görünce doğru yapmadığımı düşünüyorum. Koyu İrlanda biraları onları içen ağızlardan ayrıldılar; havada uçuşan sözcükler de ağızlara geri döndüler. Derin bir sessizlik hakim. Bara doğru ilerliyorum. Orada oturan bir İrlandalı, tek eli hala birasında, yüzü bana dönük, “Senin ne işin var burada?” diyen bakışlarla beni süzüyor. Göz göze gelmiyoruz. Barmen “Bir bira!” diyorum. “Ne?” diyor barmen. “Bir bira, yani Guinness...” “Haa!” Önüme birayı, pardon Guinness’i sürüyor, gözleri sert sert bakıyor. Birayı ağzıma götürüyorum. Hanın dar pencerelerini atlatan şimşekler yüzümü aydınlatıyor.
Böyle olmalı. Bir İrlanda barına gittiğinizde hava koşulları, ortam, bardaki müdavimler aynen bu anlattığım gibi olmalı. Ama gel gör ki durumun olması gerekenle ilgisi yok. Amerika’nın güneyindeki bu şirin kentin göbeğinde, bir İrlanda barındayım. Kapıda beni iki tane genç hanım karşılıyor; biri Uzakdoğulu. “Maç için mi geldiniz?” diye soruyorlar. Başımı olumlu anlamda sallıyorum. Bir barı işaret ediyor: “Orada yer bulabilirsiniz.”
Yer bulabilme olasılığının kızların iyi niyetli bir yaklaşımı olduğu kısa süre sonra ortaya çıkıyor. Bar ağzına kadar dolu. Günün ortasında kopan gelmiş. “Hadi benim evimde spor kanalları yok; sizde de mi yok?” diye haykırmak istiyorum. Birden bir mucize oluyor. Yarılan Kızıldeniz misali kalabalık açılıyor ve barda boş bir tabure beliriyor. Tabureye ayağını dayamış genç kadından oturma izni alıyor ve bara kuruluyorum.
“Taburenin boş olmasını beklemiyordunuz, değil mi?” diye laf atıyor diğer tarafımdaki bey.
“Mucizevi bir şeydi” diyorum.
“Brezilya – Almanya maçı da öyleydi”
Adam yarama basıyor. Ona ayaküstü saat farkını yanlış hesaplamam yüzünden maçın ilk yarısını nasıl kaçırdığımızı, arkadaşım Taki’nin nasıl benimle kalp kırıcı şekilde konuştuğunu, nankör adam Taki’nin ikinci yarıda seyrettiği üç golle de bir türlü tatmin olmadığını anlatıyorum. Adam gülümsüyor. Suskunluğundan Taki’yi haklı bulduğunu anlıyorum.
Maçın gösterildiği ekran barın karşısında kalıyor. Böylece maçı seyrederken bara ve barmene arkanızı dönüyorsunuz. Olsun demek yetmiyor. Arkanızdan sadece barmen değil, bira ve atıştırmalıklarınız da bakıyor.
“Kimi tutuyorsunuz?”
Öyle ya, ne ben Alman’ım, ne de yanımdaki bey.
“Kentucky’liyim ben” diyor, “Her iki tarafa da sempatim var.”
“Kusura bakmayın ama sonuna kadar Arjantin’i tutarım. Güney Amerika söz konusu olunca başka kimseyi gözüm görmez.”
Maç orta sahada devam ediyor. Top ileri gidip geldikçe biz sohbeti koyulaştırıyoruz. Derken diğer tarafımdaki hanım sohbetimize katılıyor. Bardaki tek siyahi kişi olması, tek başına gelip tüm dikkatini maça vermesi ilgimi çekiyor. Futbola ilgisini soruyorum:
“Kolejdeyken defansif orta saha oyuncusuydum” diye yanıtlıyor.
Gözlerim açılıyor. Nedense inanasım gelmiyor söylenene. İnce, narin yapılı bir hanımdan defans oyuncusu olmasını beklemiyorum.
“Ben de lisede tenis takımındaydım” diyorum. Sanki birbirimizin repliklerini çalmış gibiyiz:
Amerikalı genç kadın okulda topa basmayı biliyor, ben ise toprak kortları sentetiklere tercih ediyorum.
