- 618 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (36)
MEDİNE / MEKKE İLİŞKİLERİ (15)
HENDEK SAVAŞI / OLUŞUMU / ARKASINDAKİ GERÇEKLER (3)
Hendek savaşı bundan önceki bölümde ifade ettiğimiz gibi, Müslümanlar ve Mekkeliler arasındaki kırılma noktası veya dönüm noktasıdır. Tarihi olaylara bakıldığında, Mekkeliler Müslümanlarla savaşmak için Hendek savaşından sonra tekrar güç toplamamışlar. Müslümanlara saldırıda bulunmamışlardı. Artık savaş Arabistan’a yayılacaktı. Elbette Mekkeliler bizzat kendileri Müslümanlara savaş açmamış olsalar da, kimi zaman açık, kimi zaman gizli olarak Müslümanlarla savaşacak toplumları desteklemişlerdi. Mekke’nin fethine kadar Müslümanlar ile Mekkeliler arasında hendek savaşından sonra ordular karşı karşıya gelmedi. İki toplum arasındaki son savaşta da, Müslümanlar Mekke’yi kuşatmışlardı. İleride Mekke’nin fethini göreceğiz.
Hendek savaşında, Mekkelilerin bütün güçleriyle Medine’yi kuşatmaları, hatta Medine içinden Müslümanlarla birlikte Medine devletini kuran, savaş sürecinde Müslümanlara ihanet eden Yahudi Kabilesi Beni Kureyza’nın çabaları da boşa çıkmıştı. Savaş sonundaki tablo Müslümanlar için müthişti. Mekkeliler Müslümanları yenemeyeceklerini kesin olarak anlamışlardı. Medine’de Müslümanlarla birlikte devlet kuran Yahudi kabilelerinden Ben-i Nadr kabilesi Uhut savaşının ardından, Beni Kureyza kabilesi ise Hendek savaşının ardından ihanetleri sonucu cezalandırılmışlardı. Müslümanlarla birlikte olan diğer Yahudi kabileleri ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Müslümanlar gittikçe güçleniyor. Medine nüfusundaki yapı gittikçe Müslümanlar lehine gelişiyordu. Mekkelilere güvenen putperest Araplar şaşkındı. Mekkelileri var güçleriyle desteklemişler. Ama Mekkeliler Muhammed’e karşı hiçbir şey yapamamışlardı. Her savaştan bir şekilde Müslümanlar galip çıkmıştı. Önceleri Müslümanları hafife alan putperest Araplar artık olayı ciddiye almaya başladılar. İnandıkları insanlar, inandıkları putlar onlara yardım edemiyordu. Putperestlerin inandığı değerler ardı ardına yıkılıyordu.
Müslümanlarla Mekkeliler arasındaki her savaş, Müslümanlar adına açık bir zafer olmasa da, olayları izleyenler Müslümanları galip görüyorlardı. Çünkü Mekkelilerin, putperest Arapların; çokluklarına, silah üstünlüğüne rağmen Müslümanları kesin yenilgiye uğratamamaları aleyhlerine yorum yaptırıyordu. Artık putperestler Mekkelilerin Müslümanlara galip gelemeyeceklerine inanmaya başladılar. Mekkelilerin Muhammed’i yenemeyeceklerini anladılar.
Arabistan olayları bu duygularla izlerken, Müslümanlar da farklı duygular gelişiyordu. Her ne kadar Allah’a inançları kesin olsa da, her zafer onlarda değişik duygular oluşturuyor. Elde ettikleri zaferlerin sarhoşluğunu yaşayanlar oluyordu. Savaş sırasında düşünceleri dağılan, savaş bitince ganimetler için kavga edenler oluyordu. Allah gönderdiği ayetlerle her savaşın sonunda Müslüman topluma gönderdiği ayetler ile ayar çekiyordu. Bedir savaşının, Uhud savaşının ardından gelen ayetleri önceki bölümlerde incelemiştik. Hendek savaşı bitmiş. Hendek savaşı sürecinde Müslümanlar arasında duygular farklılaşmış. Savaş sonunda zaferin ateşiyle Müslümanlardan bazılarının düşünceleri değişmişti. Her şeyi bilen Allah, insanların aklını, kalbini biliyordu. Müslümanların kalbinde, aklında bozulmalar olanlar direkt söylemeseler de, Allah ayetlerini göndererek durumu açığa çıkarıyordu. Şimdi bu ayetleri sırasıyla gözden geçirelim.
