- 690 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'hep böyle olur'
çünkü yaşadıklarımızı günahlarımızla, suçlarımızla, korkularımızla, acılarımızla anlarız
Göç
‘Sana hiç bahsetmiş miydim büyükannemin annesinden?’
‘Yok, hatırlamıyorum.’
‘Ben küçükken büyükannem anlatırdı annesini. Henüz daha yedi yaşındayken annesiz kalmış benim büyükannem.’
‘Hadi ya! Zor olmalı, çok zor annesizlik!’
‘Çekmeyen bilmez canım, çekmeyen hiç bilmez. Büyükannem hem ağlar hem da ağıt yakardı. Acılar taşmaya başladığında kabından, sanırım gözyaşlarını saklamak daha zor. O da öyleydi, ağlardı. Uzun sürerdi ama ağlaması bile hoştu. Ilık yaz yağmurları gibi yanaklarına damlaları iner, gözleri yağmur sonrası parıldayan gökyüzü gibi oluyordu. ‘
‘Neden ölmüş peki annesi? Anlatıyor muydu onu da?’
‘Tabi ki! Büyükannemin annesi İran’da yaşayan Kürtlerdenmiş. O zaman Osmanlı yıkıldı yıkılacak, her tarafta yüzlerce tefrika, dernek, milis… Derken bir yandan Ermeniler Anadolu’dan göçe zorlanırken, diğer taraftan büyükannemin annesi de göç yapmak zorunda kalmış. Ancak ne acı ki, büyükannem babasını da hiç görmemiş. Babası da Medine müdafaasında şehit olanlardanmış. Her bir yan ateş hattında, savaş her bir evden ne yiğitleri toprağa gömmüş!’
‘Biliyor musun, aslında birinci dünya savaşında Osmanlı ve Müslümanlar neredeyse beş milyona yakın insan kaybetmiş. Düşünebiliyor musun, bir Ankara kadar insan savaşta, cephelerde, kendi yurdunu savunurken şehit olmuş. Buna bazı âlimler şu yorumu getirmişler. Derler ki, zaman öyle ki, ahirete göçenlerden ancak kırkta ikisi, üçü belki cennetlik bir durumda. İnsanlar o kadar atalet içindeki, çaresiz, elde avuçta zaten pek bir şey yok, devlet yıkıldı yıkılacak! Yüce Allah’ım da bir nevi o kadar insanı kendi katına günahsız geri dönmelerini sağlamak adına, onlara şehadet yolları açmış.’
‘Sana mantıklı geliyor mu bu fikir?’
‘Geliyor tabi, hem gelmemesi daha mantıksız olurdu.’
‘Bilmiyorum, ilk defa duyduğum için biraz afalladım sanırım ama düşünüp, belki mantığıma sığdırmak için uğraşabilirim.’
‘Zorunda değilsin ama yine de ne bileyim…’
‘Büyükannemin annesini anlatıyordum değil mi sana?’
‘Doğru ya, konudan konuya geçtik bir anda. Göç mi etmişlerdi?’
‘Göç ya! Anadolu’ya geliyorlar. Önce Malazgirt’e, sonra da Ankara’da bulunan, eskiden Ankara’ya göç etmiş akrabalarına doğru yola koyuluyorlar. Büyükannem anlatırdı ki:’ Malazgirt’e geldiğimizde, annem ellerini göğe kaldırmış, dua ediyordu. Anadolu topraklarının Müslüman beldesi olarak kalması için çabalayan, şehit olan hepsi için dua ediyordu. Kulaklarımla duyuyordum. Dua ediyordu. Annem, canım annem. Biz tek değildik tabi. Annemin ortanca kız kardeşi ve iki oğluyla beraberdik. Mustafa on sekiz yaşındaydı, Derviş ise on iki. Teyzem de çok sonradan, Ankara’da biz yaşarken annemle alakalı hikâyeler anlatırdı ama annemle beraber yaptığımız göç yok mu? Ah zavallı anam, canım, güzel, dertli anam! Malazgirt’ten Muş’a, oradan da Elazığ’a gidecektik. Mevsim sonbahar. Geceleri at arabasında yatıyoruz, gündüz olunca tekrar yola koyuluyoruz. Kat kat yün battaniyeler… Hiç aklımdan çıkmıyor. Biri bembeyazdı. Annemi de onunla gömmüştük mezara.’ Anlatıyordu tabi ama canım ağlaya ağlaya…’
‘Gerçekten çok etkileyici bir hikâye!’