Belki daha da konuşacağız ama başımda birisinin dikildiğini farkediyorum. Patrick ekranla önüme geçmiş, sözümün bitmesini bekliyor.
“Sen nereden çıktın?” diyorum iş arkadaşıma.
“Seni arıyordum, buraya geleceğini düşündüm.”
Sonra tablet bilgisayarını çıkarıyor:
“Bak, ikinci romana başladım. Kurguyu görmeni istedim.”
Patrick heyecanla yeni romanını anlatırken, onun burada, bir İrlanda barında olması bana gayet doğal geliyor. Mekanda Britanya adalarından bir tek o var. Öte yandan içinde bulunduğumuz durum Almanya’da Kürt kahvesinde bir Türk’e denk gelmek gibi bir şey. Adaların aksanıyla Patrick anlatmaya devam ediyor:
“Bu roman da duvarın civarında geçiyor.”
Duvardan kastediği Britanya’da Romalıların yaptığı Hadrian duvarı. İlk romanında o bölgede geçen bir aşk hikayesini anlatmıştı. Niye romantik bir konu seçtiğini sorduğumda bana:
“Bu ülkede en büyük okuyucu kitlesi kadınlar. Onların da en çok okuduğu tür romanslar.” diye yanıt vermişti.
“Bu roman da mı aşk hikayesi üzerine kurulu?” diye soruyorum.
“Genelde öyle. Ama bu seferkinin polisiye tarafı da var.”
Milattan sonra ikinci yüzyılda geçen, içinde polisiye ve romantizm barındıran bir roman... Kişisel tercihim olur muydu? Sanmıyorum.
“Olay günümüzde, arkeolojik kazılarda başlıyor. Duvarın üzerindeki kalede...”
O anda gözüm kaleye giren topa takılıyor. Alman futbolcular birbirlerine sarılıyor, Arjantinliler üzgün, kaleci topu ağlardan çıkarıyor, Patrick’in hayali arkeologları ise kalede yeni yetme bir oğlanın iskeletine denk geliyorlar. Bir şekilde romanın kurgusunda belirli noktaları kaçırıyorum. İşin içinde yüksek rütbeli bir yönetici, yerli bir kadın olduğunu anlıyorum ama bunların birbirleriyle olan ilgileri golün tekrar gösterimleri arasında kayboluyor.
Kentucky’li arkadaşım kendini maça daha bir vermiş durumda. Siyahi hanımın ise ağzı kulaklarında: En başından beri Almanya’yı tutuyor. Arjantin’in kuyruğunu dik tutmak için onlara laf atacağım ama Patrick izin vermiyor. Romanından bir pasajı burnuma dayıyor.
Pasaj fena değil. Bir önceki romanda olan “Kadın, barbarın kokusunu içine çekti” tarzında cümleler bu sefer görünmüyor. Onun yerine iskeletin boynundaki plakanın okunması ve adının öğrenilmesi var: Lucius Mellitus.
“Oğlan Romalı mıymış? Yerli kadının oğlu değil miymiş?”
Patrick kaşlarını çatıyor:
“Sen beni dinlemiyor musun? Bu oğlanın Romalıların hizmetine girdikten sonraki adı. Çocuk zaten köle. Boynunda niye plakası var sanıyorsun?”
O detay gözümden kaçıyor. Yavaş çekimde boynunda değil de, Goetze göğsünde topu yumuşatıyor ve indirdiğinde vuruyor: Almanya 1-0 önde.
Almanya önde de, Patrick de önümde; ona soruyorum:
“Sen seyretmiyor musun Dünya Kupasını?”
“Naah, Amerika elendi, İngiltere de elendi. İlgimi çekmiyor artık. Söylesene, nasıl buldun?”
Bir şeyler söylemeliyim. Dikkatimi toparlamaya çalışıyorum:
“Şimdi şu senin çocuk... Cinayete mi kurban gitmiş? Bölgenin ileri gelenlerinden biri...”
“Regionarius!” diye sözümü kesiyor.
