- 658 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BENİSTAN-2
Hiçbir şeyi tanıdık gelmiyor bu hayatın. Ya ben sıkı amnezi hastası oldum ya da gerçekte bu dünyaya ait değilim. Fiziğin en tartışmalı konularından olan paralel evrenler belki de gerçektir. Yahut yedi yaşında ilkokula babasız başlayan bir çocuğun dünyası zaten bu evrene ait değildir. Kendi hayatıma uzaktan bakınca bir esatirin gövdesine oturmuş kocaman tembel bir dev görüyorum. Çocukluğuma dair onca hayhuyun arasında en çok ilkokul hatıralarının oluşuna mı, bu hatıraların hemen hepsinin kendi Yesrib’imde geçen deruni kavgaların oluşuna mı üzüleyim bilemiyorum. Çocukluğumu tamuya çeviren olayların ilk kıvılcımıydı okulun ilk günü. Benim gibi onlarca çocuk vardı ortalıkta. Anne ya da babalarıyla gelen emsal çocuklar… Onların ebeveynlerinin elini tutan avuçlarına karşın benim avuçlarımda sıkı sıkıya tuttuğum yalnızlıktan başka bir şey yoktu. Üstüne üstlük uzundum. Hem de yirmi kişilik sınıfta fark edilecek kadar uzun.
O hengâmenin içinde saklanmam gerekiyordu. Saklanmam içinde uyumam. Çünkü biliyordum uyuyunca ben, kendi Ninova’ma gidiyordum. Kendi ruh dünyamın menfezlerini açıyor, kendi İrem Bağlarımı suluyor, yetiştiriyor ve kendi şehrimin Katon’u oluyordum. Mavi önlüğümün cebinden tüm ısrarlarıma rağmen annemin koyduğu ıtır kokulu mendili çıkarıp sağ yanağımın altına koydum. Uyku bu gürültüde istenebilecek en son şeydi. Belki de ölmeyi diledim bilmiyorum. Bildiğim tek şey, yanağımın altındaki mendilin kan kokuyor oluşuydu. Gözlerimi kapadığımda dinmişti tufan ve maviydi zaman. Gözlerimi kapadığımda, Cudi Dağı’nın zirvesinde Nuh’un gemisinden inen şir-i jiyandım.
O gün o tahta sıradan hiç kalmadım. Yeis bir zamk gibi yapıştırmıştı beni sandalyeme. Akşam eve dönmeden önce yapmam gereken önemli bir işin ve evde yemem gereken sıkı bir dayağın olduğunu çok iyi biliyordum. Paydos zili çalınca okulun hayli uzağındaki çöplüğe koşar adım gittim. Tüm gün yanağımın altında duran kan kokulu mendili fırlatırken çöplüğe, içimdeki tüm cerahati de boşalttığımı ab-ı hayattan bir yudum aldığımı sanıyordum. O günden sonra o çöplük tüm kötü anlarımı yaktığım, fırlatıp attığım mihrabım olmuştu. Ya da ben öyle sanmıştım. Yanıldığımı anladığımda hayatımın en abis noktasında, Faust’un en acıklı sahnesindeydim. Başım Golyat’ın kesik başı gibi gerçeğe yuvarlanırken, ruhumda gezinen Zülkarneyn’in varlığını iliklerime kadar hissedebiliyordum. Kimdi ruhumun girilmedik kliklerine girip gizli haritalarındaki kriptoları çözen keşşaf? Beni cevhere çeviren, Karun hazinelerimi yağma eden kimdi? Kimdi çehresini görmediğim Zülfikar! Tasavvur edebileydim cemalini, ruhumu kemiren hasretini izale edebilirdim bir nebze. Dindirebilirdim içimdeki tarrakayı. Öldürebilirdim içimdeki Quazimodo kılıklı zangoçları.
Çöplüğe gidip gelmek, beni eve iki saat geciktirmişti. Eve vardığımda önce azar, sonra dayak yemiştim. İşin garip yanı dayağı bu gecikmeden değil de gecikmeye bahane olan kayıp mendil yüzünden yemiş olmamdı. Günün sonunda mendilimi kayıp etmiş olduğum için yeni mendil alamayacağım müjdesiyle ve muhtemelen kaba etimde annemin beşkardeşiyle altı kişi tıklım tıkış yatağıma giriyordum. Neresinden baksanız günün kazananı bendim. Yarının bu günden daha berbat geçeceğini bilmeden uykuya daldım.
YORUMLAR
Son ve başlangıç hep içiçeydi galiba. Ayırmak mümkünsüzdü birini ötekinden. Koşar adım hayatdı yazı. Hem de takendisiydi. Tebrikle.