Medine Mekkeliler tarafından kuşatılmış. Olayların şiddeti artmış. Müslümanların inançlıları pür dikkat savaşı takip ederken, inananlardan bazılarının kalbi kaymıştı. Üstelik her defasında resule bağlılıklarına söz veder Yahudi kabilesi Beni Kureyza’nın ihanetiyle düşüncelere kapılan peygambere Allah ayet göndererek yardım ediyordu. Ahzap suresinin 1, 2, 3. ayetlerinde Allah “Ey Peygamber! Allah’tan kork, kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahiy edilene uy. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güven. Vekil olarak Allah yeter” diyerek resulüne sesleniyor. Hiç kimseden korkma, Allah’tan kork. Hani bu ayet olmasaydı ve bizler Müslümanlar olarak deseydik ki, kuşatma altındayken, bazı Müslümanların kalbinin kayması ve Yahudilerin ihaneti resulü tedirgin etti. Hemen nasıl olur, peygamber tedirgin olmaz diyerek, itiraz ederlerdi. Ancak bu ayetler gösteriyor ki, Allah resulü de bir insandır. İnsan olarak bir toplumu yönetmekte, toplumu koruma, kollama görevini üstlenmektedir. Koruyacağına, kollayacağına söz verdiği toplum kuşatılmış. İnsanlardan bazılarının kalbi kaymıştı. Devlet kurarken destek veren ikinci büyük Yahudi kabilesi Ben-i Kureyza, Ben-i Nadr kabilesi gibi de değil, sürekli Muhammed’den yana olduğunu söylerken, arkadan iş çevirmişti. İkiyüzlülüğün her şeklini kuşatma sırasında uygulamıştı. Toplumun lideri, devletin kralı, ordunun komutanı Muhammed elbette bütün bunlardan en çok etkilenen olacaktı. Her şeyi bilen sadece Allah’tı. Resuller, her ne kadar Allah’ın peygamberi olsalar da, onlara ayet gelse de, nihayetinde insan olarak her şeyi bilemezlerdi. Üstelik zafer, yenilgi, başarı, başarısızlık insanların yaşamında her zaman vardı. Allah zaferi nasip etmezse, Allah başarıyı takdir etmezse hiçbir şey olmazdı. İşte duyguların karıştığı anda Allah, resulüne “Allah’tan kork, münafıklara, kâfirlere boyun eğme” diyor. Münafıklar istediğini yapabilir. Sen onları iyi izle. Kâfirler bütün güçleriyle üzerinize gelebilir. Sizi kuşatabilir. Sen onları iyi izle. Ama onlardan korkma. Allah’tan kork. Senin korkman gereken Allah’tır. Allah istemezse onlar sana hiçbir şey yapamaz. Şüphesiz olayların seyrini Rabbin çok iyi bilir. Sonucunu da bilir. Sen bilmezsin. Onun için Rabbine güven ona dayan.
Ey Muhammed şunu unutma, Rabbin yaptıklarınızdan haberdardır. Hiçbir şey Rabbinden gizli değildir. İşte bu sözler insanın işini bitirmektedir. İnsan; her şekilde kendini ifade edebilir. Kimi zaman gerçek duygularını açıkça ifade etmeyip, dolambaçlı yollardan anlatabilir. Kimi zaman duygularının tam tersine açıklamalar yapabilir. Korktuğu halde kokmadım. Endişe duyduğu halde endişe duymadım diyebilir. Bugün her birimiz kendimiz için neyi tam olarak ifade edebiliyoruz. İnsan her zaman insandır. Sünnetullah; yani Allah’ın yaratma kanunu çerçevesinde hareket eden olarak, insan her devirde aynıdır. Allah resulüne bu ayetleri göndererek, toplum içinde okutturarak anlamlı bir şey yapmaktadır. Düşünebiliyor musunuz? Müslümanlar içinde endişe duyanlar, korkanlar vardır. Endişelerini, korkularını açıklayamayanlar vardır. Allah direkt resulünü muhatap alarak diyor ki, Allah’tan kork. Allah’a güven. Sadece Allah’a inan, O’na dayan. Bu ayetleri resul okuyunca elbette “ben korkmadım, ben endişe duymadım” demedi. Ama ayetlerin gelişiyle, endişe duyan, korkan Müslümanlar bir oh çektiler. Resul bile endişe duymuş, resul bile korkmuş ki, Allah ayetini göndererek durumu bize açıklıyor dediler. Kendilerine bir cesaret geldi. Kalplerinde iman olanlar, durumlarını birbirine rahatça açıkladılar. Korkularından, endişelerinden imana tekrar döndüler. Psikolojik tedavi uygulanmış oldu. Psikolojik yapısı bozulan insanlar. Kendi gerçeğini açıklayamayan insanlar. Tıpkı akrebin kendi çemberinde kendini öldürdüğü gibi, kendilerini harap ederler. Durumlarını açıklayamazlar. Kalplerinde gizlediklerinin karanlığında kaybolurlar. Allah onlara birinci ağızdan, yani resulünün ağzından, bizzat resulünün korkusundan söz ederek, dolaylı bir eğitim veriyor. Resul bile endişelenmişken, korkmuşken sizin korkmanız, endişelenmeniz normal diyor. Onların cesaretini artırıyor. Kendilerine güven telkin ediyor. Böylece, müminlerden korkanlar, endişelenenler, resul bile korktuysa, endişelendiyse, bizim endişelenmemiz, korkmamız normaldir diyerek, duygusal, bedensel birliğe, güce kavuşuyorlar. Allah bu tür yaklaşımlarla kullarını eğitiyor.
