- 835 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BENİSTAN-1
Nerede ve nasıl başladı bilmiyorum, bildiğim tek şey iyi gitmediği bu hikâyenin. Yirmi yedi yılın ardından nereye dokunsam bir artezyen gibi fışkırıyor tatsız anlar. Açılmış gibi oluyor, asırlardır kilitli kalmış bir antrepo. Oysa her çocuk gibi ben de salya sümük ağlayarak başlamıştım hayata.
Rivayete göre yeni bir yıla girerken tüm bağbozumlarını geride bırakırmış insan. Ve yeni yıla nasıl girerse artık öyle geçermiş zaman. Lakin yeni doğmuş bir bebeğin yeni yıla girerken geride bırakacağı tek acı hatıra doğum çığlığı olsa gerek. Ve ağlayarak girilmişse yeni bir yıla, heyhat yanmıştır artık o bebek.
Seksen altı senesinin soğuk bir ocak akşamında dünyaya gelmişim. Dışarıda bilmem kaç katrilyon farklı geometrik şekilde yağan karı eritmek istercesine, yeni yapılmış iki katlı ahşap bir evin oturma odasında yanıyormuş kuzine. Sanki asırlardır yanıyormuş gibi sağ tarafından bombe yapmış dışa doğru. Gebe bir kadının karnı gibi alevler içinde. Sanırsınız bir pelen tan. Ev ki ev değil bazilika. Kar dediysek aldanmayın sakın ha! O zamanlar iki-üç adam boyu kar yağarmış bizim ve sizin oralara. Sanırım sırf bu yüzden iki-üç adam boyu kızgın ve huysuzum hep. Yedi kızdan sonra son ve tek erkek evlat olunca insan, sofrada arta kalan bir kaç kırıntı gibi hissediyor kendini. Ya son bir ıslak parmak ucu hamlesiyle dolu mideye inecek ya da bir bez yordamıyla dökülüverecekmişim gibi geliyor çöpe. Hani eksik malzemeyle son anda yapılmış bir yemek olur ya, sanki benden öncekilere harcanmış tüm malzeme. Pişmesine pişmişim ama tadım tuzum eksik mi kalmış ne.
Kanser hastası olan babama bakmaktan bitkin düşen anacığım, zaten üç gündür dirhem uyku uyumamış ya… Fazlalığı atınca bedeninden, kıvrılıvermiş ilk bulduğu somyaya. Pasif lora şurubu almış gibi derin ve deliksiz bir uykunun koynunda. Gecenin bir vakti düşmüşüm yabanıl ellere. Bir anırtı dolaşıyor etrafımda. Bilmiyorum, bilemiyorum kaçırıldım mı yoksa evlatlık mı verildim birilerine. Bir sunumluk bergüzarım belki de. Doğuştan agnostik olur mu insan diye sormayın. Doğuştan astigmatsa olur elbette.
Machiavelli’ye göre dünya bile kadınsıydı da beni kucağında tutan, yeşilli morlu bürgüsünü avurtlarına kadar çeken ve ilk bakışta balaban bir fellaha benzeyen bu nisa hiç de kadınsı durmuyordu beşiğimin başında. Balıkgözlerini belerterek bakıyordu bana. Güneş yanığı çehresi ürkütüyordu göremesem de beyzi yüzünü. Sanki baktıkça büsbütün kararıyordu zaten katran karası olan dünyam. Bir el avuçlamış ki beni sormayın. El ki dişi bir kaplan pençesi gibi, ne kadar incitmek istemese de, avuçlarındaki nasırlar acıtıyor sırtımı. Ve derken dayanamıyor; basıyorum çığlığı, bir gazelhan oluyorum bu acuzenin kucağında. Batonu kaldıran maestro gibi kaldırıyordum kaşlarımı ve çalmaya başlıyor içimdeki orkestra kendi zemzemesini. Nasırları sırtıma her battığında, bemole rastlayan bas bariton bir tenor gibi yarım ton daha arttırıyorum sesimin tonunu. Sesim bir aks bırakırken atriumda bütün aile efradı kalkıyor ayağa ve bir delikanlıya dökülecek ilk kurşun dökülüveriyor, daha kırklanmadan başımdan aşağıya. O gün bu gündür, hep hissederim o uğursuz, nahoş gecenin peşimi bırakmayan lanetini. Bir aliterasyon gibi, mütemadiyen hep takip eder beni.
Yaşamlarımızın her saniyesi sonsuz kere yineleniyorsa, İsa’nın çarmıha çivili olduğu gibi biz de sonsuzluğa çivilenmişiz demektir.2 Yeknesak devam eden şu dünyada kaç dejavu yaşadığımı bile hatırlamıyorum. Sanki bu kadını da tanımışım ta kalubelada. Aslını isterseniz, bu bir anafordu aslında. Kaderci olmadım hayatım boyunca. İrade-i cüz-iyeye sımsıkı bağlanmış bir Mutezile gibi bağlıyım kendi cüz-i irademe. Başınıza gelen şerler diyordu, yüce Allah Nisa suresi yetmiş dokuzuncu ayette nefsinizdendir bilesiniz.