“Tamam, regionarius çocuğa sarkıyor ve sonra öldürüp askerlerin barakalarının altına mı gömüyor?”
“Evet, aynen öyle.”
“Ee, şey... Biraz tahmin edilebilir olmamış mı? Ne zaman bir ceset bulunsa, onu güçlü birinin hasıraltı ettiği düşünülmez mi?”
“Öyleydi. Şimdi herkes tersini yapmaya çalıştığından, mesela çocuklar tesadüfen öldürülüp, suç senatörlere kaldığından benim romanın sonu beklenmedik olacak.”
Olacak mı? Yoo, kurguyu yarım kulak dinlerken bile aklıma hasıraltı senaryosu geliyordu. Tesadüf olmasın da, Romalılar barakalarını aziz ilan edilen köle bir çocuğun mezarı üzerine kurmuş olsunlar. Ya da cenazeden önce hırsızlar cesedi çalıp, üzerindeki değerli taşları soymuş olsunlar. Sonra biri kendi köle plakasını cesedin üzerine asıp, barakanın altına atmışmıştır. Yok, bu o kadar kulağıma iyi gelmiyor: Kim ölünün üzerine kendi kartvizitini bırakır ki?
Patrick yüzüme bakıyor, bir şeyler söylememi bekliyor, Alman defansı sanki ayaklarını beton kalıplara sokmuşlar gibi hareketsizler, Messi aralarından sıyrılıyor, kaleye vuracak gibi yapıp topu Palacio’ya geçiriyor, Palacio da kaleyi görüyor: 1-1!
Palacio’nun önündeki defans oyuncusu yerde ama düşme sebebini bilmiyorum; Patrick’in sağ kulağı ekranın tamamını görmemi engelliyor.
Gol atılınca dönüp, yanımdaki Kentucky’liye sarılıyorum, adam afallıyor. Diğer yanındaki kız arkadaşı bana çok da iyi olmayan gözlerle bakıyor: Belli ki gol sevinci kutlamalarına alışık değil. Gönül isterdi ki ben de gol sevincini defansif orta saha oyuncusu hanımla paylaşayım ama o Almanya’yı tutuyor.
Patrick’in yüzünden düşen ise bin parça.
“Ne o?” diyorum, “Almanya’nın gol yemesine sevinmedin mi?”
“Gol atan Arjantin olunca sevinemedim.”
Patrick’in İngiliz olduğunu genelde unutmuyorum ama İngiltere’nin Arjantin’le Falkland adaları için savaştığını unutabiliyorum. Hatırladığım zamanlarda da Patrick’le adanın İspanyolcadaki adı, Malvinas adaları diyerek dalga geçiyorum.
“Bırak artık eski defterleri diyorum; hem adalar da size kaldı.”
Omuz silkiyor. Elinde romanı olması konuyu daha da uzatacak, adaların zaten İngiliz olduğundan, hiç Arjantin’in olmadığından bahsedecek ama elinde romanı var. Arka planda ise Almanya santra yapıyor.
“Tamam!” diyorum Patrick’e, “Harika bir kurgu buldum romanına, aklın duracak. Akşam sekizde McElroy’s’da buluşalım, sana detaylarıyla anlatayım.”
Patrick’in yüzü aydınlanıyor. Elimden tabletini alıyor, sekize kadar kendisinin de bir şeyler düşüneceğini söylüyor ve gidiyor.
Onun arkasından, Kentucky’li bana dönüyor ve çekingen bir havayla soruyor:
“İstemeden kulak misafiri oldum. Aklınıza gelen o harika fikir nedir? Söz, kendi romanımda kullanmayacağım.”
Isınmış biramdan bir yudum almadan önce sırrımı mırıldanıyorum:
“Aklıma hiç bir şey gelmedi. Sadece maçın kalanını seyretmek istiyordum.”
Adam “Biliyordum” dercesine kafasını sallıyor. Bir bira, ama Guinness değil, daha söylüyorum. Birayı almak için bara döndüğümde Arjantin ikinci golü atıyor. Budur! Arjantin Dünya Şampiyonu! Defansif orta saha oyuncusu hanım taburesinden aşağı atlıyor, beni tebrik ediyor, bir sonraki kupada görüşmek üzere deyip gidiyor. Kentucky’li ise sıkıntıdan bunalmış kız arkadaşıyla ilgileniyor, onu avutmaya çalışıyor. Ben ise bara ve barmene dönüyorum.
