- 619 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'yanlış zaman öyküleri'
İkili Koltuk
‘Bunu getirdiğimiz iyi oldu, yoksa oturacak bir şeyimiz yoktu adamakıllı. Aslında sandalye var iki tane ama onda da oturulmaz ki! Kıçımıza ağrı girer. Biraz tozlu mu ne! Ne dersin, iyi yaptık değil mi?’
‘İyi yaptık yapmasına, tam anlamıyla içim rahat değil. Aklıma elli türlü şey geliyor.’
‘Ne gelebilir ki? Altı üstü ikili koltuk işte. Hem tekliler de hâlâ çöpün yanında. Onları da alabiliriz aslında ama onlar bunun kadar temiz değillerdi ya! Sanırım birinin de kumaşı yırtılmıştı.’
‘Bu iyi, yeter de ama yine de içim rahat değil. Bir yandan katlanamıyorum başkasının koltuğunda oturmaya, yatmaya.’
‘Neden ya, ne olacak ki? İstersen üzerine bir çarşaf da sereriz. Mis gibi olur.’
‘Hatırlarsan bu evi ilk tuttuğumuzda da içimde bir rahatsızlık vardı.’
‘Evet, hatırlıyorum ama ben o rahatsızlığı tam olarak anlayamadım desem, nasıl diyeyim, çok karışık düşünüyorsun. Tam olarak ne hissediyorsun, ne düşünüyorsun, inan anlayamıyorum.’
‘Yalnızca koltuk olayı değil bu.’
‘Evet, biliyorum, farkındayım, evi tutarken bile odalarında sinek gibi dönüp durdun. Küvete dokundun. Duş başlığına, mutfak tezgâhına, gömme dolaba… Her şeye birkaç defa dokundun, önlerinde durdun. Bir şeyler düşündün hep ama bana hiçbir şey anlatmadın da!’
‘Biliyor musun, bu evde de hiçbir şey değişmeyecek!’
‘Nasıl yani, ne demek istiyorsun?’
‘Diyeceğim şu ki, bu evde de mutsuz olacağım.’
‘Niye böyle söylüyorsun? Hayır, anlayamıyorum yani, ne demeye çalışıyorsun. Sorun ne? Ben miyim? Bu mutsuzluk kelimesinden bıktım artık çünkü!’
‘Aslında seninle bir alakası yok. Eski püskü bir koltukta dahi oturmaya razı olan birisinin ancak elinden, eteğinden öpülür. Konu bu değil, bu olmadı, zaten bunu konuşmuyoruz. Demek istiyorum ki…’
‘Ne demek istiyorsun? Seni tatmin edemiyorum desem, bu kabul edilmez bir şey olur. Her defasında defalarca dilsiz teşekkür öpücükleri alan benim. Hayır, bu olmamalı mevzumuz. Mutsuzluğunun bununla bir alakası olmamalı! Ben seni son derece iyi bir şekilde, istediğin gibi, istediğin vakitte tatmin ediyorum. Bu değil, hayır, başka bir şey! Ne peki?’
‘Bir aptal olmalıyım herhalde seninle cinsel konularda tatmin olamadığımı söylersem. Bu öyle değil. İç çatışmalarımın sesi o kadar yüksek çıkıyor ki, bazen onları susturamıyorum. Birtakım yüzeysel duygularım, yerini aklı başında düşüncelere bırakmak istiyor. Zaman, koşulsuzluğun ardınca vicdanlı, merhametli bir anne gibi o iç çatışmanın önünde siper oluyor, ancak bu da yetmiyor, yeterli olmuyor. Aslında bu koltuğu ilk gördüğümüz an, aklıma gelen ilk şey, bu koltuğa çarşaf serip, üzerinde seninle sevişmekti. Daha sonraki saniyelerde aynı düşünceye sahip insanların olabileceğini düşünmek ve hatta eskiden bu düşüncenin uygulanmış olabilirliği kaygısıyla soğudum. Koltuktan soğudum. Üzerinde otururken dahi, sevmediğim biriyle, aynı daracık mekânı paylaşıyormuş hissini bana veriyor. Kıllarım sanki diken diken… ‘
‘Seni rahatsız eden şey, başkalarının da bu koltukta sevişme olasılıkları mı?’
