- 644 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'vazgeçilemeyen'
üç köpek sahildeydi. üç de adam. üç köpekten ikisi sahici olmayan, tatlı bir kavga içerisindeyken, diğer köpek kavga eden iki köpeği dikkatle izliyordu. Üç adamın da göğüsleri sarkmıştı. içlerinden biri denizde yürüyordu, diğer ikisi sahilde. yalnız değildi hiçbiri. onları izleyen ve elinde bulunanlardan vazgeçen biri onları seyrediyordu.
’gelmez eskisi gibi seven’
Sırt çantası az ötesinde. Hareket etmeye başladığı an, iki saattir yatakta uzanıp, düşünürken aklına gelen eşyalarını da içine koyacak. Mümkün olduğunca hızlı yapmalı bu işi. Sersem birine benzemiyor. Benzeyebilirdi de. Bunun çantaya koyacağı eşyalarla bir alakası yok ama her şeyi düşünmeye çalıştığından, önemli olanlar çoğu zaman yüzüne bakılmayacak eski bir defter gibi belleğinde yerleşip kalıyor. Bir gün psikoloji mezunu arkadaşıyla sohbet ederken, ‘insan belleği ve rüyalar’ üzerine arkadaşına kendince dehşet o soruyu sormuştu. Sahi, dehşet olabilecek bir yanı da yoktu sorunun ama yine de dehşet tanımlamasını kendince altını çiziyormuş gibi yaptı. Bir ara kitap okurken, hiçbir cümlenin altını çizmiyor, sayfaya not düşmüyordu. Böylece kitaplara olan saygısını gösterdiğini düşünüyordu. Bu fikrinden vazgeçtikten sonraysa, birbirinden kaliteli renkli kalemler alıp, kalemliğine diziyordu.
-Rüya gördüğüm zaman, o rüyayı gerçekmiş gibi hissediyorum. Fakat uyandığımda gerçek olmadığını fark ediyorum. Belleğime aldığım her şey, bir gün rüya olarak karşıma çıkabilir mi? Böyle bir şey var mı gerçekten de?
Arkadaşı sorunun bu kadar basit olmasını beklemiyor gibiydi.
-Aslında araştırmalarımın hepsi gösteriyor ki rüyalar tamamen bizim hayal dünyamızla alakalıdır, dedi arkadaşı. Yani hayal dünyamızda ne canlandırıyorsak, o uyurken karşımıza çıkıyor.
Bu cevap onu tatmin etmemişti. İstediği oyuncağı alamayan çocuğun huzursuzluğuyla dolmuştu. Sigara içebilirdi ama akşam sevgilisiyle buluşacaktı. Sevgilisi sigara içtiğini biliyordu. İçmeme sebebi aslında kendince kriter var etme huyundan kaynaklanıyordu. Elbette kriterlerinin çoğu hissiydi. Bir anlık his oluşumunun bulut gibi yol alışıyla alakalıydı. Bir önceki sevgilisiyle yatakta beraber sigara içip, ağızlarının çekirdeğine inmek istercesine öpüşüyorlardı. Bu deyimi de o sevgilisiyle beraber uydurmuşlardı. Ayın altısıydı o gün. Dün gibi hafızasındaydı. Kirli çarşaf ayaklarının altında onları rahatsız ederken, sevgilisi başını onun kıllı ve terli göğsüne koymuş, konuşuyorlardı.
-Bir gün senden ayrılırsam, senin en çok neyini özleyeceğim biliyor musun, demişti eski sevgilisi.