Bu mantığı, bu tedavi biçimini sizde kullanabilirsiniz. Mesela; bir arkadaşınız korkularından söz edemiyor. Veya çocuklarınız endişelerinden, korkularından söz edemiyor. Ama siz onların hallerinden, tedirginliklerinden korktuklarını, endişelendiklerini anlayabilirsiniz. İçlerindekini ustalıkla çıkarmanız gerekir. Çıkarırken onları kırmamanız gerekir. İşte Allah böyle yapıyor. Müminlere dolaylı olarak yaklaşıyor. Resulü üzerinden onları rahatlatıyor.
Bazı Müslümanlar, bazı Müslüman kardeşlerini çok cesur bilirler. Kendilerini onlar gibi cesur görmezler. Cesaretsizliklerini, korkularını, endişelerini de söylemeye çekinirler. Bu tür durumlarda, korkmadığı, cesur sayılan kişi, korkularından, endişelerinden söz ederse, eğitim başlamıştır. Bir çocuk babasının çok cesur olduğunu hisseder. Korktuğunda babası aklına gelir. Onun gibi korkusuz olmak için çalışır başaramaz. Başaramadıkça psikolojik sorunlar yaşamaya başlar. Baba bu durumu anladığında, çocuğunu yanına alarak, korkularını anlatmaya başlarsa çocuk heyecanla dinler. Baba korkularından, korkularını nasıl yendiğinden söz etmeye başlarsa, çocuk, babası gibi korkusuz değil, babası gibi korkularını yenen olmayı öğrenir. İnsan için korkusuzluk mümkün değildir. Ama korkularını yenmek mümkündür.
Müslümanların önüne çıkan lider kişiler vardır. Onları görenler onların cesaretlerine hayran olurlar. Onların hiçbir şeyden korkmadıklarını düşünürler. Onlara hayran olurken, onların yanında kendi korkuları yüzünden ezilirler. İşte tam bu noktada, bu tür lider kişiler, kendi korkularından söz eder. Korkularını yaşarken nasıl yendiklerini anlatırlarsa, eğitim başlamıştır. Eğitilen kişi; insan ne kadar bilgili, bilinçli, lider yapılı olursa olsun korkusuz olmadığını, her insanın korktuğunu, ama önemli olanın korkuları yenmek olduğunu öğrenir. İşte Allah Ahzap suresinin ilk üç ayetiyle, Resulünün üzerinden Müslümanları eğitmiştir. Aynı zamanda resulünü de eğitmiştir. Dolaylı olarak resulüne, sende korkmaz değilsin. Bun söylemekten çekinme, demiştir. Ayetiyle bunu söyletmiştir. Korkuları yenmenin yolunu hem resulüne, hem de Müslümanlara göstermiştir.
İnsanlar, özellikle Müslümanlar iyi bilmeliler ki, Allah’tan gizleyebilecekleri hiçbir şey yoktur. Allah; gizlediğimiz her şeyi bilir. Açıklamak istediğimiz ama açıklayamadığımız her şeyi bilir. Allah bizden, bildiği şeyleri Müslümanlarla paylaşmamızı isteyerek, birlikte güçlenmemizi istemektedir. Durumu, konumu ne olursa olsun, zaaflarımızla, korkularımızla, cesaretlerimizle, gayretlerimizle, ataletlerimizle, içimizde oluşan fırtınalarımızla, nifaklarımızla, hatta inkârlarımızla bütünüzdür. Bunları mümin kardeşlerimizle paylaştıkça, olumsuz etkilerinden kurtuluruz. Bir insanı berbatken, berbatlığın dibine indiren… İnkârdayken inkârın dibine indiren… Nifaktayken nifakın dibine indiren… Korkular yaşarken, korkularını karabasan haline getiren… Duygularının gizlenmesidir. Allah müminlere bu durumdan kurtulmak için paylaşmayı öğretir. İnsan duygularını paylaştıkça güçlenir. Paylaşarak adeta şunu söyler. Ben bunların etkisinden tek başıma kurtulamıyorum. Paylaşarak mümin kardeşlerimin gücüyle güçlenmek istiyorum. Rabbimle, müminlerle bütünleşmek istiyorum demektedir. İnsani acizliklerini, Allah ile müminler ile bütünleştirerek güçlenir. Allah’a güvenir. Müminlerle kenetlenir. Artık müminlerden saklayacağı gizli kalmış duyguları yoktur. Korkularını, endişelerini, zaaflarını paylaşmıştır. Müslümanların tarihini, sahabelerden gelen hadisleri okursak, sahabelerin böyle bir rahatlığı yaşadıklarını göreceğiz. Onlar Allah’ın bu eğitiminden nasiplenerek huzura kavuşmuşlar. Zaaflarını, korkularını, endişelerini kardeşleriyle paylaşarak birlikte güçlenmişlerdir. Onun için sahabe, savaş anında korkudan iki üç konaklık yolu aşarak nasıl kaçtığını, sonra nasıl aklı başına geldiğini, dönerek nasıl tövbe ettiği rahatlıkla anlatır. Diğer kardeşlerine örnek olur.
