Yüreği kanayan adam…
Hayatta hiçbir şeye tam olarak sahip olamadı. Çünkü hiçbir zaman sahip olmak istemedi. Korkuyordu sahip olduklarını kaybetmekten. Kaybetmek onun sonu olacakmış gibi, yüreğini parçalıyordu. Allah da ona sahip olacağı hiçbir şeyi, bu korkusundan dolayı nasip etmemişti sanki. Yani fiili duaları kabul oluyordu. O, bu güne kadar bunun hiç farkında olmadı.
Zaman, göz kırpmaktan bile daha hızlı akıp geçti şimdi düşününce. Gençliğin ergenlik fırtınaları dindi ve bir gün, ertelediği mecburi görevlerini yerine getirmek için, çok uzaklara yelken açması gerekti. On sekiz ay sürecek, sevdiklerinden uzak ve disiplin altında bir hayata adım attı. Kayıpların başladığı günlerin arifesinde olduğunu bilmeden ve beklemeden…
Sanki kaderinde yazılmış da, bilinmeyen bir sebeple ertelenmiş gibi. Korktuğu kaybetmek duygusunu, peşi sıra bu gurbet yıllarında tattı. Önce vakar ve ilim abidesi dedesini, on beş gün sonra da, canından çok sevdiği, biricik, hasta annesini kaybetti. Onların acısını yüreğinde nasıl duyduğunu, son anlarında yanlarında olamamanın çaresizliğini nasıl hissettiğini kendisine sorsanız, anlatamayacak kadar yağmur gözlü biri olduğunu hemen fark edersiniz.
Kayıplar akın ediyordu sanki. Nöbetlerinde ağzına türkü yaptığı, hemen her bestesini ezbere bildiği Barış Çelebinin göçüp gittiğini, yine bir nöbet dönüşü öğrenecek, on sekiz ay bittikten sonra, kendisiyle yapacağı görüşme planlarının da, ahrete kaldığını fark ederek, bir kez daha çökecekti.
Hala umut yeşertmeye zorluyordu çaresizce. Bir gün, bu on sekiz ayın biteceğini ve memleketinde kendisini bekleyen ya da beklediğini zannettiği küçük sermayesiyle neler yapabileceğini düşünerek avunuyordu. Şafak karalıyordu aydınlığa ulaşmak arzusuyla. Ama onun şafak kartı, yüreğiydi. Ve her kayıpla, yüreğinin bir bölümünü kanatıyordu.
Yüreği kanarken, tüllenen aydınlık şafağına doğru, yeni bir haber aldı uzaktaki memleketinden. Hayallerini kurduğu, “küçük sermayem” dediği kavak ağaçları da ellerinden uçup gitmişti. Akrabalar arasında çıkan bir miras anlaşmazlığı nedeniyle, kavaklarının dikili olduğu tarla, bugüne kadar kendisinde hiç bir hatırası olmadığını bildiği akrabalarının eline geçmişti. Ve onlar da sahiplenip, acımasızca yok etmişlerdi sermayesini. Eli kolu bağlıydı ve gidip yüzlerine şöyle bir hışımla bakmaya bile serbestisi yoktu…
Yine çaresizce bir şafak daha karaladı. Bir kayıp not düştü yaralı kuş yüreğine. Dayanabilecek miydi aydınlık şafağına kadar, kestiremiyordu…
Derken bir haber daha ulaştı. Gelmeden önce çalıştığı iş yeri, işleri idare edemeyen patronu tarafından, başkalarına satılmıştı. Artık kendisini bekleyen ne bir küçük sermayesi ne de çalışabileceği bir iş yeri vardı. Sabır solukluyordu her nefes alışında ve derin derin duman çekişinde.
Ve bir gün, kayıplarla kanattığı kuş yüreğine, on sekiz ayın bittiğini söyleyecek şafak sökün etti. Yüreği birazcık kabuk bağlamış, kanaması dinmişti. Artık özgürce yapamadığı şeyleri yapmasını kısıtlayan disiplin, geride kalmıştı. Her şeye rağmen, tarif edilmez bir sevinçle ve kanat çırparcasına, memleketine doğru yol aldı. Ailesinin geride kalan fertleriyle, ertesi sabah birlikte yapacakları kahvaltıyı düşünerek… Hasretle yanıp tutuştuğu ve dünyaya merhaba dediği evine ulaştı, akşam karanlığında.
Garip bir karşılamaydı onu bekleyen. Herkes nasıl davranacağını, nasıl sevinip neye üzüleceğini birbirine karıştırmış bir vaziyette, bağırlarına bastı onu. Çünkü onu bekleyen sadece bu üç beş bağır kalmıştı. Sıfır noktasında bir başlangıca tekrar merhaba derken…
Ya nasip dedi Barış Çelebinin kul Ahmet’i gibi ve on sekiz ay sonra, yeniden kendi yatağıyla buluşmanın buruk bir sevinci kapladı birden. Kütük gibi bıraktı kendini yatağına ve hiçbir şey düşünmedi. Sabah yapılacak neşeli kahvaltıya uyanmak üzere uykuya daldı.
Gerçekte, neye uyanacağını bilemeden…
Yatağa girdiğinde saatler, 1999 yılının, sıcak bir 17 ağustos gecesindeki ilk dakikalar olan, 00.30’u gösteriyordu...
Buğra San
YORUMLAR
Neyin sahibiyiz esasında ve neyin sahibi olabildik ki? Her şey avcumuzdan uçup gitmeye mahkum değil mi? Canımız , ruhumuza giydirilmiş giysimiz, bir sicim ipliğine bağlı gibi olan aklımız, evimiz, eşimiz, çocuğumuz dediklerimiz mizler, mızlar muzlar....... hangisi bizim ki . Her yerde itibarı olan birer misafir demezler mi güzelliklerimize bile ? Ama her şeye rağmen Allah bir gönül vermiş ki bağlanıyor insan işte bir şeylere. Her ne kadar kaybetmek korkusu ile yaşamak zorundaysak da kısa bir sürelik de olsa benim evim, benim çocuğum, benim eşim, benim dostum , benim kardeşim diyebilmek güzel aslında. Yüreği kanayan adama gelince;
insan ki kapısının önünde yatırdığı kedisinin gidişine kahrolabilirsen, canından canlar kopmuş , yüreği kanamasın mı ? Kolay mı ? Çok içten ve duygulu bir kalemin var. Gidenler asla unutulmaz, yaraları kanar, zaman zaman iyice depreşir. Kaderin umutlu güzel günleri yazdırması temennisiyle hoşçakal kardeşim...
Ayşeceyhan tarafından 6/6/2008 7:55:17 PM zamanında düzenlenmiştir.
Ayşeceyhan tarafından 6/6/2008 7:55:48 PM zamanında düzenlenmiştir.