Merak etmişti. Önce sevgilisinin hafızasından çıkartamayacağı fiziki özellikleri var mı diye düşünmüştü. Amerikan filmlerinde oynayan artistler gibi kaslı bir vücudu ya da porno filmlerde oynayan adamlar gibi, iri ve upuzun bir penisi de yoktu. Bir an için utanmıştı, ayrıca sevgilisine karşı sinirlenmişti de! Nasıl olur da beraberken, ateşli bir gecenin daha başında böyle bir soruya maruz kalmıştı ki! Sinirlenip, nemli saçlarıyla göğsüne yapışmış gibi duran başı itebilir, yataktan kalkıp ‘ne oluyor sana, kendinde misin Allah aşkına, böyle soru sormaktan da nereden çıktı’ diyebilirdi. Son derece medeni davranmasını bilip, aynen medeniler gibi kısa ve öz konuşmuştu: ‘Neyimi?’ Soruya soruyla karşılık vermişti. Çünkü sevgilisinin sorusu da aynen bunu gerektiriyordu. Cevabı beklerken, birkaç dakika önce boşalmanın vermiş olduğu rahatlıkla beraber normale dönmüş kalbi, tekrardan hızla atmaya başlamıştı. Ürpermişti. Petekler kırk beş dakika da yanan kombinin gönderdiği suyla dolmasa, havanın soğuk olduğunu bile söyleyebilirdi ama bu ürperti başkaydı! İyilerdi, hem de çok iyi! Tarif edilmesini güç bulacağı hislerle sevgilisine bağlıydı. Onun deli dolu hareketlerini, ucuz ama marjinal giyinişini, ruhunda bir yere dokunan derin bakışlarını, küçükken baldırından dizine doğru dökülmüş çayın bıraktığı yanık izini, diri ve uçları kahverengi göğüslerini, kendisine çocukken aldığı sert, plastik topları hatırlatan poposunu, kısacası sevgilisine ait fiziksel ve ruhsal ne varsa beğeniyordu. ‘Bir ömür’ sözü için vakit erken olabilirdi ama sevgilisi ona var olan birlikteliğin bir gün bitebileceğini sinyallerini yakmıştı. Cevabı beklerken, sağ eliyle sevgilisinin saçlarını okşuyordu. Birbirine yapışmış saç tellerini tek tek okşamayacağını fark edince, işaret ve başparmağı arasında kalan tutam kadarını avucuna alıp, saçı okşamaya devam ediyordu.
(yaşadığı bu sahneler belleğinde iyice canlandıktan sonra rivayet, hikâyeye döndü)
-İnsanlığını, dedi sevgilisi. İnsanlığını, nasıl desem, adam gibi adamsın derler ya hani, öyle de sen de insan gibi insansın. Ciddi, bu zaman da insan kalmadı arkadaş! Senin gibilerini dondurup, numune diye özel insanlara saklamalılar.
Bu cevaba sevinmeli miydi? Cevap mıydı? Aslında daha çok bir sona dair sorun da olabilirdi. Kendisini yücelten bir insanın, bir gün kendisinden vazgeçmesi kolaylaşabilirdi. Çünkü bir şey yüceltiliyorsa, o şeyle var olan bağ, ona layık olamama hissiyle beraber günden güne azabilirdi. Sevgilisinin böyle bir şey yaşamasına izin veremezdi.
-Öyle mi görüyorsun gerçekten beni, dedi. Eğer öyle düşünüyorsan ve seni seviyorsam, bil ki sen, her şeyden daha değerli gördüğüm için. Sen özel birisin. Benim ulaşmak istediğim son nokta hatta diyebilirim. Senin gibi birisi benim gibi adamlar için armağan. Evet, armağansın sen!
Güldü sevgilisi. Ama gerçek bir gülüş müydü bu? Öksüremeyen akciğer hastası yaşlı bir adamın göğüs hastanesinde odasında uzanırken çıkardığı hırıltılara benziyordu ilk çıkardığı ses. Sonra zamanla sesi düzelmeye başladı. Ağır ağır başıyla beraber, sağ eliyle onun kolundan güç alıp, vücuduna yüz seksen dereceye yakın bir hareket yaptırdı. Sağ eliyle boynu etrafında gezindirirken, diğer eliyle saçlarını okşuyordu. Tekrardan nefes nefese öpüşmeleri yakındı. Sevgilisinin sağ eli boynundan vücudunun aşağı kısımlarına doğru kayarken, ‘Gerçekten özel miyim senin için? Sen de öylesin ama içimden kötü bir his diyor ki bu mutluluk pek uzun sürmeyecek’ dedi ve avuçlarında sıktığı şeyi, boş bal kavanozuna doğru yavaşça girmesine yardımcı oldu.
