- 733 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'bir baktık ki olmadı...'
genç yaprakların arasından göğe uzanan el
rahmet olmak için ağlıyorsun
gerisi hikaye
far
Daha var. Var olmalı ki yaşabilsin insan. İnsanlar inandıkları şeyler için yaşıyor ve ölüyorlar. Ölüm saati çok uzak değil. Tanıdık bir akrep yelkovan sevişmesinin sesleri arasında bilinmeze doğru uçarken, bedenini terk edecek ruhunu tanıyacaksın. Tüm bunlar benim içimi bir nefeste aşk ile doldurabilir. Bu yüzden bir öykü satın alabilirim. ’Bir öykü lütfen...’ Buradan çıkamayacağını anladığım son kapı, masal olmasa daha iyi olur. Açıklama getirmenin faydasız olduğu, kırıntıların zihin bezine serpiştirildiği saniyelerde hayatın bir anlamı daha asaletini kaybediyor. Tekrar kaza yapabilirim. Bisikletten düşebilirim. Her seferinde köpekler kovalayacak değil ya! Sahiplerini gezintiye çıkardığını sanan köpeklerle göz göze geliyorum bazen. Güzel bir kadını gözlerimle tartıyormuş gibi, vücudunun her santimetrekaresi gözüme çarpıyor. Korkucunun eceler faydası yok ama bir gün o çeşit bir köpekle başbaşa kalırsam onunla nasıl başa çıkarım diye kafamda yakın dövüş sahneleri hayal ediyorum. Hayır, aslında köpeklerden korktuğumdan değil. Nedense üzerime doğru yaklaşan her köpeğe zarar vermeme içgüdümden ötürü tüm bunlar başıma geliyor. Geçen gün yine bir köpeğin üzerine doğru bisikleti sürerken, yeni aldığım bisiklet farının yanıp sönen ışıklarının köpek efendiye rahatsızlık vereceğini ummıştım. Birkaç defa hoştlamama rağmen uzaklaşmayan köpekten kaçarken, ani bir refleksle bulunduğum yerden uzaklaşmaya çalışmam, elektrik direğini görmemle nihayet bulmuştu. Yine düşmüştüm. Bu sefer jantlarını yeni yaptırdığım ön teker de bir sorun yoktu ancak arka tekerin göbeği kıvrak bir dansöz gibi oynamayı kısa bir sürede öğrenmişti. Gözümü açtığımda ilk işim bisikletin ön tekerini kadroya göre ayarlayıp, yola koyulmak olurken, köpek çoktan uzaklaşıp, gitmişti. Ufak bir kaza ardınca sonuç olarak pantolonum bir daha kullanılamaz hale gelmiş, bisikletin arka tekerinin jantının değiştirilmesi gerekecekti. Hepsinden öte, zaten bir ay evvel önce geçirdiğim kaza da incinen sol elim tekrardan sızlamaya başlamıştı. Her şeye rağmen, sabah olduğunda ilk işim bisiklete aldığım farı düştüğüm yerde aramak olacaktı. Bankın üzerinde oturan yaşlı ve emekli adamın hiçbir şeyden haberi yoktu. Çarşaf gibi denize bakan adamın yüzünün görebildiğim sağ tarafında siyah benekler çıkmış, vücudu artık hayatın yorgunluğunu taşıyamayacak haddeye gelmişti. Tek mi yaşıyordu? Eşi var mıydı? Çocuğu, gelini ya da damadı? Torunu varsa, ne zaman yanına gelecekti? Bütün soruları gömleğinin ön cebine doldurup, banka oturmuş ve denizi seyrediyordu. Kaza geçirmiş, arızalı bisikletle zar zor geldiğim kaza bölgesinde yaşlı adamın silueti, görkemli bir heykel gibi her saniye gözümdeki yerini büyütüyordu. Daha önemli işlerim yoktu, biraz daha kalabilirdim. Köpekle karşılaştığım ve düştüğüm yerle alakalı işaretim elektrik direğiydi. Sonra bir kayık vardı. Evet, aslında yüzükoyun uzanmış kayık olan bitenlerin şahidiydi. Elektrik direğini görünce, hemen çevresinde göz gezdirmeye başlayınca, gözüme çarpan ilk şey, uzayda üç boyutlu üçgen oluşturmaya aday ince üç tane pillerdi. Yanyana uzanmışlar, sahiplerinin onları yerden alıp, işe yaramalarını gerektiren işe sokmasını bekliyorlardı. Sahipleri ben olmalıydım. Buna aslında büyük itirazlar doğurup, farklı öyküler sıralabilirim bu konuda. ’Sahip olduğum ne var ki’ sorusu son derece kaliteli kumaşlar üzerine işleniyor. Komik insanlar arasında kendime bulabileceğim güzel bir iş olmalıydı. ’Ne yapabilirim’ sorusundan ziyade, ’neden