‘Ya…’
‘Film olacak cinsten…’
‘Zaten iyi filmlerin çoğu da acılardan damıtılmamış mı?’
‘Öyle…’
‘Muş’ta mı vefat etmiş peki büyükannenin annesi?’
‘Yok, Muş’u, Elazığ’ı da geçmişler. Darende’ye geldiklerinde, büyükannemin annesi hayran kalmış Darende’ye. O an kardeşine dönüp demiş ki:’ Hayriye! Keşke burada ölseydim de, siz de beni buraya gömüp, Ankara’ya gitseydiniz!’
‘Orada mı ölmüş? Yani Darende’de…’
‘Yok, ama rahatsızlığı her geçen gün artıyormuş. Üstüne Bingöl’den göç eden başka ailelerle beraber yol almaya devam etmeye başlamışlar. Bir nevi kervan olmuşlar. ‘
‘Çok güzel olmuş aslında.’
‘Olmuş fakat büyükannem ağlayarak yine anlatıyordu ki, kervan Kayseri’ye geldiğinde, kış etkisini yavaş yavaş göstermeye başlamış. Kaleiçi’nden şehre girdiklerinde, kervandakiler büyükannemin annesini hekime gözükmesini tembih etmişseler de, istememiş kadın. Ama dayanacak gücü de yokmuş tabi. Üç gün göç edenler Kayseri’de dinlemişler. Hatta bir kısmı Kayseri’de yaşamaya karar vermişseler de, çoğunluk Ankara’ya yolculuklarını tamamlamak istiyormuş. Bir kere karar vermişler, sözden dönmek olur mu hiç! Ama büyükannemin annesinde takatin t’si yok! Kaleiçi’nde handa kaldıkları üç günün sonunda, seher vakti teyzemin feryadıyla uyanmış büyükannem. Annesi vefat etmiş. Ağlarken, yaşlı gözlerinden boncuk gibi dökülen yaşlar, acıyla derince çizilmiş yüzündeki çizgilerden akıp, avucunda sımsıkı tuttuğu beyaz leçeğe düşüyordu. O leçeğin annesinden kaldığını söylerdi hep. O gün Kayseri’de de annesini son gördüğünde, anlattığı gibi beyaz battaniyenin içerisindeymiş annesi. Ne acı…’
‘…’
‘Ağlıyor musun sen de?’
‘Bir de soruyor musun?’
‘Yalnızlıkta yazılanlar, yalnız okunur’
‘Dinleyin’ diyordu gözlüklü adam, ‘dinleyin beni ve bilin ki, adaletsiz dünyanın çivisi çoktan çıktı. Bari siz akıllı olun. Hırsızlara, haydutlara, teröristlerle iş tutan adamlara oy vermeyin!’ Nedense o an, Akif’le beraber konuştuklarımız aklıma gelmişti. Akif aslında kendince ünlü bir öykü yazarıydı. Dergilerde yazıyordu. Esas mesleğiyse pimapencilikti. Bir gün merak edip Akif’e sormuştum:’ Kardeş hakikaten pimapencilik bir meslek mi, nedir bunun aslı, hakikati?’ Gülümseyip cevaplamıştı:’ Vallahi kardeşim deli bir kere kuyuya taş atmasın. Aslında pimapen bir marka ismiymiş en başta. Ülkede pvc pencere piyasası arttıkça, pimapen markası bir nevi bu işin de adı olarak kaldı. Aslında ahşap pencere denilir ya, öyle de pvc pencere işiyle alakalı bizim meslek. Penceresi, yani çerçevesi pvc olan bir meslek işte. Açıkçası camcıyız da diyemiyorum ama bir nevi cam işiyle de uğraşıyoruz.’ Hakikaten mesleğini açıklarken bile Akif zorlanmıştı. Birine ne iş yaptığını sorduğunuzda o size cevap vermekte zorlanıyorsa biliniz ki onun işi pvc’dir. Pimapencilik mi demek lazım? Aman, neyse, pekte önemli olmasa gerek. Önemli olan tabi ki Akif’in öykü yazarlığı! Daha doğrusu beni ilgilendiğim kısım. Akif pvc’nin açılımını ‘poli vinil klorür’ olarak bilmese de, mesleğinde ustaydı. İkinci usta olduğu yerse, zannımca öykücülüğüydü. Onunla gurur duyuyordum. Hatta şakasına ‘sayısal lotodan para çıkarsa, öykülerini kitaplaştırırız’ diye onunla takıldığımda, ‘haram be, haram parayla değil kitap çıkarmak, yüznumaraya bile gitmem’ derdi. En son beraber Konya etli ekmeği yemiştik. O gün yerken de Akif’le garip sohbetimiz başlamıştı. Evliydi, bir de Nur isminde üç yaşında dünyalar tatlısı kızı vardı. Evli olmasına karşı aklı hep başka yerdeydi. Asla başka bir kadına sarkıntılık ettiğini ne duydum ne de gördüm ama yazarlık böyle bir şey olmalıydı! Onun yazarlığını beğeniyordum ve yer yer kıskandığımı dahi söyleyebilirim. Kıskanıyordum, evet, güzel yazıyordu kerata! Bir gün gelir: ‘Ahbap, bundan böyle aşk meşk yok, İslam coğrafyası zülüm içerisinde, artık yaşanan acıları, kana dair hesaplaşmaları yazacağım’ derdi. Ertesi gün akşam kahvede okey oynarken, bir yandan karşısında oturan oyun eşine ‘ben dönüyorum, elin nasıl’ diye sorarken, diğer taraftan oyunda rakibi olan bana dönüp’ olmuyor kardeşim, öyle de hiç yazılmıyor’ diyordu. Bir akşam balkonda oturmuş, kahvemi yudumlayıp, sigara içerken, telefonun çaldığını fark ettim. Ben salona, telefonun yanına varıncaya kadar telefon susmuştu ama tam geri dönecekken telefon bir daha çalmıştı. Telefonu açmayı hiç istemiyordum. Acı bir suyun boğazımdan akıp, damarlarıma karıştığını tahayyül edebiliyordum. Akif’ti. İşte o akşam, Konya etli ekmek yediğimiz gündü. Hazır olmamı, on beş dakikaya yanıma geleceğini söylüyordu. Sesi telaşlıydı, insanı kaygılandırıyordu. Lokantaya varıncaya kadar adamakıllı pek bir şey konuşamamıştık. ‘Aç mısın’ diye bana sormuştu. Aç değildim pek ama etli ekmeğe de hayır diyemezdim. Benim etli ekmeğim karışıktı. O ise kuşbaşılı sipariş etmişti. Kâğıt gibi pideleri hızla bitirirken, bir anda ‘Birgül’den ayrılıyorum’ dedi. O an ağzıma aldığım etli ekmeğin parçası tuz yığını haline gelmiş, burnuma ise petrol kokusu geliyordu. Fitil olmuş bir hüzün çökmüştü gırtlağıma. Zor da olsa yutkundum ‘neden’ diye sorarak. ‘İşte, bir sebebi yok. Aslında Birgül ayrılıyor ama erkeklik yapıyorum değil mi aklım sıra, ondan ayrıldığımı söyleyerek.’ Dediklerini beynimdeki hücrelere dikte ettiriyordum harf harf. Yanılmıyorsam ayrılmak isteğinin eşi Birgül tarafından geldiğini söylüyordu. Evet, bu mantıklı bir çıkarımdı. Söylediklerine bakılırsa mantılı bir çıkarım yapmıştım ama asıl merak ettiğim bu kararın verilme sebebiydi. ‘Nur’un her şeyi değiştirebileceğini zannetmiş ama çocuk bile yetersiz kalmış. Onunla ilgilenmiyormuşum. Öyle diyor.’ Ayranı içip, ağzımın içini, hatta mideme kadar tüm fazlalıklardan kurtulmak istiyordum. ‘Sen mutsuz musun peki eşinle? Bana hiç şikâyet etmedin Birgül’ü bugüne kadar. Anlatmadığın bir şey mi oldu yoksa Akif?’ Akif belli belirsiz hareketlerle etli ekmeğin son parçasını iki eliyle sıkıp, ağzına götürürken, gözleri dışarıya bakıyordu. Gözlerini benden kaçırıyordu. Dudakları oynamaya başlamıştı. ‘Budalanın tekiyim kardeşim, budala, dengesiz ve işe yaramaz birinin tekiyim. Şükür, işler iyi, hatta tıkırında, üç aya evin kredisi bitiyor. Arabayı değiştireceğim. Hatta yaza doğru ailecek Muğla’ya tatile gitmeyi dahi planlıyordum ama bunların iyi olması, beni hiç iyi yapmadı şimdiye kadar. Vazgeçmiştim ben. Aşktan da, evlilikten! Seninle tanışmıyordum o zamanlar, sana da anlatmadım pek geçmişte yaşadıklarımı. Yalnızlığın kini üzerimdeydi. Sabahları iş yerine gider, birkaç işi hallettikten sonra, öğleden sonra da iş yoksa eve gelirim. Hayata başarısız bir giriş yaptığım dönemdi; ruhen. Tatmin olamıyordum. Bir yanımda türlü türlü hesaplar yapan, matematiği kuvvetli bir insan yaşarken, diğer yanımda zalim diktatörleri bile imrendirecek derecede tehlikeli bir insanın yaşadığı, kendimi çift kişilik olarak tanımaya başladığım zamanlardı. Hayır, bu sözlerimden şizofrenim ben filan diyeceğimi bekleme, öyle değil. İmanımın vergisi, yalnızlığımın koyu, karanlık gecelerinde parıldamaktan sıkılmış bir yıldızın sonsuz ölüme kayışını andıran, tahayyülün kafamı zonklattığı günlerde, hep yazdım. Öyle ki, sadece canım isteyince ölebileceğimi düşünüyordum. Sağlığımı bile etkilemeye başlamıştı içimdeki kuşkuculuk. Her şeyden kuşkulanıyor, fikirsel olarak ruha akan ümitsizliğin öfke olarak dışavurum yaptığını görebiliyordum. Bir ara sinir ya da ruh doktoruna filan gideyim diye düşünüyordum. Yalnızlığımın içerisinde ümitsizlik öfkeyle sarmalanırken, istediğimin ne olmadığını bilecek kadar da yol almıştım. Belirsizlik içerisinde sürüklenip, kederime denize düşüp de, gördüğü ilk cankurtaran simidine çok sevdiği birine sarılır gibi sarılan insan gibi sarıldığım o günlerde, karşıma Birgül’ü çıkardılar. Kurtarıcı olamayacağımı, asla faziletli bir tedavinin soğuk metal aleti kadar işe yaramayacağımı dile getirmiş, ruhsuz akrabalardı beni Birgül’le evlendiren. Derin bir tecrübe biriktiriyordum. Senden saklayacak, utanacak değilim. İlk gün bile doğru dürüst elimi bile sürmedim. Güzel değil mi? Pek çok insan onunla evlenmek için sıraya bile girebilir, bilmiyorum. Umurumda da değil. Sonra