Sigara içmediği gibi, yeni sevgilisinin değişik tavırlarına ayak uydurmak zorunda kalıyordu. Onunla buluşacağı zaman, yeni sevgilinin ona aldığı gömlekten başkasını giymemeliydi. Çünkü kendisine hediye ettiği üç gömlekte de’ üzerinde görmezsem bunları, küserim seninle, benimleyken sana aldığım gömlekleri giy, tamam mı’ diye garip bir arzunun esiri olmuştu. Beraber gezinirken yine sevgilisinin beğenip, ona aldığı fuları da takmalıydı. Hiç haz etmeyeceği vaziyetlerin içerisine düşmüş, yeni sevgilisinin garip istekleri karşısında gerilmekten başka yapacak bir şey düşünemiyordu.
Sırt çantası kamburundan ötürü eğilmiş insan biçimini andırıyordu. Kaliteli olsun diye aldığı pahalı sırt çantasının karşısında böyle eğilip bükülmesi hoşuna gitmese de, çantanın işlevsel özelliğinden gayet memnundu. Ona taşıttığı kitaplar, kıyafetler, tabaklar, çanaklar, kaçak karton sigaralar, gazeteler aklına geldikçe onu çok hor kullandığı aklına takıldı. ‘Hayır’ dedi birden. Ayağa kalktı ve çantanın karşısında dimdik dururken ‘sana bundan böyle gereksiz bir şey taşıtmayacağım’ dedi. Yanına çok şey almamayı düşünüyordu. Bu olmazsa olmaz bir koşul olacaktı. Yalnızca çok acil gerekenler listesini, yatağında uzandığı iki saat boyunca bir türlü yapamasa da, hızlıca alabileceği bir şey var mı diye etrafına bakındı. Önce kitaplığın önüne geldi. İsimsiz onlarca kitabın en hacimlilerinden dördünü eline aldı. Kapaklarında ismi yazılı olmasa da, o kitaplarını ikiz çocuklarını karıştırmayan anne baba kadar iyi tanıyordu.
-Bu, dedi. Bu tamam, şu da tamam! Bunu alsam mı? İnsan okuduğu bir kitabı neden baştan okur ki? Hasta mısın oğlum, alacaksan al işte!
Dört kitabı sırt çantasının yanına bırakıp, elbise dolabının yanına gitti. Önce boxer ihtiyacını karşılamak istiyordu. Açık renklileri bir tarafa, koyu renklileriyse diğer tarafa koyduğundan, daha hızlı seçim yapabilirdi. ’Yola çıkacak adam koyu renk çamaşır giymeli. Yolda kaza geçiririm, başıma bir şey gelir. Millet görmesin öyle açık renkli donla’ diye koyu renklilerden üç tanesini aldı. Atlet sevmiyordu. ‘Tişört olabilir’ diye düşündü. Havalar son günde iyice soğuk olmaya başlamıştı. Gözüne sevgilisinin ona aldığı gömlekler takıldı. Sinirli bir şekilde gömleklere baktı. Boxer, tişört haricinde bir de desenli kazağıyla, yeleğini de yanına aldı. Tek pantolon yeterliydi. Arabayla gidecekti. Kirlenecek bir durum olmaması adına önlemini önceden alacaktı. Pek rahat edemese de uzun botlarını giyecekti. Araba kullanırken botlarını çıkarıyor, arabada bıraktığı terliğiyle pedallara basıyordu. Kitapları, giysileri çantanın yanına bıraktı. ‘Başka bir şey alsam mı’ diye düşünüyordu. Çorapları unutmuştu. Dolaptan dört tane de çorap getirdi. Çoraplarla beraber çantanın yanına dönerken, gözü kitaplığın üzerinde bulunan kutuya takıldı. On ikili çay bardağı kartonunu anımsatan kutunun