yapmıyorum’ sorusu bana daha akıllıca geliyor. Her insan bir şey yapabilir, başarabilir. Sonuç olarak var edilmiş yeteneklerin bir sınırı da olsa, insanlar gayret ettikleri müddetçe çoğu zaman kendilerinden ummayacakları derecede büyük işler dahi becerebiliyorlar. Ne yapabilirim tembellik haklarını kötüye kullanan insanların sorunu. Daha önemli sorunlar varken, saçma sorulara cevaplar aramak beyhude bir çaba olsa gerek. Neden yapmıyorum sorusuna gelirsek, bir şeyi yapıp yapmamak aslında benim kutsi irademe bağlanıyor ve böylece neden yapmadığımı kendime açıklayabiliyorum. Eğer bir şeyi yapıyorsam, yalnız kendi adıma yapıyorum. Bunun başkasına herhangi bir fayda sağlayacağına inanmıyorum. Çünkü yardımı yaratan ben değilim. İster istemez yardımım dokunuyorsa, bunu da yardımı yaratana bağlıyorum. Yardımı yaratmak nasıl bir eylemse, yardımı yaratamayacağını bilip, işleri sonucu doğan doğal yardımları umarsamayanı da yaratmak sıradan bir eylem sayılabilir. Kimi zaman tanımadığım birisinden teknesini kiralayıp, balığa dahi çıkmak istiyorum. Buna kim engel olabilir? Neden yapmıyorum sorusuna burada cevap veriyorum. Bunu açıklamamak benim için daha iyi olsa gerek ama taptaze balıkları suyla dolu yoğurt kovasında görmek benim için de değişik, taptaze bir huzur kaynağı olabilir. Bunları düşünmem lazım. Eğer oğlum olursa, aslında bir kız ya da oğlan dahi istediğimi sanmıyorum, yalnızca söz gelimi böyle şeyleri kullanmak ve hayallerin parçası haline getirmek eğlenceli oluyor, benim şu andaki yaşıma geldiği zaman onu alır, tekneyle denizde açılıp, balık avlarız. Acaba bir oğlum olsa, benim sözümü dinler miydi? Asi bir oğlan olup, babasının rüyasında gördüğü şeyleri, gerçek hayatta uygular mıydı? Bisiklete yeni aldığım farı aramadığım yer kalmamıştı. Zaten gözlerimi yeni açtığım bir günde, ilk işim tuvaletten sonra bisikletin farını aramak için düştüğüm yere gelmek olmuştu. Sahilde kumların üzerine bakınıyordum. Göz kapaklarımı ağırlaştıran uyku kaçkını dakikalarda, gökyüzü gri elbisenini giymiş ve saçlarını denize doğru uzatmış, serin su üzerinde kuşların şarkılarını dinliyordu. Kuma dokunmadan, göz ucuyla bakındığım yerler de midye kabukları, köpek bokları, daha ince kedi bokları, çakıl taşları ve sigara izmaritleri vardı. Anadan doğma uzanmak istediğim kumların içinde var olan şeylere daha dikkatli bakacağım anın, düştüğüm gecenin sabahında olay yerine tekrar gelip, farı arama kurtarma zamanı olacağını hiç tahmin edemezdim. İşte bu benim korktuğum köpeğin boku olabilir. Hafızam da at bokunu da anımsatan bu manzara, birden bu manzarayı eşleştiren ayrıntının oval bir şekilde kat çıkarak devam eden bok kütlesi olduğunu fark ettim. Çoğu zaman ben bile bu büyüklükte bok çıkarmıyordum. Oysa kedilerin boku ne kadar da narindi! Çalıştığım yer de işe başlamadan önce kadınların erkeklere göre daha ince bok yaptığını düşünürdüm. Kedi bokuyla köpek arasındaki fark gibi. Tüm bu boktan izlenim ardınca, taptaze, daracık, şehvetli, rengarenk bikini ve mayoların oturacağı kumların, bu kumlar olacağını bilmek içime garip bir neşe doldurmaya başlamıştı. Farı bulamıyordum. Yaşlı adam hareketsiz bir şekilde denize bakmaya devam ediyordu. Belki bu saatte böyle heyecanlı ne aradığımı merak eder de bana doğru bakar diye umursadığım yaşlı adamın yakalı tişörtünün ön cebinde milyon tane soru vardı. Biliyorum, az önce gömlek demiştim, şimdiyse gömlek sandığım şeyin yakalı bir tişört olduğunu fark etmiştim. Uyanıyordum. Aklıma son gelen yer, kayığın göbeğiyle, meme uçları arasında kalan yere bakmak olacaktı. Far usulca orada beni bekliyordu. Elimi kayığın altına uzatırken, gözlerim yaşlı adama doğru kalkıyordu.