“Ee Michael” diyorum, “Diyelim ki askerlerin barakasının altında bir ceset bulundu. On iki, on üç yaşlarında, bir oğlan cesedi. Ama oraya atılalı iki bin yıl kadar olmuş. Sence ne olmuş olabilir?”
Bu sorunun cevabını sözümona İrlandalı barmen bilmeyecek de kim bilecek?
YORUMLAR
söz konusu irlanda olduğunda, konu ne olursa olsun okurum. bir süredir buralarda olmadığımdan dolayı da yazınızı yeni görüyorum. sizinle daha önce arkadaşınızın öyküsü hakkında konuşmuştuk. buradaki anekdotlarla da konusuna dair az çok ipuçları edinmiş oldum.
futbolu hiç sevmem. ama Guinness'in kaymaksı köpükleriyle bezenmiş, üzerine irlanda sosu serpiştirilmiş, bir tutam hadrian, bir tutam Falkland olan bir futbol maçı öyküsünü hiç de yadırgamadım. aksine çok hoşuma gitti. normalde gündelik olaylara ilişkin öyküler de ilgimi çekmez(di), tabi bu sizin öykülerden sonra değişti.
elinize sağlık diyorum..
İlhan Kemal
Öyküdeki başrol oyuncularından Patrick geçenlerde bana bir öyküsünü verdi. Yazdığı ikinci romanının kahramanın başından geçen bir anekdot üzerine kurulu. Bir ara onu Türkçe'ye çevirip, Defter'de yayınlamak istiyorum ama yazıların yazara ait olması kuralından da çekiniyorum. Kendisi önümüzdeki ay tekrar İngiltere'ye gidip, ailesinin yanısıra Hadrian duvarını da ziyaret edecek. Belki ileride de başka Duvar Dibi Öyküleri yazar.
Guinness'lerde görüşmek üzere. Saygılarımla.
“Ee Michael” diyorum, “Diyelim ki askerlerin barakasının altında bir ceset bulundu. On iki, on üç yaşlarında, bir oğlan cesedi. Ama oraya atılalı iki bin yıl kadar olmuş. Sence ne olmuş olabilir?”
Kaçırdığım bir İlhan Kemal yazısı, çok beğenerek okudum ve o ceset için,
Fosil, olmuştur diyorum :)
Tebrikler İlhan Kemal
İlhan Kemal
Öyküyü arayıp bulduğunuz, okuyup yorumladığınız için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
Hikâyeyi okuyunca “yok artık, bu kadar olur yani” dedim içimden. Anlatınca bana hak vereceksiniz.
Her ne kadar siz herhangi bir tarih belirtmemişseniz de (kurgu olduğunu vurgulamak adına) tarih ve mekân farklı olarak hemen hemen benzer bir vaka yılar önce benim başımdan geçmişti. İşin ilginç olan yanı final maçının takımları Arjantin ve Almanya
Tarih: 29 Haziran 1986
Mekân: Bartın otogarında bir sabahçı kahvesi
Ankara’dan İstanbul’a dönerken bir asker ziyareti için Bartın’a uğramıştım. Mesafe fazla uzak olmadığı için ziyareti kısa tutarsam (ki zaten ziyaretin kısası makbuldür) akşam 21,00 de oynanacak olan 1986 13.dünya kupası final maçını nasıl olsa yetişiriz umuduyla İstanbul’da seyretmeyi hesaplıyordum. Fakat otogara bilet almaya gittiğimizde Bartın’dan İstanbul’a sadece akşam 22,30 ve 24,00 otobüs seferlerinde yer olduğu sürprizi ile karşılaştım. Bir ay boyunca hamallığını yaptıktan sonra final maçını ıskalamayı futbol kariyerime (!) yedirememiştim. Kaldı ki o tarihlerde Simon Cuper “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”(!) kitabını henüz yazmamıştı