‘Tam olarak bu değil! Bahsetmeye çalıştığım şey aslında bir mutsuzluk haliydi. Sebep olarak koltuğu görmemse, açıklanabilir dayatma mekanizmasıyla alakalı!’
‘İnanıyor musun hâlâ?’
‘Neye?’
‘Herhangi bir şeye! Bu tanrı da olabilir, başka bir şey de.’
‘Tanrı konusunda fikirlerim aynı. İnanıyorum O’na ancak bir yandan da inanmıyormuşum gibi geliyor.’
‘Neden ki?’
‘Aslında onunla konuşuyorum hep. Ona sorular soruyorum, cevabını hemen vermeyeceğini bildiğim halde, bir sürü soru soruyorum. Melankoli ölümcül haddelere ulaştığı anlarda, sorularım daha öznel oluyor. Madem benim tüm yaşayacaklarımı biliyor ve madem öleceğim günün de tarihini belirlemiş, o zaman yaptıklarım konusunda sorumluluğu kimin alacağını ona soruyorum. Yine sessiz kalıyor ve yine sessiz kaldığından, cevabın ben olduğumu fark ediyorum. Yaptıklarımın hesabını da çekecek miyim diye tekrar soruyorum. Bu aslında işin rengine göre değişiyor. Belli başlı kurallar dahi var. Başkasının ırzına, rızkına haram yoldan ortak olmak mesela önemli ölçütlerden biri! Ben sanatçı adamım diyorum. Kazandığım para pek az. Bana faydalı olan şeylerin hepsi aslında eczanelerde. Bu eczanelerden her ay birini soymak istiyorum. Uyuşmak mı istiyorum? Hayır, sorun uyuşmakta değil. Tam tersi uyanık olup, yarım kalan her şeyi tamamlamayı düşünüyorum. Lavabodaki klozetin pipisinin musluğu vardı ya hani, eve girince sen lavabodayken beni çağırmıştın. Pis kokuyordun ya, anımsadım da tekrar!’
‘Yaaa, salaklaşma! Ev taşıma stresiyle adamakıllı tuvalete gidememiştim hiç.’
‘Belliydi, bağırsaklar kokmuştu resmen.’
‘Abartma istersen. Konuyu iyice dağıttın ama sen ya! Boş ver benim bokumu, pisliğimi de, sadede gel!’
‘Saadettin’e mi?’
‘Uf, lütfen ama…’
‘Evet, nerede kalmıştım. O musluk değil mi? İşte uyanık olmalı, o musluğu da değiştirmeliyim diyordum.’
‘Hiç sen yorulma, tamirci çağıralım canım. Ne dersin?’
‘Paran varsa hiç durma!’
‘Senden daha iyi tamirci tanımam ki ben!’
‘Uzun bir süredir düşünüyorum.’
‘Neyi?’
‘Uzun bir süreliğine şu yerdeki yatakta yatmanın bizim için çok iyi geleceğine.’
‘Neden ki?’
‘Aslında düşünmek demeyelim de buna, bir tür inanç…’
‘Yerde yatmanın nasıl bir inancı olabilir ki? Anlamıyorum bazen seni canım.’
‘Sanki daha yakınız. Toprağa yakın olmak gibi. Sırtımız zemine değiyor, bir yandan da kucaklayabiliyorum seni doya doya. Altımızdaki ince yatağın hiçbir önemi yok. Sen bundan rahatsız olmuyorsun. Aslında bu inancımın armağanı gibi!’
‘Armağan? Kim? Yatak mı, yoksa ben miyim?’
‘Tabi ki sensin!’
‘Çok zengin olup, nasıl söylesem, böyle son derece modern ve estetik karışımı bir evde, yatak odasında yine benimle olmak ister miydin? Yoksa bensiz de oranın tadını alır mıydın?’
‘Neresi olursan olsun, sadece seninle…’
‘İkili değil, tekli koltuk bile bize yeter aslında canım.’
‘Ömür boyunca!’
‘Ömrüm, yani ömrün boyunca aşkım!’