öykünhoş
Dağların arasında kıvrılan yolda hızla ilerleyen bir arabanın içerisinde dudakları nemden kurumuş adama çevrilen gözler, toprağın seri ölümlere gebe hikayelerini tali yolda uzatıyordu. Her hikayenin bir yaratıcısı olmalı. Önce şehveti. Gıdıklayan bir yanı. Sonra iş yavaş yavaş yakınlaşmaya, toprakla ağacın sarılmasına, öz sularının birleşmesiyle devam etmeli. İlham spermlerinin hızla ilerlediği kanalcıkların cümleler eritip, doğru özne, nesne ve yüklemi buluncaya kadar yol aldığı kısacık ama meşakkatli seyahette, önce ana, sonra da tali yol merak ediliyor. Nazik elleriyle, ipeksi vücutlarına dillerini ve parmak uçlarını sürenlerin köpekler gibi sevişip, doğurdukları cümlelerin aşk anlarını unutmayı isteyişlerini utançtan çok, her zaman daha büyüğünü arama merakına ve asla tatmin olmamaya bağlıyorum. Bu hikayeyi ana yola götürmeli derken, bacağım açılıyor, sivrisinekler hb kalemiyle çizilmiş karakalem çalışmanın bacak portesindeki gölgesine sığınıp, emecekleri kanın tahlil sonuçlarını dişiden bekliyorlar. Umut kuranların bir dünyası olmamalı. Dünya umut kurup, umutsuzluğa düşecek kadar uzun değil. Sadece devam etmeli. Devam etmenin bir amacı olmamalı. Mutlak sonun ölümle sonuçlanacağı bir dünyada, bütünü istememeli hiç kimse. Bütün, başka zamanlar için ideal bir veri; ölümden sonra. Her ölünün hatıraları asla pas tutmayacak ve kepçeler, dozerler arasında parçalanmayak ehil hükümet görevlilerinin görev hassasiyeti üzerine dağıtılmalı. Büyük halklar, büyük savaşlar, büyük ölümler... Gördüğüm en büyük ölüm, en büyük savaş ve bu ölümde kılınan cenaze namazı en büyük halk olmuştu. Halklar dağılıp gidiyorlarsa, kime inanabilirim? Asla dağılmayacak bir topluluk var mı? Sözcüklerim, cümlelerim, yazma isteğim dışına çıkmayan heyecan veren Ege masallarım. Asla yapamadığım şeylerden başlamalıyım hayatı düzenlemeye. İçim, dışım acı ter.
Yazacağımı bildiğim halde yazamamanın verdiği derin acıyla karşı karşıyayım. Hayır, karşı karşıya durumu eziyet vermiyor. Üzerime çıksa? Lumbagom memnun olurdu. Altımda olsa ezilir. Yanyana iki duvar arasında kalırsak, işte beklediğim en nefret verici, sıkılmaktan ölmeyi tercih edinilebilecek bir tablonun parça legosu. Neyden bahsettiğime dair bahis açmadım değil mi? Bunun için çok erken de olabilir. Geç olursa da şaşırmam. Aslında ben hiçbir şeye şaşırmıyorum ve hiçbir şeye şaşırmayan insanlara şaşıran insanlara şaşırmak için şaşkınlık umuyorum içimde. Çünkü bildiğim bir şey varsa, bilmediğim nesneler arasında rahatça dolaşıp, uzakta olmanın ferahlığıyla bilinebilme gururunu yaşıyorlar. Yüzüne baktığında insan kaç freksin yaratıcısıyla hemhal olabiliyor? Doğruyu söylemek gerekirse iyi hikayeler için ıslak freksler lazım insanalara. İnsanlar güzel hikayelerden uzakta yaşıyorlar. Çoğunun her yaptığı, herkesle hemen hemen aynı. Markalar farklı, tatlar aynı. Standart kalite statü savaşında insanın damarlarına kadar korku salıyor: Başkası gibi olamazsın! Sıçarken dahi götlerini koyacakları yerleri altından kaplayabilen çılgınlık, sarı bir bokun kendinden çıktığını inkar edecek kadar da aptal doğuruyor çocuklarını. Bu öykü başkasının isyanı olmalı. Uydururken insan rahat:
-Ne olursun bu dediklerii asla unutma! Senin hep iyi olmanı istiyorum ve lütfen yaşadığın olayların etkisi üzerinde fazla düşünme!