Hayata değil, söze yansıyan cesaret gösterilerinin altında korkular vardır. Başkalarını korkaklıkla suçlayanların kalbinde korku vardır. Onlar başkalarını korkaklıkla suçlayarak korkularını bastırmaktadır. Böyle bir tavır korkularından dolaylı kaçış yoludur. Allah’ın Ahzap suresinin başındaki ayetler; müminlerin bilincine düştüğünde, müminler başkalarını korkaklıkla suçlamazlar. Zira Allah; resulüne Allah’tan kork demiştir. Münafıklardan, kâfirlerden korkma demiştir. Allah’tan korkarsan hiçbir korkun kalmaz demiştir. Geçmişte okuduğum bazı kitaplarda, Müslüman düşünürler, “Allah’tan korkmayanlar her şeyden korkar. Allah’tan korkanlar hiçbir şeyden korkmaz” diyerek konuyu özetleyivermişlerdir. Sadece Allah’tan korkmayı öğrenen Müslümanlar, mümin kardeşlerini korkaklıkla suçlamazlar. Sürekli kendilerinin korkularını düşünürler. İnsandırlar, korkuyorlardır, endişeleniyorlardır, tedirginlikleri vardır. Bu duyguları Allah’tan korkarak, Allah’a güvenerek tedavi ederler.
Allah Ahzap suresinin 1,2,3. Ayetleriyle resulünü ve müminlerini eğittikten sonra, konuyu müminler üzerine çevirdi. Ayetler öyle geliyordu ki, toplumun saklayacağı hiçbir şey kalmıyordu. Ahzap suresinin, 9-17. Ayetleri “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi. Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan üzerinize yürüdükleri zaman; gözler yıldığı, yürekler gırtlağa geldiği ve siz Allah hakkında farklı şeyler düşündüğünüz zaman; İşte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı. Ve o zaman, münafıklar ile kalplerinde hastalık bulunanlar: Meğer Allah ve Resulü bize sadece kuru vaatlerde bulunmuşlar! Diyorlardı. Onlardan bir gurup da demişti ki: Ey Yesribliler (Medineliler)! Artık sizin için durmanın sırası değil, haydi dönün! İçlerinden bir kısmı ise: Gerçekten evlerimiz emniyette değil, diyerek Peygamber’den izin istiyordu; oysa evleri tehlikede değildi, sadece kaçmayı arzuluyorlardı. Medine’nin her yanından üzerlerine saldırılsaydı da, o zaman savaşmaları istenseydi, şüphesiz hemen savaşa katılırlar ve evlerinde pek eğlenmezlerdi. Andolsun ki daha önce onlar, sırt çevirip kaçmayacaklarına dair Allah’a söz vermişlerdi. Allah’a verilen söz mesuliyeti gerektirir! De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir. De ki: Allah size bir kötülük dilerse, O’na karşı sizi kim korur; ya da size rahmet dilerse (size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah’tan başka ne bir dost bulurlar ne de bir yardımcı”
Şimdi biz bugün nasıl düşünüyoruz. Peygamber var. Yanında ona güçlü bir şekilde iman etmiş Müslümanlar var. Onların hiçbir korkuları yok. Onlar anlı şanlı kahramanlar. Onların hiçbir endişeleri yok. Ama ayetleri okuyoruz. Aklımız başımızdan gidiyor. Hemen olayı değiştiriyoruz. Allah burada münafıklardan ve Yahudilerden söz ediyor deyip işin içinden çıkıveriyoruz. Ucuz bir yorum. Ucuz bir tefsir. Böylece sahabeleri akladık. Onları insanlığın dışına çıkardık. Bunu yaparken aslında kendimizi aklıyoruz. Kendimizi insanlığın dışına çıkarıyoruz. Allah’ın insanı, Müslümanları ele alıp incelediği her konuyu, sahabelerden, kendimizden uzak tuttukça ayetleri anlamak istemediğimiz ortaya çıkıyor. Hâlbuki kendimizi bencillikten kurtarıp Ayetlere teslim olsak… Ayetlerle sakince, samimice kendimizle yüzleşsek, hem ayetleri anlayacağız, hem sahabelerin insan olduğunun farkına varacağız, hem de kendimizi düzeltme fırsatı bulacağız. Ayetler ey iman edenler diye başlıyor. Kim bunlar; elbette Müslümanlar, elbette Müminler. Münafıklar değil. Kâfirler değil. Yahudiler değil… Ama biz olayı anlama yerine saptırmayı düşünüyoruz. Hâlbuki Allah ilk üç ayetinde resulüne hitap ederek bize desteğini baştan göstermişti. Resulüne Allah’tan kork diyerek, korkmanın normal bir şey olduğunu göstermişti.