Hesapta olmayan aslında hesapta olup da bizim akıl edemediğimiz bu sürpriz neticesinde mecburiyetten 24,00 otobüsüne yer ayırtıp maçı otogardaki bir sabahçı kahvesinde okey taşları şıkırtıları eşliğinde seyretmek zorunda kalmıştım. Kahve müdavimleri farklı takımları desteklemelerine rağmen sizin İrlanda barı gibi kozmopolit değil oldukça homojen bir kitle idi. Tipik Anadolu insanları işte, saf, temiz, misafirperver, hoşgörülü. Buna mukabil böyle bir final maçında “Patrick” gibi bir münasebetsize sizin İrlanda barındakiler kadar hoşgörülü davranmayacaklarının garantisini (geçmiş zamanda olsa şimdiden) verebilirim. :-)
Öyküye gelirsek; Dünya kupası turnuvaları statü gereği her zaman yaz başlarında düzenlenir. Öykünün girişindeki yağmur, şimşek vs gibi olaylar daha çok sonbaharı çağrıştıran detaylar. Amerika ile aynı yarım kürede olduğumuzu varsaydığımızda giriş bölümü sizin gibi kılı kırk yaran bir detaykolik(!) bir yazarın öyküsünde bu şöhretinize kontra duran bir ayrıntı gibi gözüküyor. Evet, haklısınız Haziranda yağmur yağmayacak gibi bir kural yok hele hele İstanbul’da Ağustos ayındaki Nuh tufanlarını gördükten sonra :-)
Aslında bunu başta yazmalıydım ama yazmadan yapamayacağım. Başlıkta tıpkı “Koca Götlü Kızlar” isimli öykünüze benzer bir şaşırtmaca var. “Ah Güzel İrlanda”; başlığı okuyunca sanki bir aşk hikâyesi okuyacakmış hissine kapılıyor insan. Başında “Ah” olan her şey gibi. Kaldı ki birçok yazınızda başlık ile yazı arasında bu sağ gösterip makas alma hadisesi var. Gerçi ben alışığımda sizi ilk defa okuyanlar için de bir dip not olsun bari. Hoş sizi henüz daha okumamış bir defter üyesi olacağını zannetmiyorum :-)
Kemal ağbi (kemnur) aşağıda demiş ya “öykülerinizi özlemişim” diye, ilaveten bende öykülerinize yorum yapmayı özlemişim diyeyim :- )
Tebrikler, selamlar, saygılar
İlhan Kemal
Yorumunuzu okuduğumda öykünün anlatımdaki bozukluğu farkettim. Önce öykünün girişinde ne demek istediğimi açıklayayım:
İrlanda barına fırtınalı, bozuk havada, sonbaharın kışla kesiştiği mevsimde, hava kararmışken, mümkünse İrlanda'da gidilir. İçeri giridğinizde yabancı olduğunuz bilinir, herkes ters ters bakar, kimse sizinle sohbet etmeye yeltenmez. Benim yaptığım gibi Temmuz'un başında, öğle üzeri, şort ve sandaletle, hele de Amerika'da gidilmez. Ama gitmiş bulundum işte...
diye başlayan bir hikayeydi aslında. Ama o fanteziden gerçekliğe geçişi iyi verememişim. Bakalım, ne kadar düzeltebileceğim?
Ah Güzel İrlanda ise öyküyü yazarken verdiğim geçici isimdi (İlk sayfasını Türkiye'de yazdıktan sonra ''Tatilde işim mi yok?'' deyip kalanı eve dönüşe bırakmıştım) Sonrasında kulağıma hoş geldi, isim orada kaldı. İrlanda'ya karşı özel bir sempati duymasam da şimdi baktığımda son 16 öykümün üçünde İrlanda konsepti geçmiş. Benim de bir şekilde çözemediğim bir Ah İrlanda durumu var galiba.