içerisinde, prezervatif, kayganlaştırıcı ve küçük tıraş makinesi yağlarının plastik tüplerine benzer tüplerde, değişik aromalı, çeşit çeşit masaj yağları vardı. Şu an ki yaşına kadar hayatında aldığı en garip ve de heyecan verici doğum günü hediyesi, Hollanda’dan onu ziyarete gelen lise arkadaşının hediyesiydi. İlk başta garibine giden bu hediyeyi, eski sevgilisiyle beraber gereğinden fazla benimsemişlerdi. On dört adet masaj yağlarının altısı tamamen bitse de, tüplerini atmamıştı. Her ne kadar içindeki yağ bitmiş olsa da, tüpün içinde kalan koku ilk gün ki canlılığını koruyordu. Cesaret edebildiği bazı zamanlar o boş tüpleri tek tek açıp, eski sevgilisiyle yaşadığı günleri gözünde canlandırıyordu. Bir keresinde kahve kokulu boş tüpü burnuna yaklaştırmış, koklarken, gözünden gelen yaşların tüpün içerisindeki kokuya zarar verebileceği düşüncesiyle, boş tüpü tekrardan yerine koyup, ağlamaya devam etmişti.
Hiçbirine ihtiyacı yoktu. Üzerinde Felemenkçe yazılı açıklamalardan bir şey anladığı yoktu. Birisi onu bu haliyle görse, ‘herhalde çok önemli bir şeyler düşünüyor’ diyebilirlerdi ancak düşünmek bir yana, dalıp gitmiş, elinde olmadan hüzünlenmişti. Birden doğruldu, ayakları üzerinde çömeldi. Tekrar oturdu. Çantanın en altına kıyafetleri koydu. Onların üstüne de kitapları koyup, çorapları araya sıkıştırdı. Keçi yününden örülmüş çorabı almadığını fark edip, dolaptan o çorabı da alıp, çantasına yerleştirdikten sonra, göz ucuyla tekrar evin odalarında gezinip, bakındı. Yanına alacağı bir tek paltosu vardı. Onu da üzerine giyecek, dizlerine kadar uzayan platonun verdiği sıcaklıktan ötürü az da olsa mutlu olacaktı.
Her şey tamamdı. Yola çıkabilirdi. Bir dakika önce çantanın fermuarını kapandığı son noktaya kadar çeken adam o değildi sanki! Durgunlaştı, hatta suratı hafiften sararmaya başladı. İri bir boncuk tanesine benzer ter damlası, yanağından boynuna doğru süzülmek isterken ayakta tutunduğu kapıya yakın bir yere düştü. Her şey anlık gerçekleşiyor, var olduğu mekânı kavrama bilincini yitiren beyni, gözleriyle onu yönlendirmekten vazgeçmiş, elleriyle yolunu bulmaya çabalayan kör gibi tutunduğu kapıyı bırakıp, duvarla sürte sürte ellerini, yatağa tekrardan oturdu. Telefonu yatağının üzerindeydi. Onu alıp gidecekti belki, yorulduğundan biraz dinlemek istiyordu. Diş macunu, diş fırçası, tıraş makinesi, şarj aleti, mp3 çaları, kulaklıkları, ağrı kesici hapları, yüz mili litrelik parfümü, atkısı, beresi… Bunları da alacaktı. Tekrardan çantanın fermuarını açıp, içine düşündüğü eşyaları doldurmak, onun adına çok büyük bir iş olacaktı. Telefonu elinde gezdirmekten sıkıldı. Bir tuşa bastı. Bir daha o tuşa bastı. Sonra o tuşun yanındaki başka bir tuşa dokundu. Yeşil bir tuş daha vardı. O diğer tuşlardan daha büyüktü. Parmağı titriyordu. Telefonu kulağına götürdü.
-Aradığınız numara kullanılmamaktadır.
