YOLUMUN ÜSTÜNDE BİR İBRET ÖYKÜSÜ
Karamsar biri değildi. Ama gülerken yay gibi kalkan kaşları şimdi , iki büyük virgül gibiydi. Gördükleri onu alıp götürmüştü.Yay kaşları değişti.
İnsanoğlu ne dayanıklı diye düşündü. Hiç kolay ölünmüyor. Yavaş yavaş sindire sindire gelmiş ölüm. Şu duvara yakın yataktakini bulmuş bir sonbahar günü. Kurtuluşu olmuş.İçerden moloz atar gibi gibi taşımışlar cesedi. Bir insana ait değil de bir yaratığa aitmiş gibi.
Niye 1. kısım 2 kısım diye adlandırılmışsa, 1.kısımdaki rutubet oranı % 70, 2.de %50 mi ki. Duvarlar yarı beline kadar suya batmış , pirinç hasadındaki insanlar gibi. Renkler birbirine karışmaktan usanmış boş vermişler kendi renklerini. Salıvermişler boz bulanıklığa sıvaşmış kalmışlar taşlarda.
Duvarda .öyle yerden uzanılacak uzaklıkta değil ama, iki adam boyu yükseklikte, yaşlı bir ihtiyarın ağzı gibi tek tük paslı çivilerle bir zaman elbise askılığı yapmış tahtalar. Öylece anlamsız kalakalmışlar. Ne yapacaklarını bilmez bir halleri var.
Ta uca yerleşmiş , iyi ayak izinden ne olduğu anlaşılan hela taşı. Ne kadar utanırsa utansın o çıplak kıçların onlarca çift gözün bakmasına aldırmadan hacet gidermesini gizleyememiş. En kara suratıyla orada bir uçta deliğinden fare çıkmasın bir daha diye tıkanmış,duruyor.
Vapurların halatlarından kalın zincirler koca halkayla çakıldığı yerden bir insanın elini, ayağını, boynunu nasıl sallandırdığını anlatır gibi. İzbe bir mağara sanki burası. İçeri giremiyorsunuz biraz uzaktan bu ışıksız mahzeni anlamaya çalışıyoruz.
Hayal etmek güç ,bu zincirlere bağlıyken insan ne düşünür, ne hisseder. Bazen insan “ bir an önce ölsem” diye dua eder. Belki zincirlerin kalın baklaları hep bu duayı duymuşlardır. Şimdi salkım gibiler, ama insanlara bağlanmışken ,vücütlar kanırta kanırta gerilirken izbandut kesilirler .
Hamam olduğunu anlıyoruz buranın muslukları olmayan kurnalardan . Ayak seslerini duyunca kimin geldiğini anlarlardı. Grup gelirlerdi yunmaya. Hep tetikte olurlardı. Her an bir şey olacakmış gibi.
Kaba saba da olsa sesler doldurmuyordu artık burayı. Öylece yerlerine çökmüş de ölmeyi bekler gibi bir işe yaramamanın ezikliği vardı üzerlerinde. Yine suyla dolsalar. Ellerde taslar sabunlar , gülüşmeler yankılansa hareket gelse tavana, canlanırlardı.Bir deri bir kemik vücutlarla ince ince öksürükler. Yine de pervasız suya değen vücutlar, canlanmaya başlıyorlar.
Kuşların getirip taş aralarına bıraktığı tohumlardan yeşeren bitkiler, hayatla bağlarını oluşturuyordu. Kimi tarlasının kenarına oturduğunu hayal ediyordu. Kimi de balkonundaki saksıyı hayal ediyordu. Çimenlerde Hatçe’yi yuvarlayışı geliyordu gözünün önüne Abdullah’ın. Gelincik sanıyor fistanındakini, sonra yavaş yavaş kana dönüşüyo. Gözleri iri iri “ neden” der gibi bakıyordu Hatice’nin .Sevginin cinnete dönüşünü anlayamıyor.Havsalası almıyor. Çeviriyor başını hışımla. Başlıyor voltaya.
Volta gelişi güzel yürümek değildir. Volta atmanın bir edebi, erkanı, adabı var. Yavaş yürünmez. Dönerken arkadaşına yüzünü döneceksin, yoksa meydan okumuş olursun. Dönüşlerdeki düzanlilik süreklilik varmış gibi duygu verir. Cezaevinde yalnız kalınan “an” dır .
Sokağı içeri almaktır volta atmak.
Şimdilerde açık müze , hayretle bakıyoruz her taşa, her ize. Derinden bir şiir yankılanıyor.
“Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar”,
Başladı şair diyorlar. Bizi anlıyorum da diyor, Abdullah dayı bu adan kimseyi öldürmemiş ki. Neden burada aklım almıyor. Kalem efendisi gibi geçen gördüm avluda. Karıncayı ezecek gibi değil. Başını sallıyor. Var zaar nedeni…Başlıyo voltaya…. Voltanın sonunda Hatçe var da ona kavuşacak gibi hızlı ve heyecanlı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.