Ayetlerin özetine şöyle bir bakalım.
1. Müslümanlar aşağıdan yukarıdan kuşatılmışlardır.
2. Müslümanlar kuşatmayı gördüklerinde, gözleri yılmış, yürekler gırtlağa gelmiş, Allah hakkında farklı şeyler düşünmüşlerdir. Hani gözlerin korkudan yılması yüreklerin gırtlağa, yani ümüğe gelmesi bir dereceye kadar düşünülebilir. Ama Allah hakkında farklı şeyler düşünmüşlerdir. Mekke’yi yaşayan, Mekke’de 12 yıl mücadele veren, her şeyi Allah için bırakıp gelen Müslümanlardan bazıları, kuşatmayı gördüklerinde, sanki “artık bu iş burada bitti” demişlerdir. Kedilerini sürekli destekleyeceğini söyleyen Allah hakkında farklı şeyler düşünmüşlerdir. Hâlbuki Allah onlara Bedir’de yardım etmiştir. Uhud’da yardım etmiştir. Bedir ve Uhud savaşının ardından gelen ayetlerle eğitilmişlerdir. Buna rağmen, Müslümanlardan bazıları, gerçekleri yaşamalarına rağmen, Allah’ın yardımına şahit olmalarına rağmen dağılmışlardır. Akılları, bilinçleri, bilgileri alabora olmuştur. Mevcut bilgilerine göre olayları değerlendirerek sonlarının geldiğini düşünmeye başlamışlardır. Zaten Mekkelilerin, içlerindeki münafıkların, bozguncu Yahudilerin propagandası da bu yöndedir. Bu olayı şuna benzetiyorum. Maddi esaslar içinde hesaplaşma olarak düşünüyorum. Yani; bugünde yaptığımız gibi, devletlerin gücünü, toplumların gücünü, sayı, silah üstünlükleriyle tartışıyoruz. Duruma göre böyle, böyle olursa bu iş biter diyoruz. Mesela; Müslümanların yaşadığı bir devlet, Amerika, Rusya tarafından kuşatılırsa, ilk söyleyeceğimiz şey, Müslümanların yaşadığı devletin kaybedeceği yönündedir. Baştan yenilgiyi kabul etmek, inancın sıfırlanması demektir. Allah buna işaret ediyor. Bir önceki ayette, “Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi” Bu olay önceki zamanlarda, yani Bedir’de, Uhud’da yaşanmıştı. Müslümanlardan bazıları Allah’ın yardımını yaşadıkları halde, kuşatma altında inansal, duygusal yenilgi yaşamaya başladılar. Hâlbuki onların bazıları Bedir’in aslanları, Uhud’un aslanları, Mekke’nin şanlı direnişçileriydiler. Böyle olmasına rağmen, gözleri yıldı, yürekleri ümüğe geldi. Tıkanacak gibiydiler. Sonlarını düşünüyorlardı. İnandıkları Allah’ı kafalarında tartışmaya başladılar. Allah’ın gücünü, yardımını, Müslümanları korumasını tartışmaya başladılar. İçlerinden bir kısmı, evlerimiz tehlike’de diyerek savaş cephesinden kaçmayı düşündüler. Bir kısmı boşu boşuna öleceğini düşünmeye başladı. Hâlbuki ecel gelmedikçe her ne olursa olsun ölmeyeceklerdi. Allah bu gerçeği onlara defalarca bildirmişti. Böyle olmasına rağmen dağıldılar. Hayatlarının mücadelesini verdikleri konularda farklı düşünceler yaşadılar.
