- 820 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'Kitap Arasına Bırakılmış Takvim Yaprağı'
Beni de götür, ne olursun beni de götür! Gittiğin yere, gideceğin, gitmek istediğin yere. Bu yer bir yer olmayabilir de, illa ki bir yer olmasa da olur. Yeter ki beni de götür! Örneğin sayfa yüz kırk beş, hayır, hayır yüz kırk altıymış, işte orada geçen şehre gidelim beraber. Kimse olmasın, hiç kimse olmasın, aslında daha doğru söylemeliyim ki kimse bizi tanımasın, biz de onları. Peki, bunları neden mi söylüyorum? Karikatür okumuş olmalıyım, çok çikolata yiyip üzerine de birkaç bardak demli çay içmişimdir. Sonra Sema’yı düşünmüşümdür, hani şu elleri uzun, yüzü anımsayamadığım bir mankeni hatırlatan, saçlarına âşık olduğum, edebiyat öğretmeni olacak genç kızı. Hakikaten ne de güzel terslemişti beni:’ Ben bir yolculuk yaptım, yalanlardan ve ahmaklıklardan geçtim; adam boyu sazlıklarda kaybolmadan…’ Geçen iş yerinde tartışıyorduk aşk meselesini. Hamza üsteleyip duruyordu: ‘ Kardeşim küçükken de âşık olunur, ben oldum, sanki sen olmadın mı?’ Kaç yaşında diye sormuştum ona, önce ‘sekiz’ dedi, sonra on üç yaşına kadar süregelen aşkı yollu bir kız olunca kızı bıraktığını da hüzünle karışık anlattı. On iki on üç yaşında âşık olduğun kıza otuz beş yaşında orospu demek için çok dayak yemişti hayattan. Sema kaç yaşındaydı ki o zamanlar? Yirmi, yirmi bir? Ne de güzel yaşlar, nasıl da taze zamanlar! Arzular çatırdarcasına oynar birbiri ardınca! Tebessüm edebilirim ama varlığımın çıkarabildiği kokudan utanıyor, ayrıca korkuyorum. İnsanlar meraklı durumundalar. Bazıları hoca kesiliyor başımıza, didaktik bir şekilde içtimai meseleler üzerine haddizatında ilmi dahi yokken, sırf bağnazlığı ve fanatikliğiyle bazı meseleleri ele alıyor. Bunlar beni ilgilendirmiyor. Beni hiçbir şey ilgilendirmiyor. Sen de ilgilendirmiyorsun. Beni götüreceğin en güzel yer, toprağın altı olurdu. Orada da bir yaşımın olabileceğine inanırdım. Tabi bu annemin anlattığı masaldan kaynaklanırdı. O masalı dinlediğim zaman nasıl da acırdım o öksüz kıza! Nasıl da acırım ben insanlara! Yanarım, çağlar içimde kanlar. Bazen unutmak isterim. Alakasız bir film açarım. İki sevgili dakikalarca sevişirler. Yalnız gişe gösterimi filmdir bu. Sonra arkadaşlarla takılır, okey oynarız. Taşların sesini severim. Renkleri, kombinasyonu ve hep zorlandığım o olasılık konusu üzerine zihnimde oluşturduğum hesaplamaları aynı şehrin çocukları olarak bir araya getiririm. Kurallarım vardır. Asla çifte gitmem mesela. Okey de hiç atamam. Yancılarım olur ara sıra. ‘Bir bok anlamadım oyunundan’ deyip, yanımdan kalkarlar. Oyun sonunda kâğıtta en çok çiziği olanın ben olduğuma da inanamazlar bir türlü. Oyundur, şanstır; bazı zamanlar olur içilen çayın, yenilmiş tostların parasının topluca benim de ödediğim zamanlar olmuştur. Umurumda bile değil, dedim ya! Yalnızca uyutmak istiyorum aklımı. Sorunlardan kaçmak, kendimden uzaklaşmak istiyorum.