Patlak Top
Sessiz, yıkıcı bir sabah karartısı... İçi boş yumurta kabuğuna benziyor. Çok hassas ve son derece estetik, oval, oval olan, daha doğrusu geometrik şekilli her şey ilgi çekici! Eğer insan bu geometrik şekillere çevresindeki doğa gibi sahip olmasaydı, ruhu bedene girmek istemezdi. Bunlar teoriyle daha rahat anlaşılabilir. Doğduğumdan beri daha garip gelen şey benim. Hayır, bir işe yaradığım için değil! Olasılığı da pek severim. Benim dünyaya gelme olasılığımı düşündüğümde, çok zayıf bir oranla karşılaşıyorum fakat ne yazık ki hayattayım! Öleyim mi? Gerçeği bildiğim günden beri, evet, gerçekleşe karşılaşalı dünyaya geliş amacımı öğrendim. Aylardan Eylül’dü. Ne de severim Eylül ismini. Mahallemizde Eylül adında bir kız vardı. Akşamları onun ara sokağa inmesini beklerdim. Yaşça benden büyüktü. Saçları ikiye ayrılmış şekilde örülüydü. Saçlarını kim örerdi, nasıl öyle tatlı gözükürdü, büyüyünce ne olmak istiyordu; türlü türlü sorularım vardı ona dair. En çokta giydiği mavi, gri karışımı elbiseyi seviyordum. Patlak bir topumuz vardı. O topu ben getirirdim. Birbirimize atıp dururduk. Ne anlardık o patlak topu birbirimize atıp durmaktan, nasıl eğlenirdik, nasıl bir eğlence anlayışıydı; şimdiki aklıma düşünmek istemiyorum ama Eylül bir taneydi. Bozkırın tek çiçeğiydi. Papatya mı desem, yoksa ölmek üzere bir sevgiliye toplanan kır çiçekleri mi? Onu son kez görmek istediğimde, iyi hatırlıyorum, evlerinin önünden geçmiştim. Demir kapıya vurup kaçmıştım ama kimseler o kapıyı açmamıştı. O günden sonra her akşam ara sokağın girişindeki bakkalın önündeki kaldırımda oturup, onun dışarı çıkmasını bekledim. Çıkmadı! Boğazda kalmış lokma gibiydi. Hayır, çıkacaktı. Biliyorum, hoşuna gidiyordu onun da! Hatta çıkarsa, ona beni beklemesini söyleyip, bir koşu eve gidecektim. Annemden para isteyecektim. Top alacaktım. Patlak değil. Şişik ve son derece güzel, oval, yere çarptığı an tatlı bir şekilde gökyüzüne geri yükselen…
Çıkmadı. Bir daha hiç çıkmadı. Çıksaydı eğer, eğer o demir kapılı evden çıktığını görseydim, koşacaktım, sarılacaktım ona. Bu olur muydu? Hayır, sarılmazdım belki ama bir damla yaş düşerdi yanaklarımdan süzülüp boynuma doğru. Erik getirirdi. Avucuna zar zor sığdırabildiği üç dört eriği getirir, top oynamadan yerdik.
Beyaz geceler karanlığın örtüsüyle kaplandığında,
Sokaklar uyuz bir köpeğin esiri altında ıssızlık şarkılarını söyleyen ayyaşa aitken,
Aş ermiş bir kadının mevsim dışı isteklerine boyun eğmiş garip adamın telaşlı bakışlarında,
Sokak lambası bir sönüp, bir yanarken…
Mademki ölmek için yaşıyoruz,
Tabi ölmek mesele değil de, daha hiç yaşayamamışken,
Haberi geliyordu küçük bir kızın:
-Yüksek ateş tanısıyla kaldırıldığı hastane de, geçirdiği havale sonucu tekrar hayata döndürülemeyen küçük kızın kalbi durmuştu.
Biliyorum. Nicedir hiç uğramadığım o topraklarda, şehrin ücra bir köşesinde her gün büyüyen mezarlığın bir ucunda, küçük bir kızın cansız bedeni yatıyor toprağın altında. Adını aklımdan çıkaramasam da, mezar taşını hayal ettiğimde, kır çiçekleri geliyor aklıma.