Bütün bunlar, farklı bir gerçeği ortaya çıkarıyor. Bir Müslüman’ın inançlı olması evet… Belirli ilkelere sahip olması evet… Hatta geçmiş yaşamında en tehlikeli işleri gerçekleştirmiş olması evet… Bunlara rağmen ortaya çıkan durum, her olay kendi içinde imtihan nedenidir. İşte burası çok önemlidir. Öğrenciler bilir. Bazı öğrenciler vardır. Teşekkürlüktür. Derslerine hâkimdir. Hatta önceki imtihanlara girmiş çok başarılı sonuçlar almıştır. Ama imtihan olgusun bir mantığı vardır. Her imtihan sorulara sahiptir. Öğrenci her zaman imtihanın sorularıyla karşı karşıyadır. Daha önce cevabını verdiği soruları bile yeniden cevaplandırmak zorundadır. Her imtihanın atmosferi farklıdır. Her imtihanın heyecanı farklıdır. Her imtihanın duygusu farklıdır. O gün hasta olmuş olabilir. Kafası dağınık olmuş olabilir. Herhangi bir olay moralini bozmuş olabilir. İnsan her zaman aynı değildir. Etrafındaki olaylardan etkilenendir. Günlük psikolojisi değişendir. Mesela; daha önce bir olaya gülüp geçmişken, başka bir gün aynı olayı hiddetle karşılamış olabilir. Allah Müslümanları her an imtihan etmektedir. İmtihanın soruları bellidir. Allah’a inanmak, ona güvenmek, sadece ondan korkmak, hiçbir şeyden korkmamak, ahret hesabına göre hareket etmek, dünyadaki hesapları bir kenara koymak. Böyle bir durumda, Müslüman’ın şöyle deme hakkı var mıdır? Ya Rabbi, Mekke’de denendik, Bedir’de denendik, Uhud’da denendik, şimdi niye deneniyoruz? Oralarda sana inancımızı kanıtladık. Cesaretimizi kanıtladık. Bize inanmadın mı? Tekrar inancımızı sorguluyorsun? Tekrar sana güvenimizi sorguluyorsun? Andolsun ki, sen bize inanmıyorsun. Bizim inancımıza güvenmiyorsun. O zaman biz de sana güvenmiyoruz. Sana inanmıyoruz deme hakkı var mı? Allah ayetlerinde ölünceye kadar Müslüman’ı dünya hayatıyla imtihan ettiğini söylüyor. Her an, inancımızla, korkularımızla, güvenlerimizle imtihan ediliyoruz. Ama zaman oluyor, kafamız dağınık olabiliyor. Zaman oluyor, korkularımız öne çıkarak cesaretimizi bastırabiliyor. Zaman oluyor cesaretimiz öne çıkıp korkularımızı bastırabiliyor. Zaman oluyor, inkâr duygularımız öne çıkıp inancımızı şüpheye düşürebiliyor. Zaman oluyor, inancımız inkâr duygularımızı bastırıyor. Şeytani düşünceler bizi yakalayıp inançtan uzaklaştırma işini bir an durdurmuyor. İnancımız; otokontrolüyle sürekli bilinçle dimdik durmaya gayret ediyor. Bütün bu mücadele içinde Müslüman her yaşadığı olayda, aynı soruların, aynı cevapların üzerinden geçiyor. Hiçbir Müslüman’ın ben geçmişte imtihan edildim. Bu sorulara cevap verdim. Şimdi sırası değil diyemiyor. Allah Mekke’de başlayan serüven içinde, Medine’nin sonuna kadar, resulüne defalarca Allah’tan kork. Rabbine güven, O’na dayan, Rabbin sana kefildir dedi. Bir ayetle yetinmedi. Zira her olay kendine özgüydü. Olaylar aynı bile olsa kendine özgüydü. Hani şöyle bir örnek üzerinden konuşalım. Her gün sabah aynı çorbayı içiyorsunuz. Evinizde eşiniz veya anneniz aynı çorbayı yapıyor. Sorsalar, çorbanız nasıl, tadı nasıl, bilmezlik edemezsiniz. Hemen söylersiniz. Ama bir gerçek var. Siz her sabah çorbayı içerken yeniden damak tadını alıyorsunuz. Sizin çorbanın tadından söz etmeniz damak tadı almanız demek değil. Siz çorbayı her sabah içerek doyuyor, besleniyorsunuz. Sizin çorbanın tadını bilmeniz, doymanız, beslenmeniz demek değildir. İşte Allah ayetleriyle Müslümanlara bir gerçeği belirtiyor. İnancınız, Allah’a olan bağlılığınız her olayla beslenir. Sizi doyurur. Sizi Allah’a bağlı kılar. Sizi besler. Sizin mümince yaşamınızı sağlar. Eğer siz olaylarda bunları tekrar yaşamazsanız olmaz. Sadece konuşursanız olmaz. Yaşam gerçekleşmiş, inancısınız beslenmiş, mümince yaşamış olmazsınız. Allah müminleri her olayda inceleyerek, artılarını eksilerini gösteriyor. Böylece her olaya ilişkin yaşamlarını kontrol altında tutarak, Müminlere yol gösteriyor. Sizde böyle yapın. Olaylar karşısında konuşarak değil, yaşamın içine girerek kendinizi test edin. Test ederken, korkularınız, inancınız, Allah’a bağlılığınız, güveniniz, dayanmanız ortaya çıkacaktır. Önceki olaylarda test edilmeniz sizi kurtarmaz. Yeni olaylarda da test edileceksiniz. Test edilmelisiniz. Efendim ben geçmişte yeteri kadar kahramanlık gösterdim, şimdi başkaları göstersin. Efendim ben Allah yolunda yapılan mücadelede kaç defa cesaretimi göstereceğim, şimdi başkaları göstersin. Efendim ben kendimi mümin olarak kaç defa ispat etmek zorundayım. Daha önce ettim ya, şimdi niye edeyim. Başkaları etsin. Böyle deme hakkımız yoktur.