Evime gelen misafirler iyi hoş oluyor da, çoğu zamansız oluyor. Yalnızlığımı kimseyle paylaşmak istemiyorum. Gelen misafir denize girmek isteyince de, ‘buyur kapı şurada’ diye de nazikçe gösteriyorum. Bu sefer böyle olmadı. Ben de o kapıdan misafirle beraber çıkıp, denize gittim. Denize gidilir mi, yoksa denize inilir mi? Belki de denize gireceğim denir. Denize mi gireceğim denir, yoksa deniz suyuna bir girip çıkayım mı denir? Denize girmek içindi bizim çabamız. Yaz bitiyordu neredeyse ve ben elli metre ötemdeki suya ilk defa giriyordum. İki sebepten ötürü bu isteğimi hep erteletmiştim. Birincisi deniz suyunda yüzen, belli belirsiz binlerce yosundan tiksiniyordum. İkincisiyse insanlardı. Tabi bu insanlar kısmını açmak istiyorum. Necmi abinin deyişiyle ‘karı kızdan’ rahatsız oluyordum. Kendi anamı bacımı o halde hiç görmemişken, elin annesini, bacısını, karısını bikiniyle, mayoyla görmek, onlarla aynı ortamda bulunmak beni rahatsız ediyordu. Elbette bu fikrimi kimseyle paylaşmıyorum. Yanlış anlarlar. Demek istediğim, saygıyla belirtmek istediğim konunun dışına çıkıp, beni başka yerlerden vurmaya çalışırlar. Trajikomik insan halleri tabi ki! İnsan söylemi çaresiz kalınca sövmeye, küçümsemeye, bu da yetmedi mi yaralamaya, öldürmeye başlar. Ne kavgayı severim ne de tartışmayı! Şakayla karışık güzel dilimden pek memnunum ama ya şu sayfa yüz kırk altı! Ah takvim yaprağı! Nasıl güzel kokuyorsun. Oysa matbaada basılırken amacın yalnızca o günü gösterip, tükenmek değil miydi? Takvim yaprağına bakarken, aklıma yine o sahne ve ses geldi. Misafirimle denizden çıkıp, eve dönerken, misafir egzersiz yapılan alana yöneldi. Barfiks çekmeye ve karın kasını geliştirmeye yarayan bir aletin önünde durdu. Yapacağı şeyi tahmin etmiyordum ama içimde kötü bir his vardı. Karşısındaki çocukla bir şeyler konuşuyordu. O an her şey çok ani gelişti. Yukarıdan sarkan iki kola tutundu. Kollarından aldığı güçle vücudunu önce öne, sonrada havaya doğru kaldırdı. Tam takla atmak isterken, beton zemine düştü. İşte o ‘tak’ sesi kulaklarımdan gitmiyor. Hemen yanına gittim. Belini sıvazlamaya başladım. Bir yandan belini sıvazlarken, diğer yandan nefes alıp vermesinin normalleşmesini takip ediyordum. Bir an için şok geçirmişti. ‘Elim kaydı, elim kaymasa…’ diyerekten, aynı kelimeleri tekrarlıyordu. Etrafa takılmıştı o ara gözüm. Niyeyse bende bir şeyleri tekrarlıyordum ve etraftan sanki yardım aranıyordum. Elli yaşlarında bir adam, kafede sandalyede oturmuş, siyah güneş gözlüklerinin ardınca bize doğru bakıyordu. O an çocuk geldi yanıma, ‘abi ben yapma demiştim ama’ diyordu. Sanki olayın müsebbibi, suçlusu oydu. Yüzündeki hüzünlü ifade içime işlemişti. Misafirin sırtınız sıvazlamam bitince, düştüğü yerden kalktı ve yürüyerek denize gitti. Arkasından bakakaldım. Kendini benim yanımda küçük düşürmek istemiyordu. O aletin üzerinde takla atmaya çalışması da onun manyakça isteklerinden biriydi. O hep atik, hızlıydı bana göre. Evet, misafirimdi, hiç de hoş karşılamamış, hastayım bahanesiyle onun yanında yatağıma uzanıp, yatmıştım. O hep hareketli, daha entelektüel bir ifadeyle sportmen, nazik biriydi. Denizden dönünce, onu düştüğü yerde bekliyordum. İçimden o gelene kadar sövüp durmuştum. Etraftaki insanların hiçbiri alaka göstermemiş, ‘bir şeyiniz var mı’ diye dahi sormamıştı. Küfür ediyordum içimden: ‘Orospu çocukları, sizin aklınızı, kafanızı sikeyim, Allah topunuzun belanızı versin…’ Nasıl da temiz çocuktum oysa, küçükken bir kez çok sinirlenmiş, mahallede sopayla beni dövmeye gelen çocuğu dövüp, kovalarken ‘ibne, bir daha seni buralarda görmeyeyim’ demiştim. Yıllar geçti, insanlar terfi etti tabi. İnsanlığın ırzına geçenler sayesinde küfürler bile artık belli bir yasal düzen içerisinde kendine yer buldu. Herkes birbirine koyarken, yine de iyi insanlar yok değil. O siyah güneş gözlükleriyle bu olayı baştan sonra izleyen şerefsizin psikolojisini düşündüğümdeyse, aklıma her gün televizyonda onlarca ölüm haberi seyreden bir insanın durumu ortaya çıkıyordu. Alışıyoruz, alışmaktan öte, insani duygularımızı gün geçtikçe yitiriyoruz. Bu bile şimdi umurumda değil.