Mütemadiyen Aşktan İbaret Acı Sandığımız Şey
Elimde sımsıkı tuttuğum şey onun mektubuydu. Mektubunda bugün saat üçü kırk beş geçe geleceğini yazmıştı. Oradaydım. Gerçekten de saat üçü kırk beşe trenin gelebileceğini söylediler. Defalarca Ankara’ya gidip geldiği için, trenin tehirli olmasına karşın, tahmin edebilmesinin kolay olacağını düşünüyordum. Boynumdaki şal yarısı istasyona gelirken ıslanmıştı. Saçlarımda öyle. Üzerimdeki ince mantoya bakmamıştım bile. Ancak ayaklarımda hafif bir ıslaklık hissediyordum. Mektubunda bana ayakkabı getireceğini yazmıştı. Sevinmiştim. Mektubu tuttuğum elime bakıyordum. İki hafta önce arkadaşımın düğününde kına sürmüşlerdi. Aysel zorlamıştı. Sena evleniyordu. Aysel evliydi. Ben bekârdım. Aslında evlenme gibi bir düşünceyi aklıma pek koymamıştım, ta ki onunla tanışıncaya kadar.
Devlet Malzeme ofisinde memur olmamda kolaylık sağlayan rahmetli babamın arkadaşı Feridun Bey’in yeğeni Selim’i ilk gördüğümde ondan etkilenmiştim. Bakışları çok etkiliydi. İçime işliyordu. Bazen ürperiyordum. Benimle konuşmak için önce benden izin istiyordu. Nazik, etkileyici, sanırım yakışıklıydı da! İlk haftalar gündelik merhabalar ve hal hatır sormalardan başka pek bir şey konuşmuyorduk. Memuriyetimin ilk ayları olduğundan, dairedeki arkadaşlar bana hep yardımcı oluyordu. Selim Bayındırlıkta çalışıyordu, yüksek mühendisti ve mal alım satış konusunda uzmandı. Kimi zaman devletin tüm kurumlarının ona ihtiyacı olduğunu düşünüyordum. Mühendisti ama garip bir şekilde pazarlamadan da iyi anlıyordu. Sonradan öğrendiğime göre, Feridun Beyin kardeşi Nazım Beyin, yani Selim babasının Bomonti’de fabrikası varmış. Bunlar beni pek ilgilendirmiyordu. Para pul gün gelir değersizleşirken, sevginin, aşkın değerli olduğu günlerin hep var olacağı bir insanla yuva kurmak hayali bile güzeldi! Selim gibi birinin çevresinde hiçbir kadının olmaması da ilk başta garibime gitmişti, sonradan merakımı dindirecek cevaplar vermişti. Bir türlü o da güvenemiyormuş. Kendi başına kaldığı zamanlar çok düşünmüş o da; aşkı, sevgiyi, evliliği… ‘Ben de ne buldun’ diye bir gün ona sormuştum. ‘Sen doğalsın, katıksız… Daireye geldiğim zaman, seni göreceğim fikriyle merdivenleri çıkarken sanki çiçeklerin arasından hızla koşup, nefesimi tutuyor ve senin yanında, yakınında anca nefes alabiliyorum’ diye cevap vermişti.
Üçü kırk sekiz geçiyor. Ankara’dan bolca kitap getireceğini de mektupta yazmıştı. Selim kitap okumayı çok seviyordu; özellikle de dünya klasiklerini. Memuriyetten kazandığı parayı kitaba harcadığını söylemişti bir keresinde. Babasından kalan fabrikanın kazancı iyi olduğu için, memuriyetten kazandığı maaşı kullanmasına da gerek yoktu. Bir keresinde ona istemeyerek de olsa, meraktan sormuştum ‘neden memuriyeti bırakıp, fabrikanın başına geçmediğini.’ Cevabı gayet makbuldü. Hiç kimse bira fabrikasının ne zaman açılıp, ne zaman kapanacağını bilemezdi. Özellikle darbe söylentilerinin dolaştığı bir dönemde, memuriyet onun için güvenli kapı demekti. Hem yüksek inşaat mühendisiydi. Bir gün müteahhitlik üzerine iş de kurabileceğini söylemişti ama o da herkes gibi demir fiyatlarının düşmesini bekliyormuş. Bunların benim adıma gerçekten bir önemi yoktu. Ben onu bekliyordum. O gelecekti. Üçü kırk beş geçe varacaktı. Haydarpaşa’nın merdivenlerinden beraber inip, denize bakacaktık. Acıkacaktı büyük ihtimal. Sahilde köfte ekmek yiyebilirdik ya da o nereye gitmek isterse, beraber giderdik. Ben ona tabi olacaktım. Bir dediğini iki etmezdim ki! Onu seviyor muydum? Tabi ki seviyordum. Mektubu elimdeydi. Hafif sarımsı, beyaz bir zarfın içerisinde onun mektubu ellerimin arasındaydı. İstasyondaki saat dördü gösteriyordu.