Allah’ın bize öğretmek istediklerini iyi öğrenelim. Allah bizi kendi kendini kontrol eder hale getirmek istiyor. Eğer biz ayetlerle kendi kendimizi kontrol eder hale gelirsek, tövbe edeceğimiz konular, şükredeceğimiz konular belirlenmiş olur. Eksikliklerimiz, yanlışlarımız için tövbe ederiz. Yaptıklarımız için Allah’a şükrederiz. Zira doğruları yapma gücünü, bilincini, azmini bize Allah vermiştir. Bun biz Allah’ın nimetiyle başarmışızdır. Kendini ayetlere göre sürekli test etmeyenler, tövbe ve şükür kavramlarını kaybederler. Bilgisiz, bilinçsiz tövbe ve şükür eylemini gerçekleştirirler. Başaramadıklarımız için tövbe etmek. Başardıklarımız şükretmek olgusu ortadan kalkar. Bugün için kendimize bakalım. Etrafımıza bakalım. Müslümanların tövbeleri, şükürleri Allah’ın ayetlerinde olduğu gibi midir? Gerçekten Müslümanlar ayetlere göre kendilerini test edip, eksikliklerini bulup tövbe mi yapıyorlar? Gerçekten Müslümanlar ayetlere göre İslam’ı yaşadıkları için Allah’a şükür mü ediyorlar? Elbette hayır. Yedikleri içtikleri şeyler için şükür duası yapıyorlar. Hâlbuki bilmiyorlar mı? Yemek içmek sadece Müslümanlara ait değil. Allah’ın yarattığı her varlık ile, insanlardan kâfirler, münafıklar, Müslümanlar hep yiyip içiyorlar. Hayvanlar yiyip içiyor. Siz hiç aklını Allah yolunda kullandığı için, Allah’ın ayetlerini anlamada kullandığı için şükreden gördünüz mü? Siz hiç Allah’ın emrettiği doğruları yaptığı için şükredeni gördünüz mü? Mesela; ya Rabbi bugün hiç yalan söylemedim. Sana şükürler olsun. Bu gün hiç ikiyüzlülük yapmadım, ikiyüzlülerle ortaklık etmedim. Şükürler olsun. Ben hiç insanlara zarar vermedim. Haklarını yemedim. Bugün tertemizim şükürler olsun. Ben namazımı kılabildim. Haramları işlemeden günü bitirebildim. Şükürler olsun diyeni gördünüz mü? Günümüzün Müslümanları tıkınmaya şükrediyorlar. Tıka basa yiyip içmeye şükrediyorlar. Hâlbuki Allah Müslümanları, kendine düzgün inanmaya, kendisi hakkında farklı düşünceler oluşturmamaya, başkalarından değil Allah’tan korkmaya çağırıyor. Buradaki Allah korkusu, her an tedirgin bir şekilde Allah korkusu ile yaşa diye değil. Eğer yaratıklardan korkma durumun varsa, hemen hatırla, korkulmaya layık Allah’tır. Diğer korkular bir şey ifade etmez anlamındadır. Değilse, Allah kendisinden korktuğu için hayatını zindan eden bir Müslüman istemiyor. Aksine Rahman ve Rahim sıfatlarıyla insanları kuşatıyor. Onlara sevgisini veriyor. Onları koruyor. Onlara bana güvendikten sonra hiçbir korkunuz kalmaz diyor. Allah’ın, resulüne, müminlere benden korkun demesi, eğer korkacaksanız, korkulmaya da layık olan benim, diğerleri değil demek istiyor. Yani burada da Allah tevhidi öne çıkarıyor. Allah insanların korkmasında da asla şirki kabul etmiyor. Yani ortaklık kabul etmiyor. Ben hem Allah’tan korkarım, hem kullardan korkarım mantığını Allah şirk olarak gösteriyor ve diyor ki, sadece benden korkun. Başkalarından korkmayın. Allah’ın müminlere Allah’tan korkun ifadesi, müminleri tehdit için değil, tevhidi belirlemek içindir. Böylece Müslüman, Allah’tan başka ilah yoktur. Allah’tan başka Rab yoktur. Allah’tan başka şefaatçi yoktur. Allah’tan başka yardımcı yoktur. Allah’tan başka dost yoktur. Der gibi, Allah’ tan başka korkulacak yoktur. Diyerek tevhidi bilincimizi geliştirmemiz isteniyor.