’çok sonra anlar insan, vazgeçmeyi’
Demli iki çay masada. Ortada içi izmaritlerle dolu kül tablası. Hava sıcak. Rüzgâr estiğine inanmayacak kadar nihilist her yanım. Kuşlar abartı bir sessizliğin içindeler. Uyuyor olmalılar. Yuvaları sıcak. Dişi erkek yan yana. Üç bayan da az önce ortamı terk etti. Televizyon defalarca kanal değiştirilmekten aptallaşmış bir kutuya dönmüş. Haberlerin hiçbiri iç açıcı değil. Var oluşundan beri böyle olmalı. Belki ek uydu bağlantıları işe yarayabilir. Hepsi yalnızlığa odaklı, tercih edilmeleri için insanın çok vakti olması lazım. Vakit çok ama buna dayanamayacağım, iyi biliyorum. Silikonlu bir göğsü andıran cihazlı televizyonların canı cehenneme! Saadettin dertli. Düşüncesinde nelere yer ayırmış, gerçeğinin acısını sardığı yer neresi; pek umursamıyor gibi duruyorum. Borcu çok. Hepsi de kredi. ‘Eski zamparalardan’ diyesim geliyor ona. İnsan yarım asrı doldurunca zamparalığı bile bilgeliğe erişiyor. Hayata öyle bir sırtını dönmüş ki, dönüş o dönüş. Çok iyi ağlar Saadettin. Çok iyidir de. Eski zamparalardan. Bir yandan yazmış olduğum bir öyküyü okuyorum. Kâğıtta yazılı onlarca cümleye göz gezdiriyorum. Saadettin tekrar bir sigara yakıyor. İki paket birden taşıyor yanında. Arabada karton var diyor. ‘Tiryaki dediğin adam benim gibi olur, iki paket beraber taşır’ diyor. Okumasam cidden iyi olacak. Lanet olsun kör şeytana! ‘Ne dedin birader’ diyor. ‘Hiç, baksana haberlere adam nasıl vurmuş eşini’ diyorum. İnanmış gibi yapmaktan başka çaresi yok. Elimdeki kağıdı mutlaka merak edecek. Önemsiz bir şey gibi önce elimde buruşturmalıyım, sonra onu açıp, çöpe atmadan önce göz gezdirdiğim eski bir mevzunun yer aldığı, belki bankaya itiraz bile olabilir, bir yalan uydurmalıyım. Önce okumalıyım. Tarihini bile atmaktan aciz olduğum bir yazı önümde. Çok seneler geçtiğinin farkındayım. Yaşlandım. Saadettin gibi dostlarım var artık. Eski tuzlu rakı içicilerden. ‘Yo, ben tuzu viskiye atardım, Karaköy’de’ diyor. Demeli, hakkı var. Hafızamda tutabildiğim özel isim yok. Çok çabuk unutuyorum. Her şeyi bir gün unutursam diye kaygılanmaya bile vaktim yok. Zaten unutkanım. Öğrenebildiğim iki ağaç türü var. Biri çam, diğeri çınar. Bazen çama çınar diyesim geliyor, son anda kurtarıyorum paçayı. Rezil olmaya ramak kala, çınarın yaprakları elim gibi diye hatırlıyorum. Çam daha farklıydı herhalde. Ah Saadettin! Çocuklar gibi nasıl da ağlamıştın geçen. Hacı hoca işlerinde ayağın yok pek ama geçen hocanın biri anne sevgisinden bahsederken, çocuklar gibi ağlamıştın be koca adam! Hey gidi Saadettin! Filme daldın sanırım. Okuyayım şu lanet kâğıtta yazılı olanları.