balayı yapalım hesabına Kaş’a gittik. Bir kez denize girdim biliyor musun? Kaş’a gidiyorum ve bir kere denize giriyorum koca on günde. Neden mi? Dışarı çıktığım o gün, gözümle gördüklerim karşısında inanılmaz bir nefrete sürüklenmiştim. Birgül’ün hiçbir suçu yoktu, olamazdı da. Bu benim aklımla var olan mücadelelerimden biriydi yalnızca. Birgül’de zaten denize girecek bir kadın değil, biliyorsun. Ama kıza balayını bile zehir ettim. O zorluyordu sevişmemiz için. İlginç bir şekilde beynimle küçük Akif’i yönlendirebiliyordum. Bir anda toplu iğne batırılmış balon gibi etrafa saçılan şeyler ve ardınca ufalan bir şey… İğrencim değil mi? Akşamını da, yemeğini de berbat ettim.’ Rahatsız olmamıştım tam tersi ilginç bir şekilde rahatlamış, anlattıklarından dolayı ona dair pek çok sorum anında cevap bulmuştu. Konuşmam gerektiğini anladım. O susmuştu. Yorulmuştu sanki. Çay istiyordu garsondan ikimize de. ‘Aşk, peki aşk mı istiyordun sen Akif? Birgül’de bulamadığın ne oldu?’ Gülümsedi. ‘Biliyor musun, aşkı taharet ve duygusallık olarak algılayan pek çok insan var dünyada. Klişe sözlerden, değişik laga lugalardan da tiksiniyorum. Demek istediğim şu ki kardeşim, aşk dedikleri ne ki? Ayıptır söylemesi sikişmek mi yani? Buysa, bunun için çok güzel yerler var. Demek istediğim …’ Sustuğunda efkârlanmıştı. Akif sigara içer miydi, belleğimde onunla sigara arasında bir fotoğraf hiç anımsamama rağmen, ceketinin cebinden kırmızı, kısa bir sigara paketi çıkmıştı. Merakımı sözleriyle hemen dindirmişti. ‘Şu meledi de ne güzel bırakmıştım. Kaç gündür tekrardan başladım.’ Paketten bir dal da bana uzatıyordu. Garson elindeki tepsiyle iki bardak çayı getirirken, bir yandan söylemek istediği bir şey varmış gibi kaygılanıyordu. ‘Beyefendi, mekânımız kapalı olduğu için sigara içmek yasaktır. Lütfen sigaranızı söndürür müsünüz, rica etsem…’ Akif’in sert çıkışıp, akşam akşam başımıza bela getireceğini düşünürken, Akif mülayim bir şekilde garsona bakmış, ‘tamam, çayları şu dışarıdaki masaya getir de, öyle içelim’ demişti. Şaşırmıştım. En mantıklı çözümde buydu aslında ama beni asıl şaşırtan, Akif’in kafasının bu kadar karışık olduğu bir zamanda, böyle bir hadise karşısında işi kolayca tatlıya bağlamasıydı. Yoksa ben mi abartıyordum?
Akif anlaşılmamış bir megalomaniyle ikinci sigarasını yakarken, ‘Nur’a acıyorum, başka bir şey değil. Benim gibi budalanın çocuğu olmamalıydı!’ diye etrafa küfredercesine bakıyordu. Karnım gurulduyordu. Ayak parmak uçlarımdan itibaren kasılma başlamış, sol kasığıma kadar bir kramp beni benden alırken, Akif gözlerini kül tablasına dikmiş, tatile gitmek için ayırdığı parayla, yazdığı öyküleri kitaplaştıracağını söylüyordu.