3. Allah’ın vurguladığı önemli gerçeklerden biri de, eceldir. Allah her insana bir ecel tayin etmiştir. Bu gerçeği ayetlerinde defalarca hatırlatır. Onun için hendek savaşından sonra da ayetlerinde “De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir”
Öyle değil mi? Şimdi bu gerçeği Müslümanlar biliyor. Etrafına söylüyorlar. Peki, kim ölümden korkmuyor? Kim; başkalarına ölmenin hayatın kuralı, ölenlerin Allah’a gittiğinden söz ederken, başına ölüm gelince rahatlıkla karşılayacak durumda? Ölüm korkusu insan beninin kendi içinde kendini koruması içgüdüsünden kaynaklanıyor. Allah bizi dünya hayatında böyle yarattı. Her an ölümle burun buruna gelen bizlerin, ecelimiz gelmeden ölmeyeceğimiz vurgulanıyor. Yani biz kendi kedimize şöyle diyemeyiz. Allah yolunda savaşa gidersek öldürüz. Şunu yaparsak ölürüz. Bunu yaparsak ölürüz. Allah bu tür düşüncelerle insanların kendilerini daraltmamaları istiyor. İnsana, benim tayin ettiğim zaman gelmeden hiç kimse ölmez diyor. Binlerce okun, kurşunun önünden, bombanın altından ölmeden çıkabilirsin. Ama bir okun, bir kurşunun, bir bombanın kurbanı olabilirsin. Ecel gelince sebep önemli değildir. Ecel gelmeyince sebep önemli değildir. Bu gerçek ayetlerde defalarca anlatılıyor. Allah yolundaki mücadelenin her çeşidini yapan sahabe, Hendek savaşının ardından bir kez daha bu noktadan uyarılıyor. Akılların bir kez daha ölüm korkusuyla karıştığından haber veriyor.
4. Ve “De ki: Allah size bir kötülük dilerse, O’na karşı sizi kim korur; ya da size rahmet dilerse (size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah’tan başka ne bir dost bulurlar ne de bir yardımcı” diyor Allah.
Şimdi bu söze hangi Müslüman karşı çıkıyor? Hemen hiç kimse söz olarak karşı çıkmıyor. Ama hayatını yaşarken yaptığı hesap kitaplarla, bu ayete karşı çıktığını gösteriyor. Müslüman elbette Allah’ın ayetlerine harfiyen uyarak hayatını teminat altına alacaktır. Elbette yapısı gereği doğal olarak başına gelebilecek felaketlere karşı tedbirlerini alacaktır. Bütün bunlar Allah’ın ayetlerde bize öğrettiğidir. Fakat bir Müslüman, Allah’ın kendisini koruduğunu, Allah’a dost olduğunu, Allah’ın da kendine dost olduğuna inanıyor. Allah’ın yardımını esas alıyorsa, artık başkalarının kendisine kötülük yapabileceğine inanmaması gerekir. Zira bütün tedbirleri almıştır. İnsan olarak üzerine düşeni yapmıştır. Allah’a güvenmektedir. Allah onun yardımcısıdır. Bu noktada kalbini bozmaması gerekir. Ayetler bize gösteriyor ki, Hendek savaşı sırasında bazı Müslümanların kalbi bozulmuştur. Ayetler gelmiş bu olayı anlatmaktadır. Peki, bizler bu tür konularda kalbimizi bozmadan tutabiliyor muyuz? İşte asıl sorun buradadır. Günümüzün Müslümanları hazırcılığı iman yapmışlardır. Hazırcılık nedir? Hazırcılık, dünyada kimsenin bize kötülük yapmaması için, etrafımızdaki güçlülerle işbirliği yapmaktır. Müslümanların yaşadığı ülkeler, güçlü ülkelerin nüfuz alanlarına girerek, kendilerini kötülükten korurlar. Müslüman ülkelerde yaşayan Müslümanlar, partilerle, cemaatlerle, tarikatlarla, derneklerle, vakıflarla işbirliği yaparak kendilerini kötülüklerden korurlar. Her birine, niye parti taraftarısın, niye cemaat, tarikat, dernek, vakıf bünyesindesin diye sorulduğunda alacağınız cevap kendilerini güven içinde hissetmeleridir. Prensipte Allah’a güvendiklerini, Allah’a güvendiklerinde hiç kimsenin kendilerine kötülük yapamayacağına inanan günümüz Müslümanlarının, dünyada dayandıkları güven unsurları farklıdır. Kalpleri dönmüştür. İnançları kaybolmuştur. Sorguladığınızda size niçin partiyi tuttuklarını, niçin tarikatın, cemaatin, derneğin, vâkıfın etrafında birleştiklerini size saatlerce anlatabilirler. Anlattıklarının özünde, korunma içgüdüsü, çıkar içgüdüsü vardır. Allah ayetlerinde bu gerçeği defalarca bize hatırlatır. Müslümanlardaki bu bilgi, inanç, yaşam çelişkisi, onların gerçekte Allah’a güvenmediklerini, kendilerine başka güven unsurları bulduklarını gösterir. Böylece dünyadaki olgulara göre, hazır bir şekilde kendilerini güven unsurlarının içine atarlar. Bu mantık, putperestlerde de vardı. Bu mantık, Allah’a güvenlerini bazen kaybeden sahabeler içinde de vardı. Bu mantık münafıklığın, nifakın göstergesiydi. Ne yazık ki günümüz Müslümanları, bu tür zaafları yaşamada doruğa ulaşmışlardır. Yeniden ayetler okunmalı… Ayetlere göre inancımız yaşama indirilmelidir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.