Rahmetlik babam ağır hasta dedim ya. Akciğer kanserinin son evresi demiş doktorlar. Ameliyat olmuş olmasına da hastalıktan harap olmuş bedeni ödeyememiş bu ameliyatın ayni diyetini. Büsbütün çökmüş yüzü. Eskiden öksürdükçe ağzından gelen kanı temizlemek için mendil saklarmış ceketinin cebinde. Öksürük nöbetleri sıklaşınca, ağzından gelen kana mendil yetişmez olmuş, o da bırakıvermiş tüm kanlı mendillerini bir kenara. Hiç görmedim ama bu yüzden tiksinirim bir mendile baktıkça ve nefret ederim kanı hatırlatan kırmızıdan. Benimle beraber biraz neşesi, takati gelmiş ya ayaklanmış çıkmış sokaklara çizgili takım elbisesiyle. Bayram değil seyran değil ne bu şıklık diye soranlara ise; benim bayramım bu gün deyip gezmiş bütün gün sokaklarda. O günden tam beş ay sonra zar zor kucağına alabilmiş beni hasta yatağında. Kulağımın dibinde bir fısıltı dolaşır o günden hatıra: Oğlum sen geldin amma bana elveda… O nedenle oldum olası nefret ederim fısıltılardan. Bu yüzden yüksek sesle okurum yeni aldığım bir kitabı. Bu yüzden içimden değil de bağıra çağıra düşünürüm. Benim de en büyük hastalığım bu bana babamdan irsi kalan.
Seksen altı senesinin haziranıymış, kulağıma elveda diye fısıldayan adamın terk-i diyarı. İdraki zor olsa da sekiz çocuk ve yirmi seneden sonra anlayabilmiş annem ölümü. Sevmek sanattır, deyip adamış kendini çok sevdiği çocuklarına. Nede olsa hala geçerliydi yuvayı dişi kuş yapar yanılsaması. Yanılsamaydı, çünkü her dişi kuş her mevsim yeni bir yuva yapa yapa yaşayıp gider. Kurduğu kadar terk etmesini de bilerek. Ömür boyu aynı yuvada kalan kuş yoktur.3 Korkmamış hiç ölümden de ölüden de. Ancak sıradan insanlar korkarmış ölümden ve sonrasından. Anlamış ölüm de ölüler de çocuklar kadar masummuş bu dünyada. Ve çok nadir gitmiş kocasının mezarına. Çünkü kavramış lahuti gerçeği: dünya o kadar çirkin ki kimsecikler kalkmaz mezarından.
Yaşadığımız hayatın ne denli geniş ya da dar olduğu, taşıdığımız cesarete bağlıdır. Sekiz çocuklu dul bir kadının cesareti ise sorgulanamayacak kadar büyüktür. Hikâye annemi anlatsaydı ciltler dolusu yazmak icap ederdi. En azından her çocuğa bir cilt, etimi size sekiz cilt. Ancak söz konusu kendim olunca bir kitap olur mu onu bile bilmem.
Babası olmayan ya da ölen herkes yedi yaşında olsa da yetmiş yaşında olsa da yetimdir, zannımca. Lakin bu yetimliğin en kolay kısmı geçer kundakta. Ben beş aylıkken yetim kalmışım. Bir kez olsun baba diyemeden, anlayamadan bir babanın oğlu olmanın nasıl hissettirdiğini; silivermişim yaşanmamış baba oğul ilişkisinin tüm izlerini. Bu nedenle hissizleştim babama karşı. Belki de hissettiğim sadece Oidipus Kompleksi6’dir, bilemiyorum. Gaddarca geliyor olabilir. Lakin gayet insancıl bir histir hissizleşmek kendi aklımca. Duygunun kendisine yabancı olan kimse, artık hayret ve huşu içinde durmayan kimse ölmüş sayılabilir; gözleri kapalıdır. Öyleyse ruhen ölmüş olabilirim şu hayatta.
Kendiyle cebelleşenler, kendi geçmişlerini sürekli iğdiş edenler; kendi geleceklerinin esiri olurlar. Geçmişiyle ve kendisiyle barışanlar ise geleceklerini esir alırlar. O halde hayatımdaki en büyük önerti geçmişimle ve kendimle barışmam olmalı. Ancak geçmişim ve kendimle barışırsam hikâyem mutlu sona ulaşacak. Kendi Pax Romana8’mı imzalamam ve bu hikâyeyi mutlu sonla bitirmem için zerreden miskale kendimle helalleşmem lazım. Şimdi biyopsiye soksam içimdeki her bir hücreyi, ta arkaik dönemden kalma kaç trilyon dargınlığım olduğunu görürdüm. Bölündükçe her bir hücrem, hiçbir neden yokken artan hüznümü anlardım. Belki de bir ocak gecesine neden bu kadar takıldığımı da anlardım. Kurtulurdum sonsuzluğa çivilenmiş bekri ruhumdan. Kim bilir?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.