…
Yağmur yağdığında, ip çürüdüğünde, masal bittiğinde, ayakkabının deliğinden su girdiğinde, damarlardan kan çekilirken, gözlerin feri dipsiz bir kuyuya eğilip, elveda mırıltısıyla son nefesi alırken dünya, merhaba aşk diyesim geliyor. Her şey önce insana masal gibi geliyor ancak en büyük acıyı gerçek olduğunu fark edebildiği vücudunda buluyor. Bıçağın ucunu dahi parmağına batıramıyorsan gerçekten de zavallısın. Çünkü buna bile katlanamıyorsun. Ancak tamamen ölürsen… Ne yazık ki bu ölüm de yaşaman için tekrar! Ne diyorum, kendim bile kendime katlanamıyorum artık. Yaş oldu altmış. Kurtulamıyorum şu garip melankoliden. İçim sızlıyor. Hıçkıra hıçkıra ağladığım gençlik yılları da ne çabuk da gelip geçti. Fark edemediğime mi üzüleyim yoksa tattığım acılara mı? Acılar… Ah gençlik, her seferinde acılardan bahsediyorlar. Çoğunlukla da aşk acılarını birbirlerine anlatıp duruyorlar. Hepsi ne kadar da masum! Ne yazık ki herkesin istediği gibi olmuyor. Hayat öyle ütopik ki, gerçek bile bir zaman geliyor acıtmıyor, acı vermiyor insana. Geride kalan şeylere üzülüyor muyum peki? Hayır, o yıllara tekrar dönsem, tekrardan aynı acıları yaşayıp, tatmak isterdim. Selim’e olan sevgim gibi! Merak ettiniz değil mi? Selim geldi mi, gelmedi mi diye. Uzatmayayım. Gelmedi. O gün saat altıya kadar onu beklemiştim. Saçlarım ıslaktı. Sahi, gençken ne güzel saçlarım vardı! Aslında da şimdi de güzeller ama aynaya bakınca o beyaz hallerini görünce, ruhumun artık dönülmez bir merhalede, kışlara dâhil olduğunun farkındayım. Kışlar, güzel kışlar vardı sahi eskiden! İstanbul’a ne de güzel kar yağardı. Güzel İstanbul’um! Ben gençken ne de güzeldi Boğaziçi’n! Bozulmamıştı o asude güzelliğin. Her asır elmas saklanan, gözbebeği kıymetindeki o güzelliğin nerede, şimdi ki var edilmiş sahte azametin! Bir zamanlar dedelerim nasıl içlenmişse, ben de onlar gibi içleniyorum senin adına. Ah… Ah…
Selim, evet. Günler sonra bir mektup daha geldi. Selim’dendi. Son anda tüm planlarının değiştiğini, Ankara’da kalmak zorunda kaldığını yazmıştı. Ankara’da Bakanlık dairesinde Selim’e önemli vazifeler vermişler ve Anadolu’nun çeşitli il ve kazalarında önemli fen işlerinin başına onu atamışlardı. Feridun Bey’de mektup geldikten birkaç gün sonra yeğenin artık Ankara’da kalması gerektiğinden, fabrika işlerine bakmak adına emeklilik dilekçesi verdiğini dairede anlatmıştı. Herkes onun emekli olacağına üzülüyordu ama benim asıl üzüntüm Selim’in artık Ankara’da yaşamaya başlayacak olmasıydı. Elbette günler, haftalar ve hatta aylar geçti. Onu unutmak adına değil, onunla beraber olmamın imkânsızlığını aklıma, mantığıma sığdırma adına geçen zaman zarfında, acı çekmiştim. Hiç geçmeyeceğini sandığım acılardı.