Böyle bir sözle kimi kandırabilirsin ki? İnsanların ölümü arayacakları, asla bulamayacakları günler çok yakın ve ölümü arzu edecek olsa da, ölümün onlardan kaçacağı pisliklerin elleriyle sıvazlanan eller de gül mısraları. Bu hikaye artist bozuntuları için tek tek yırtılıp, dağıtılabilir.
-Böyle bir şeye hala nasıl inanıyorsun?
-Neden? Yani neye inanmak zorundayım ya da değilim?
-Bu bir soru değildi. Bana iyi gelmiyor sözcüklerin, cümlelerin. Sen! Sen de iyi gelmiyorsun bana artık! İnsan başına gelen kötü şeylerin etkisinden uzun süre kurtulamaz. Tek gerçek bu işte!
-Ama iyi olmanı istiyorum...
-Hayır, istemiyorsun! Sadece kendini rahatlatmak ve aklında bana dair hesapları kapatmak istiyorsun.
-Bütün var olan yanlış anlaşılmaların, savaşların, tecavüzlerin, canice ölümlerin sebebi ben olmak isterdim. Her şeyin... Günah denen şeyin ’ben’ kelimesi olarak yeniden yaratılmasını çok isterdim.
-Çürümüş felsefe yapıyorsun. İyilik denen şey, senin kendi hesabına yükümlülüklerinden kurtulma içgüdün. İşte senin günahın! İşte arınma metodun! İyilik olmayacağını bile bile, arzularının döküldüğü yer de günahlar taşıran insafsızlığın! Vahşice ve yalan; büyük bir yalan sadece. En büyük yalanı da bana karşı söylüyorsun.
-Nefes almak istiyorum. Biraz önce seninle, yalnızca seninle var olmak istiyordum ama tüm nefesimi içine çekiyorsun. Nefessiz kaldım...
-Hayır! Ölmemi istiyorsun. Ölmemi, benden kurtulmayı, bana ait hatıraları bir çırpıda zihninde yakmak istiyorsun.
İnsan yok olmak istediğinde ölümün hiç de öyle arzu edilecek bir eylem olmadığının farkına varıyor. Bu arabada yalnızca o tek başına olmalıydı.
-Tek misin?
-Bundan sonra maalesef böyle.
-Nasıl katlanabildin buna?
-İnsanlar görürüz dışarıda. İnsanlar yollarda yürürler, araba kullanırlar, çöp tenelesine çöp atarlar, markete giderler, öylesine yürürler, yere tükürürler, küfrederler, sigara içerler, nara atarlar, gülerler, ağlarlar, çoğunda bbir sitem; acele vevarılacak yer asla varılmak istenilen yer değil...
-İzin vermeseydin, gitmeseydi ya da ne bileyim, sen gitmeseydin?
-Gitmek ya da kalmak mı mesele sanıyorsun? Zorlaştıran hayatı, insanı mahveden yaşama alışmış gibi, yaşam kolaymış gibi, sıradanmış gibi, her şeye kendi penceresinden bakan insanlar. Oysa hepimiz caniyiz, hırsısız ve aşağılık birer yalancıyız!
gittiğinden beri sokak çok hızlı değişiyor rüzgar içimdeki melankoliyi tuhaf bir şekilde içe doğru dağıtıyor tanıyorum bu ezgiyi daha çok ezginin tınısı sesler daha ayrıntılı olursa girift olabilir bir sürü zorba var içimde bir kadın olabilir bir kadın olabilirim her deliğinden kan akan omurgalı bir türün en korkağı olabildiğim kadar dahası asla korkamayan bir canavara da dönüşebilirim buna kağıt da kalem de masa da tavan da kireç de izin verebilir kireçi seviyorum üzerimde iz bıraksa dahi üzerimde iz bırakan her şeyi sevmemekle beraber kireci ve hâlâ nefes borumda tahrişini hissedebildiğim kireç suyunu seviyorum bu hikayeye bir ana bir de tali yol lazımdı anasız kaldı sperm öldü tali yol bozuldu araba uçuruma yuvarlandı
Ne söylediysem hafif kaldı, ne söylersem daha uçucu... Alkol kana karışmamalıydı oysa.
'bir baktık ki olmadı...' Yazısına Yorum Yap
"'bir baktık ki olmadı...' " başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.