Her şey dağınık, olması gerektiği gibi. Kokuyorum. İnsan çürürken kokarmış. Haklılarmış. Soğuk bir odada, morfinle uyutulmak isterdim. Neden yaşayayım ki bu halde ve neden yazayım ki? Sayısız saatlere rağmen, litrelerce ter boşaltan bedenim kendisinden kurtulmak için her saat otuz altı bin saniyeyle uğraşmalı. Neden yazayım ki? Çehreler muhatabından kopuk, çirkin, uğultulu, tatsız bir insanı andırıyor. Herkes böyle olmaya başlayınca, bu itirazımda yapmacı oluyor. Suçu başkasına atıp, kurtuluyorum. Ölüm hep başkaları için ideal, bizim için erken oluyor.
Geçen gün balkonda oturmuş, yine feci bir karın ve baş ağrısıyla zihnimde karşılıklı iki adamın konuşmalarını dinliyordum:
-Ezberlenmiş, asla yanlış olamaz diye kabul ettiğimiz nice lanet olası kuralların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Kimine sorsak, yüzde yüz haklı olmak adına çıkarım yapmaktan geri durmaz. Eleştiri kültürü bizde yok diyenler alt etmişler; dünyada en çok eleştiri yapan ülkeler sıralamasında ilk sıralara oynamaktayız. Hep başkalarını eleştirir, onların dedikodusunu yapıp dururuz. Buna dinimiz yasak koysa da, o bile bunun önüne geçemez. Ustalığımız bununla da sınırlanmıyor elbette. Aşağılamak, başkasını haksız görmek, kendimizi haklı görmenin dışında etraftaki insanlara yaşam alanı tanımama mecburiyetini zihnimizde canlı tutan bir bünyeye de sahibiz. Garip doğrusu, eskiden böyle yapanlar utanırmış. Ar duygusu genelde seksüel düzeyde kaldığı için, başkalarının hakları, yaşadıklarını dedikodu haline getirme, iftira mekanizmasını canlı tutma konusunda ileri düzeylerdeyiz. Bazen başımızda bulunan insanlara sinirleniyorum. Onların suçu sadece başta olmak…
-Abi, çok dolmuşsun be abi! Hayırdır, yine ne canını sıktı senin?
-Senin gibi biri de böyle diyorsa, utanıyorum gerçekten halimizden.
-Ne oldu ki abi?
-Oğlum, daha nolcak? Ülkenin haline bak! Dünyaya, insanlara bak…
-Ne var ki, herkes yaşıyor be abi?
-He kardeşim, yaşıyoruz doğru. Yaşıyoruz ama bok gibi yaşıyoruz.
-O nasıl oluyor ki? Niye bok olsun ki yaşamlarımız?
-Başımızdaki adam çıkmış, ikide bir üç çocuk yapın deyip duruyor. Ha, doğru bu aralar pek konuşmuyor o konularda, şu aralar mevzusu farklı. Ama tekrardan içtimai hayata dalacak tabi. Bomba gibi dalar yine!
-Boktan, devlet yöneticilerine atladın abi? Sen cozurtmuşsun yine…
-La ne gerzek herifsin sen! Az ülke gündemine, dünya gündemine bak. Gözün kapalı yaşıyorsun.
-Abi yine noldu? Sen de âlemsin ya! Sinirleniyorsun sonra gelip bana patlıyorsun. Adam üç çocuk sahibi olun derken…
-Yengene bugün çiçek alacam Sıtkı…
-Ne alacan abi? Papatya mı?
-Ne papatyası, gül alacam, güller, özellikle kırmızı ve beyaz…
-Paran var mı?
Bana namahrem olmalı kâğıtlar! Takvim yaprağını çıkarıp attım o yaprakların arasından. Kız adı Emine, erkek adı Ensar. Bir Mart günü olmalı. Yılı pek de önemli değil! Boşuna hüzünleniyorum şimdi. Aldıramadığım acılarla beklediğim düşüklerin sancılarını çekiyorum. Tek tek dikecekler. Bakire bir kız kadar temiz olacağım ve ruhumun karanlığında Peloponnesos’dan Atina’ya giderken parıldayan bir çift göz.
Tanrı iki elime de ceza verdi. Bari ayaklarımdan vurmasalar…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.