Ziyaret babında daireye uğrayıp, eski dostlarını görmek istediği bir gün, doğum iznine çıktığım zamana denk geldiğinden, onunla son kez de olsa karşılaşamamıştık. Son kez onu görüp, gözlerindeki bakışların nasıl bir hüzne dair olduğunu görmek istiyordum. Eh, olmayınca olmuyor tabi! Her şeyin hayırlısı! Birazdan Akif Bey’le kızımın evine gideceğiz. Malum, dedeler torunlarını çok severler.
Ah Akif Bey, keşke beni de torunumuz Özlem’in çeyreği kadar sevseydin. Ah, ah!
Mor Acılara Sarılı Gazeteler
Yirmi beş kuruş mutluluk, sadece yirmi beş kuruş! Etrafım yalnızlığa adanmış adamlarla dolu, bir o kadar da kadın. Kadınlar, o güzel kadınlar, yüz kadın da bir, birinin boynunda dudak izim tahayyül. Gazeteyi ters çevirip okumalıyım. Mutlaka ölmeden hesabı ödemeliyim. Vazgeçip bir köşeye sinen kedi kadar, ölmeye bile aldırış etmeden geçip gitmeliyim. Ya merhamet, ne dersin, kime dersin, neredesin? Ülkemin tozlu, yapraklı sayfalarından sana geriye hikâyeler kaldı. Bende ki merhamet kediyle beraber külüstür bir arabanın sinesine giriş yaptı. Egzoz bağırmamalı. Olmadı adımlarımı dahi atarken dikkat etmeliyim artık. Toprak, uzak diyarlardaki topraklardan haber almıştır, o da saygı duyuyordur, biri ölürken, ötelerde, çok uzakta, kanı içre! Ben merhamet kalesinden atladım. Ben atladım. Ölmedim. Merhametsiz insan ölmez. Yaşar, daha çok yaşar. Yirmi beş kuruşa değil, yirmi beş milyara, trilyona mutlu olur. Para değil derdim. Efendi! Efendi, para değil dertleri. Dedim ki yirmi beş kuruş, siz onu milyar, trilyon yapın. Bir fincan kahvede boğulurken keder, kısık sesli kasımpatılara dokunuverdi ayakucum. Kötü, kusur bulmakta ünlü eleştirmen, görgüsüzce bağırıyor. Bu âlem oysa ne çok gidene ağladı, ne çok geride yarım bırakılan, yandı. Kahve soğurken, yüreğim acıyor. Kandırılmaktan kandırmaya alışkanlık türedi. Avunmanın tadıydı özlemek huzuru. Özlemek nasıl bir şeydi anlatamam, Bembeyaz örtülere serili her yaştan beden. Tamam, sakinim, çok sakinim.
-Çevirir misin lütfen gazetenin şu sayfasını. Çevir, haydi, bitir şu çileyi. Kan, dram, trajedi!
İçimde merhamet kokulu bezler vardı, son derece usta bir şekilde gazeteye sarıp, çöpe attım. Ama çöpten çıkanlarla yaşıyor bazıları. O kadın, bir kadın, çöpe her gün, her bir çöpe elini sokan, başı örtülü, yüzü temiz, ellerindeki eldiven kirli kadın! Öykünü susturur diye içimi, içime yuttum. Saçlarım kıvrılıyor. Alçak ruhlu adam! Bir görünüp bir görünmeyen yüz benim olmalı. Aklımdan ilk geçen şeye atlamaktan korkuyorum. Hayır, merhamet kalesinden düşeli ben göçebeyim. Mecnun’un aldığı yollar gibi, sevgi değmez artık hiçbir aşkla topraktan olana. Bana mor acılardan, bin hikâye, sönmeyen bir ateş kaldı.
-Alabilir miyim gazetenizi? Okuyup, geri vereceğim size.
-Sizde kalabilir, bana kâfi!
YORUMLAR
Defterde kahramanlarının taşıdığı bunalımlı ruh halini en iyi veren yazarlardan Hakkın Sesi'ni okurken, gerek diyaloglarda gerekse anlatıcının söylediklerinde ara ara Dostoyevski'nin nihilist Raskolnikov'unu, ara ara da Camus'un absürt Mersault'sunu yakalıyorum. Zaten bir edebi eserde kahramanlarla iletişime geçiyorsanız bu yazarının başarısı değil midir?
Elinize sağlık Yazar...
HakkınSesi
Saygılar