86 Dünya Kupası finalini 2014 ile karşılaştırmayı aklımdan bile geçirmem. Yanınızda kim olduğunun öneminin kalmadığı bir finaldi (Ben de kiminle ve nerede seyrettiğimi hatırlamıyorum)
Özlem söz konusu olunca ben de sizin ''Bir kere tıklayana iki hikaye birden''e dönüşen yorumlarınızı özlemişim. Daha okumadan beni gülümseten, ama bir yandan da ''Hadi hayırlısı, öyküde baltayı taşa vurmamış olsak'' dedirten yorumlar bunlar.
Saygılarımla.
Ağyar
Çok teşekkürler. Bunda; orta sahada rahatça top çevirmeme müsaade ettiğiniz için sizinde payınız var. :-)
Selamlar, saygılar
İlhan Kemal
Dokuz yıl sonra bu öyküye ve sizin yorumunuza geri döndüğümde 'Sonunda tarih beni haklı çıkardı' dedim kendi kendime, hem de iki noktada.
İlki 'Dünya Kupası statü gereği yaz başında düzenlenir' cümlesi. Katar'dakine gelene kadar öyleydi ama Aralık'ta olan bir kupa da görmüş olduk hep beraber.
İkincisi yukarıdaki ile bağlantılı olan 'daha çok sonbaharı çağrıştıran detaylar' noktası. Bu sene (2023) Tanrı'nın yeryüzündeki gazabı baldızım, onun Fransız eşi ve iki çocukları Temmuz ayında İrlanda'ya tatile gittiler (Neymiş, at arabasından bir karavanla tatil yapacaklarmış) Kaldıkları üç haftanın ikisinde tepelerine durmamacasına yağmur yağdı. Kendilerine buradan hikayemin girişindeki koşulları test edip onayladıkları için teşekkür ediyorum.
Kahramanları yabancı olan hikayeleri pek sevmiyor ve okumuyorum.
Romanları da çok nadir okurum.
İsimleri aklımda tutamama gibi kötü bir özelliğim var.
Hele de sayıları fazla ise,
tamamen birbirine karıştırıyorum, okuduğum eserin konusu allak bullak oluyor.
Bu yazıyı da okumayacaktım.
Sadece, Kemal Bey'in yazdığı ''Öykülerinizi özledim.'' cümlesi ilgimi çekti ve bir bukle gözden geçirme isteği doğdu içimde.
Sonuç;
baştan sona ilgi ile okuduğum bir hikaye çıktı karşıma.
Konusuyla,
sunumu ile,
edebiyatın tüm güzelliklerinin,
inanılmaz bir beceri ile aktarılmasıyla,
hatta ve hatta, noktalama işaretlerinin bile, bir ustanın elinden çıktığını tariflemesi ile,
nefis bir çalışma ile karşılaştım.
Lafı uzatmayalım;
yazarını tebrik ediyorum.
sanırım bu okuduğum ilk yazısı idi.
Umarım, bundan sonrakileri kaçırmam.
Zira, kendisinden öğreneceğimiz çok şey var.
İlhan Kemal
Sonrasında güzel ve insanı yazmaya teşvik eden bir tartışma konusu açmışsınız; ben de dayanamayıp konu üzerine burada, yüksek sesle düşünüceğim. Amacım sadece keyifle sohbet etmek (Dükkandayım ve Eylül ayına kadar yapacak hiç bir işim yok).
=> Kahramanları yabancı olan hikayeleri pek sevmiyor ve okumuyorum.
Romanları da çok nadir okurum.
İsimleri aklımda tutamama gibi kötü bir özelliğim var.
Hele de sayıları fazla ise, tamamen birbirine karıştırıyorum, okuduğum eserin konusu allak bullak oluyor
Bu argüman benim için yeni değil. Daha önce, aralarında yakın akrabam da olan bir kısım kişiden duymuşluğum var. İzin verirseniz benim kulağıma nasıl geldiğini göstermek isterim:
Ben yabancı takım maçlarını seyretmiyorum çünkü yabancı oyuncuların isimlerini akılda tutamıyorum.
Öyle ya maç başladığında 22 yabancı oyuncu, 2 teknik direktör, sonradan da katılan 6 oyuncuyla 30 yeni ismi insan aklında tutmak zorunda, hem de 90 dakika gibi bir süre için. Eğer Türkiye'nin katılmadığı bir Dünya Kupası seyrediyorsanız bu sayı 528 isim eder (24 takımın 22 şerlik kadrosu).