‘O gelsin bari’
Bir ambulans gördüm. Az kalsın bana çarpıyordu. Bisiklet kullanmanın zararlarından biride budur, ambulans dahi olsa, onu görsen dahi, sana çarpabilir. Önemsemiyorum. Denizi nasıl önemsemiyorsam, hiçbir şey önemsemediğimi iddia ediyorum. Kendimi de sevmiyorum bu aralar. Belki aynaya baktığımda daha çok sirkeli bezle yüzümü, vücudumu silmem gerekli diye düşünüyorum ama tek başına bunu yapmak bile zor. Alerjim olmasa bir köpek de bu işi halledebilirdi diye düşünüyorum ama dişi olması şart! Zamanında o kadar çok insandan kadınları gafil avlayan köpek cinsinin hikâyesini dinlemiş olmalıyım ki, yine cinsiyet ayrımı yapıyorum. Gözlüğümün camlarını silmeliyim. Güzel camlar, ikisine birden tükürüp, dilimle siliyorum bazen onları. Ne garip değil mi? Tozlarını dilimle kendime alırken, geride bir şeyi görmenin imkânsız hale geldiği gözlüklerimle baş başa kalıyorum. Sahi gözlüğün başı var mıydı? O gün tüm gün boyunca yemek yememiş, otobüs terminalinde onu bekliyordum. Herhalde dünden beriydi açlığım. Öteki dün ya da günden olsaydı, midem felaket bir şekilde sızlayabilirdi. Bir günlük açlık beni pek örselemiyor. Ses etmeden duruyor, kendimi sıkıp, ilgi çekici bir gibi durmaya çalıştığım otobüs terminalinde damdan düşercesine aklıma gelen şeyleri ötelemeye çalışırken, irice bir otobüs yirmi dördüncü perona giriş yapıyordu. Hız ivmesiyle doğru orantılı olarak azalan otobüs durduğunda, kapı açılır açılmaz inen, bagaj kapaklarını açıp, yolcuların çantalarını vermek için birkaç dakika terleyecek olan muavindi. Bisikletimin üzerinde oturuyor gibi durmuyordum ama aslında ben üzerinde oturuyormuşçasına rahat tavırlarla otobüsten inenlere bakıyordum. Saydım. İki kapıdan da toplam otuz altı yolcu inmişti. Bagajda eşyası olan ve olmayan tüm yolcular otobüsten hızla uzaklaşırken, bir sonraki perona doğru yaklaşıp, hızını azaltan otobüse doğru bisikletimi vücudumla sürükledim. Dudaklarım arasında külden bir tabut boşalırken asfalta doğru, irsiyedime ait acıları fazilet sayarcasına yaşanabilir kılan tanrımla konuşuyordum.
‘Çabaladım benim yüce dostum, çok çabaladım. Sen benim ki tek dostumsun, tek olmanla övündüğümü söylemeliyim. Aslında övünmek zorunda da değilim ama bir çocuk gibi bu durumdan dolayı övünüyorum. Defalarca düşüyorum, ellerimi bırakıyorum, çoğunlukla yerden kesiliyorum, çığlık atıyorum ama şu an terliyorum. Yüce dostum, biliyorum ki tek sözüne bakar. Biliyorum ki bugün de dün olduğu gibi, ondan önceki gün, ondan önceki dünler de ve günlerde olduğu gibi hiç gelmeyecek. Çok sıcak. Bari yağmur yağsın da biraz, serinleyeyim. En azından gelecekse, küçükken gözyaşların sandığım yağmur gelsin. O gelmeyecek, hiç gelmeyecek çünkü benim güzel dostum!’
YORUMLAR
İlk öykünün klasik tarzıyla okurun içine dolan hüzün, ikinci öykünün başındaki "garip" meslek sorgusuyla ortamı terkediyor. Devamında anlatıcının sorguladığı modern hayat örgüsü hem onu hem de okuyucuyu geriyor. Hayli yıpranmış başlanan son öyküde absürde varan kelime oyunları ve final kısmındaki çaresizlikten yorgun düşmüş "Her mihnet kabulüm, yeter ki gün eksilmesin penceremden" kıvamında teslimiyet odaklı yağmur duası, okuyucuyu da sinirlendirip "bari saati söyle, kardeşim" densizliğine itiyor.
Güzeldi, hem de üçü birden... Üçünün art arda olması tarz mı yoksa diğer defter sakinlerine verilen: ilham kimden sorulurun bir cevabı mı?
Teknik bir soru; vermişseler mi, vermişlerse mi?
HakkınSesi
Yazılarda üç tane öykünün bir arada olması, açlıkla alakalı. Tarz veya başkasına kendini örnek olarak gösterme ideası açlığın belki baş ağrıları ya da çeşitli semptomları olabilir. Ki bunlar da açlığı yansıtmaz, onu hedef olarak gösterebilirler. O açlığa dair en güzel soru da 'öykü nasıl yazılır' kısmıyla başlıyor. Hâlâ bu soru canımı sıkmaya devam ediyor.