Yapacağım bir iş söylesin birisi, para karşılığı olması taraftarıyım ama başka türlü de istekler karşısında bedava çalışabilirim. Bu isteklerden hangisi olursa olsun; yine bağırsağım çalışır, işerim, işe giderim, gelirim, çay demlerim, sigaramın dişlerimin arasında ezip, ıslak ıslak içer, sırt üstü uzanırım. Keyif benim keyfim ama tüm bu keyif zannettiğim şeylerin bana mutsuzluk içerisinde sunulan paket program olduğunu fark etmem çok zamanımı almadı. Para karşılığı başladığım işle beraber gece geç saatlere kadar çalışıp, eve döndükten sonra yapabileceklerimin sınırlı olmasında şaşırıp kaldığım bir şafak vakti, kredi kartındaki son kullanılabilir limiti fiyatı yüksek bir parfüme harcadıktan sonra başlayan zaman dilimi, günün benim için bitmek üzere olduğunu hatırlatıyordu. Sabahları herkes işine gücüne gitmek için uyanırken, benim uyumak için verdiğim çaba, ilk başlarda çokta önemsemediğim bir farktı. Şehirdeki insanlar, günün farklı diliminde, aynı dünyada yaşamak için, var olmak adına çabalayan Meksikalı işçilerden herhangi bir farkları olmadan, ben uyurken yaşamak, var olmak adına çabalıyorlardı. Hatta buna çalışmayan çocuklar, kadınlar, erkekler ve emekliler de dâhildi! Ne diyorum ben yine, konuşuyor muyum, yoksa aval ava dışarıya mı bakıyorum? Az önce bir güvercinle konuştuğumu sanıyordum. Saçma sapan sesler çıkarıp, güvercinin dikkatinin benim üzerimde olmasını sağlamaya çalışırken, birkaç dakika bu gayretimin fayda verdiğini, biraz sonra güvercinin de bana cevap vereceğini, ben o cevaptan bir şey anlamasam da yine onun anladığı dilden bir şeyler konuşacağımı planlamıştım. Güvercin konduğu uydu anteninden hızla uzaklaşırken, kanat sesinden ‘benim tipim değilsin budala’ sözlerini duyduğumu inkâr etmeyecek kadar da hayaller âlemine daldım. Sonra az ötedeki sokakta iki kediyi fark ettim. Biri oturmuş, diğerinin yaptığı hareketlere bakıyordu. Az sonra ona bakan kedi de aynı hareketleri yapmaya başlayınca hafifçe gülümsedim. Sabah sporuna benzeyen, daha çok kültürfizik hareketleri alanına giren bu hareketler, benim konuşmaya çalıştığım güvercinin iki kedinin üzerinden uçmasıyla sonlandı. İki kedi de delice bir gayretle kuşun peşinden koşarken, güvercin havalanıp, yaşama özgürlüğünü ona bahşetmiş tanrıya şükür edasınca gözlüksüz görebilmemin imkânsız hale gelebildiği bir uzaklığa doğru kanat çırptı. Gözlüğümü taktığımda uzakları daha rahat görebiliyordum ama yakındaki bir nesneye gözlüğümle bakınca kendimi kandırılmış gibi hissediyorum. Usta Tung-kuo Chuang Tzu’ya sorduğu ‘şu Tao denen şey nerededir’ sorusunun benzerini, gözlüğüme soruyorum. Sıkıcı tavırlarıyla insanı kendinden soğutan parlak yüzlü bir insanı canlandıran gözlük, tekrardan olması gereken yere geçtiğinde, Chuang Tzu ile Tung-kuo’nun garip sakallı, uzun ipeksi elbiseleriyle karşımda olduklarını hayal ediyorum. Chuang Tzu Tao’nun, yani yolun olmadığı bir yer yoktur diyor. Usta Tung-kuo ‘yapma, daha açık söyle’ diyor. ‘O bir karıncadır’ diyor Chuang Tzu. Usta Tung-kuo kabul etmiyormuşçasına ‘o kadar küçük bir şeyde mi’ diye Chuang Tzu’yu küçümsüyor. Chuang Tzu ‘o savrulan otlardadır’ diyor. Usta Tung-kuo yine kabul etmiyor, küçümsüyor:’ Ama bu daha da küçük!’ Chuang Tzu ‘kiremitlerde ve çanak çömlekte’ diyor. Bu kısımda hep problem yaşıyorum. Gözümde canlandırmaya çalıştığım sahne de konuşmanın geçtiği bu kısımda bir sorun var. Kiremitler ve çanak çömlek nasıl olur da küçük olur’ sorusu kafamı kurcalıyor. Sonra bir şey, Çinlilerin çok ufak tefek olduklarını, o yüzden evleri de ufak olduğundan, evlerindeki çanak çömleğin de, kiremitlerin de çok küçük olabileceğini söylüyor. Saçma! En son ve en değerli cevabı Chuang Tzu ‘sidikte ve bokta’ diye verirken, usta Tung-kuo’nun suskunluğunu benim gülmeme sebep oluyor. Hepsinden öte bu bayağı, adi bir şeyin, nasıl olur da insanın en değerli yoluna sahip olacağını düşünmekle kafamı kurcalamalıyım. Evet, sevgili Tao içimizde bir yerde sevgisini akıtıp kaçmış mı? İnsan geleceğini düşünürken, şimdiyi kaybetmenin garip, acınası vesikalarıyla dünyada yaşıyorlar. Yaşıyorum, o anda yaptığım şey, dünyada benim için değerli iş olmalı. Yemek yerken, yediğim yemeğin bulaşıklarını yıkamakla geçirirsem yemek süresini, o yemekten lezzet alamam. Sivrisineğin ısırdığı bacağımı kaşımak o an için en önemli, tatlı bir işken, hayattan alabildiğim o küçük zevki bile götürmek üzere bekleyen düşüncelerden kendimi uzak tutmalıyım.
Gerçekten de çok iyi saçmalamışım. İyi de kıvırıyorum hemen. Saadettin çakmasın diye ona neden serasında domates ekmediğini soruyorum.
‘Yo, öyle deme, ekiyordum ekmesine ama ağır ve külfetli iş.’
‘Nasıl yani Saadettin?’
‘Her bir aşamasında elli tür işi var. Uğraştırıcı, zamanı olmalı insanın.’
‘Bu işten sonra ona pek zamanın kalmıyor tabi.’
‘Nerdeee… Semizotu temiz iş. Şükür kazandığım yeter.’
‘Sen şu iş yerinden aldığımız parayı direk bankaya borcuna…’
‘He, tabi be! Banka otomatik kendisi çekiyor.’
‘Ah Saadettin’im, iyi geçirmişler sana o borcu.’
‘Aynen öyle.’
İyi adam, hoş adam Saadettin. Mert de adam. Hani bir de o saçma yazıyı okudum ya, efkârlandım da. Az ötedeki meyhaneden gelen ses bile kâfi! Ah Müzeyyen… Plaktan çalıyor vesselam…
‘Gecenin matemini aşkınla örtüp sarayım, gittin artık seni ben nerde bulup yalvarayım…’
Saadettin o tereddüt dolu sesiyle şarkıya eşlik ediyor:’ Şimdi ben tıpkı şifasız, kanayan bir yarayım, gittin artık seni ben, nerde bulup yalvarayım…’
İyi ki gençken yazar olma hayallerinden kurtarmışım kendimi. Şarkı içime bir sızı bırakıp da kaçtı. Giden sevgilileri andırıyor şu güzel şarkılar da. Yak diyor Saadettin, bu da benden olsun. Yakayım diyorum. Çakmağa basıyor. Ateş çıkıyor. Önce elimdeki kâğıdın ucundan yakıyorum. Saadettin bir şey sormuyor. Sonra dudaklarımdakini yakıyor. Ona rüyamı anlatıyorum. Yılan öldürdüm diyorum. ‘İyi değildir yılan görmek’ diyor. ‘Neyse’ diyorum. Çoğu yanmış kâğıdı kumlara doğru fırlatıyorum. Pek uzağa gitmiyor. Saadettin hüzünlü gözlerle uçuşan kâğıda bakıyor. Belki de eski bir sevgiliden mektup sanıyor. Öyle sanması hoşuma gidiyor. Olmasa da, var olduğuna dair bir inanç bile beni de hüzne gark eyledikten sonra terk ediyor masayı. Kalkacağız biraz sonra. Önce iki çay daha. Biri duble olmalı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.