Daha kötüsü aynı kişi yerli maçlarda da sıkıntı çeker: Takımdaki 5 kişi yabancı; bir maçta 10 tane yabancı isim. Yerli takımlar biraz benim öykülerime de benziyor: Dili yerli, oyuncuları yabancı.
İşin ilginci, şiddetli şekilde maç seyreden kitleden ben bu argümanı hiç duymadım. Bir araştırmaya dayanmıyorsam da, sağduyum bana maç hastalarının edebiyatla ilgilenen gruptan daha derin kişiler olmaması gerektiğini söylüyor (Belki fazla insanları etiketliyorum) Onlar dünyanın her bir yerinden gelen futbolcuların adlarını hatırlarken (Ben bile 82 Dünya Kupasında Kamerun takımında oynayan François Doumbe Lea'yı anımsıyorum. - Kaleci N'Kono'yu herkes anımsar -) niye öykü ve romandaki yabancı adlar okumayı (ve yazmayı) seven insanlar arasında sorun oluyor? Cevabını bilmiyorum.
Amerika'ya öğrenci olarak geldiğim yıllarda bir arkadaşım bana: ''Ben sizin isimlerinizi aklımda tutamıyorum. Bizimkiler de size garip gelmiyor mu?'' diye sormuştu. Ben de ''Hayır'' demiştim, ''Çocukluğumuzdan beri yabancı diziler seyrediyoruz. Sue Ellen ya da Heidi aileden birilerinin isimleri gibi.''
Belki yabancı isimlere kafamızda beden bulamıyoruzdur. Orçun denince aklımızda canlandırdığımız karakter, Roscoe ile hayata gelmiyordur. Ama ''Roscoe özenli bir insandı. Her sabah traş olduktan o gün giyeceği gömleğini tekrar ütüler, sonucu beğenmezse yeni bir gömlekte karar kılardı'' dendiğinde Roscoe artık kafamızda ayaklanmaya başlamış olmalı diye düşünüyorum.
Kendi öykümün özeline için şunu söyleyebilirim: Öykümde aslında bir tane yabancı isim var: Önüme dikilen ve romanı burnuma dayayan Patrick. Onun dışında repliği olan kişiler için isim değil, tanımlayıcı sıfatlar kullandım: Kentucky'li bey ile defansif orta saha oyuncusu hanım gibi. Bu yüzden yabancı isimlerin okuyana pek yük yüklememesi lazım.
Bu kadar gevezelikten sonra itiraf etmeliyim ki ben hiç bir ismi aklımda tutamam. Bu konuda dil, din, milliyet ve cinsiyet ayrımına gitmem, yerli yabancı herhangi bir adı hatırlayamam. Hatta bir keresinde ''Soyadı Ran olan şair'' demek zorunda kalmıştım. Şu anda okuduğum kitabın 540. sayfasındayım ve başroldeki ikinci kişinin (ve üçüncünün, ve de dördüncünün) adını hatırlayamıyorum. Baş karakterin ise sadece soyadı aklımda. Ama bu beni içinde isim geçen bir metni okumaktan alıkoymamalı.
Hoşgörünüze sığınarak çok uzattım ama 1) Açtığınız konu çok güzel 2) Hala iş yerinde yapacak işim yok. En derin saygılarımla.
İlhan Kemal
Öncelikle iki kelimeyle yazan birisin (aslında herhangi bir insanın) en çok duymak isteyeceği sözü söylemişsiniz. 'Şahane olmuş, kalakaldım' filan değil: Özlemişim.
İkincisi ise yorumunuzun etkisi beni de geçmiş, başkalarına yönelmiş, en az biri kişinin daha öyküyü okumasını sağlamış. Az iş değil bu. Bunun için de ayrıca teşekkür ederim. Saygılarımla.
Kemnur
İlhan Kemal
Dünya Kupasını benim öykülerimde asla Almanya kazanamaz (İtalya'ya karşı oynamadıkça). Açıkçası o detayı da okuyanlara metnin temelde kurmaca olduğunu hatırlatmak için bıraktım.